Arama

Ruhi Su - Tek Mesaj #3

BARIŞ - avatarı
BARIŞ
Ziyaretçi
21 Kasım 2006       Mesaj #3
BARIŞ - avatarı
Ziyaretçi
Mehmet Ruhi Su, 1912'de Van'da doğdu. Çocukluğunu yanlarına verildiği yoksul bir aile ve öksüzler yurdunda geçirdi. Bir ara İstanbul'da askeri okullarda okudu, ancak müzik sevgisi onu yeni arayışlara itti. Çocukluğunun ve gençliğinin gelişiminde en büyük etkiyi Karacaoğlan'ın yurdu Çukurova'nın çevresinden ve insanlarından aldı. İlkokulun dördüncü sınıfındayken Mehmet Tahir adlı öğretmeninin teşvikiyle keman çalışmaya başladı. Adana Öğretmen Okulu'nda okurken, Ankara'ya Müzik Öğretmen Okulu'na girmeyi başardı. Cumhurbaşkanlığı Orkestrası’na seçildi, konservetuarın opera bölümünde de okudu ve daha sonra da Devlet Operası'nda çalıştı, bir süre radyoda türkü söyledi. 1936'da Ankara Müzik Öğretmen Okulu'nu, 1942'de Ankara Devlet Konservatuvarı Opera Bölümü'nü bitirdi. Türküler, gerek yapıları, gerek muhtevalarıyla kişiliğini bulduğu tek çalışma alanı oldu. Halkımızın içinde bulunduğu koşulları düşünürken dünya görüşünden dolayı 1952'de Devlet Operası'ndaki görevine ve söylediği bir türkü yüzünden radyodaki işine son verilen Ruhi Su, 1952-57 yılları arasında hapis yattı. Cezaevinden çıktıktan sonra kendini bütünüyle türkülere verdi. 1960'ta İstanbul'da Taksim Belediye Gazinosu'nda sahneye çıkan Ruhi Su, bir yandan da halk türkülerini kaydedip, arşivleme görevini üstlendi. Söylediği türkülerdeki siyasi vurgular yüzünden aleyhinde kampanyalar başlatılan ve işini kaybeden sanatçı, türküleri derleyip, yeniden yorumlama işine kendi başına devam etti. 1975'te Dostlar Korosu’nu kurdu. 1978'den sonra ürettiği kasetlerle halk müziğinin, yaygınlaşmasına büyük katkıda bulundu. Ruhi Su, 12 Eylül yönetiminin engellemeleri yüzünden yurtdışında tedavi şansı bulamadı ve 20 Eylül 1985'te öldü. Ruhi Su'nun cenaze törenine binlerce kişi katıldı ve cenaze 12 Eylül döneminin ilk büyük kitle gösterisi haline dönüştü. Konserleri ve plaklarıyla dünya çapında ün kazandı. Türk halkına bağlılığını, benzersiz bir eylemle, bu halkın müzigini evrenselliğe ulaştırarak kanıtladı. Ruhi Su, yüzyıllardan günümüze miras kalan halk türkülerimizin usta bir yorumcusuydu. Halkın içinde derlediği türkülerimizi, duygularıyla halk gibi, tekniğiyle bir batılı gibi söyledi yıllarca. Yasaklandı yılmadı. Hapisler, sürgünler... Su, yine türküleriyle feryat etti. "Hükümetlerin başa geldikten sonra en büyük icraatları, koroyu kapatmak, Ruhi'yi susturmaktı" diyor Sıdıka Su. Ama o yine de "en güzel aşklarını" türkülerde yaşadı. Ruhi Su'nun ölümünden sonra, Ruhi Su'yu yaşatmak adına tüm mücadeleleri eşi Sıdıka Su üstlenmiş. 45'liklerin, uzunçalarların devri kapanmıştı, onları kasede çevirmiş, "CD'ler daha uzun ömürlü" demişler, bu kez CD'ler için uğraşmış. "Kurumsallaşmak gerek" demişler, vakıflaşmanın yollarını aramış. Dost yardımlarla, dost uğraşlarla kurulan bir vakıfları var şimdi: "Ruhi Su Kültür ve Sanat Vakfı." "Ruhi Su zamanında böyle bir şey olmadı. Zaten Ruhi Su da çok fazla yaklaşmazdı vakıf fikrine. Vakıfların Türkiye'de nasıl çalıştığını biliyordu. Kendisi için de böyle bir olanak söz konusu olduğu zaman, arkadaşlarına, böylesine bir şeye hiç kalkışmamalarını söylemişti. Bir vakfı geliştirmenin, parasal sorunları çözmenin çok zor olduğunu düşünüyordu. Ama vakfın kurulması yönünde çok istek vardı. Bizim tek amacımız Ruhi Su'yu yaşatmak." Sıdıka Su'nun Beyoğlu'ndaki evinde Ruhi Su'yu bir an olsun unutmak mümkün değil. Evin neredeyse tüm duvarlarında, dost ellerin çizdiği Ruhi Su portreleri; çekilmiş konser fotoğrafları... Beraber yıprattıkları tüm eşyalar hâlâ duruyor. Bir zamanlar o koltukta sohbet ettiklerini, seramik çaydanlıklarından çay içtiklerini düşünmek ve yine o bardaklardan çay içmek, inanılmaz heyecanlandırıyor insanı. O bilindik fotoğrafından anımsadığımız, üzeri yün kaplı sallanan sandalyesi, denize bakıyor şimdi. "Yıllarca sıkıntı çektik" diyor Sıdıka Su. "25 yıl Şişli'de küçük bir çatı katında yaşadık. Daha sonra terası odaya katıp salonu büyüttük. Dört yıldır ise bu evde oturuyorum. Eşyalar aynı eşyalar, ama ev, aynı ev değil. Ruhi'nin bu evi görmesini, burada da yaşamasını çok isterdim..." Ruhi Su'nun müziğe ilgisi küçükken başlamış. "Ruhi savaşın yetim bıraktığı çocuklardan. Doğumu, I. Dünya Savaşı sıralarına denk geliyor. Çocuğu olmayan bir ailenin yanında Adana'da kalmış Ruhi. O zaman savaş yüzünden köyde erkek falan kalmamış tabii. Köyün bilhassa kadınları, Ruhi'ye hep türkü söyletirlermiş. Hatta köyde ezan okuyacak hoca bulamadıklarında Ruhi'ye ezan da okuturlarmış." Ruhi Su, Adanalı yoksul ailenin yanında kalırken, bir komşusu yardımıyla, öksüz yurdu Darül Eytam'a yerleştiriliyor. Ve ilk kez o yurtta öğreniyor ki, dünyada "oyun" diye bir şey var. Öksüzler yurdundan sonra, Askeriye'nin "Tüm mezun olmuş öksüz çocuklar, Askeri Liselere kaydedilecektir." emriyle İstanbul'a Halıcıoğlu Askeri Lisesi'ne geliyor. Oysa tek isteği Müzik Öğretmen Okuluna girebilmek. Bir yolunu bulup Askeriye'de kendisini çürüğe çıkartarak, Ankara Müzik Öğretmen Okulu'na kaydoluyor. Oradan mezun olduktan sonra da Ankara Konservatuvarı'nda opera eğitimi alıyor. Ama türkülerden hiçbir zaman vazgeçmiyor. Sıdıka Su da, o zamanlar, radyoda türkü söyleyen Ruhi Su'nun sesiyle tanışıyor. "Ruhi, o zamanlar, radyoda türkü söylerdi. Tanışmıyoruz tabii. 15 günde bir, pazar sabahları saat 10'da, ailece toplanırdık radyonun başına. Annem, Ruhi'nin sesini duyduğu zaman, yemek yapıyorsa, önlüğünü çıkarıp, ellerini yıkayıp Ruhi'yi dinlemeye gelirdi. Müthiş bir saygı duyardı ona." İlerici bir ağabeyi, dünyaya aydın bakan bir de annesi varmış Sıdıka Su'nun. Bir dolu şeyinin annesi sayesinde oluştuğunu ekliyor sözlerine; "Mutlaka okumamı isterdi, mutlaka çalışmamı." Evet, Sıdıka Su, annesinin de istediği gibi, okuyor. Felsefe bölümüne giriyor ama nasıl güzel bir tesadüfle; "O zamanlar sınavlara gireceğim. Hukuk istiyorum. Ağabeyim de hapse girmiş, çıkmış o zamanlar. Çok ilerici, aydın bir insandı ağabeyim. Tabii dolayısıyla çevresi de. Nâzım Hikmet, o zamanlar Bursa Cezaevi'nde yatıyor. Ben de ziyaretine gidiyorum. Birgün ne okumak istediğimi sordu; 'Hukuk' dedim. O zaman benim çok da bir şeyden haberim yok. 'Felsefe oku' dedi bana, sebeplerini de anlattı. Ve ben gerçekten de felfese okudum." Çok da uzun sürmemiş Sıdıka Su'nun her şeyden bi'haber olması. Ankara Dil Tarih'te okurken, yine ağabeyinin vasıtasıyla Ruhi Su'yla tanışmışlar. Okulda bir koro kurmuş Ruhi Su, Sıdıka Su da o koroda. "Birkaç ortak arkadaşımız vardı Ruhi'yle. Ankara'yı bilir misiniz bilmem, işte o arkadaşlardan biriyle Ulus'a doğru yürüyoruz; ortada arkadaşımız, bir tarafında ben, bir tarafında Ruhi... Ben sürekli konuşuyorum, ordan burdan bahsediyorum, Ruhi hiç konuşmuyor. 'Allah Allah' diyorum ben de kendi kendime. Neyse, biz arkadaşla sohbet ede ede vardık Ulus'a. Ben yurtta kalıyordum. Tam ayrılacağız birbirimizden, Ruhi: 'Konuşamadım, kusura bakma. Hava çok soğuk ve benim akşama oyunum var' dedi. Konserlerinden önce kesinlikle konuşmaz, sesine hep dikkat eder, soğuk havalarda özellikle özen gösterirdi..." Evlendiler. Ancak birbirlerinden sakladıkları birer sırla. İkisi de TKP'liydi... Ta ki bir tesadüf, TKP içerisinde, aynı görev yerinde buluşturana kadar. Ancak, buradaki görev birlikteliği uzun sürmedi. TKP'ye ağır darbeler indiriliyordu, bir dolu insan tutuklanıyordu ve onlar artık, "sıralarını" bekliyorlardı..."Sıra bize de geldi. Beni Ruhi'den bir gün önce gözaltına aldılar. Ruhi, ilk gün kapıyı açmamış. Birbirimizden haberimiz de yok. İkimizi de İstanbul'a götürdüler. 5'er yıl hüküm giydik. Cezaevinde de evlendik. Sonra, Ruhi'yi, erkek arkadaşlarıyla beraber Adana Cezaevi'ne, beni de, Sevim Belli ile beraber Sultanahmet Cezaevi'ne yolladılar."Sıdıka Su, eşine, 5 sene boyunca türkülerin de yasak edildiğini söylüyor. Beş sene boyunca Ruhi Su'ya sazı verilmemiş, türkülerine ancak, hapishane arkadaşlarının paspas tahtasından yaptıkları sazla kavuşabilmiş. 5 yıl boyunca, haftada yalnızca 10 dakika görüşebilmişler. Sonrasında, Sıdıka Hanım Ankara'ya, "O zamanlar, kadınları nerede tevkif ettilerse, oraya sürgüne gönderirlerdi.", Ruhi Su ise, Konya'nın Çumra Kasabası'na yollandı: 20 ay sürgün... Kanunen, sürgün edilmişlerin, eşlerinin yanına nakledilmeleri gerekiyordu ve Ruhi Su, 3-4 ay sonra Ankara'daydı. 20 ay boyunca zorluklar, işsizlikler, atmak için kilometrelerce yürünen sabah-akşam imzaları...Sıdıka Su'nun evinde, o günlerden bir anı var: Renk renk, boy boy gaz lambaları... "İkimiz de lambalara çok meraklıydık. Nerede hoşuma giden bir lamba görsek, hemen alırdık ve o gün dünyanın en mutlu insanları biz olurduk, evimize lamba aldık diye... Şimdi düşünüyorum bunları." Daha sonra, ver elini İstanbul. TKP üyeliği nedeniyle aldığı hapis cezasıyla, Sıdıka Su, Dil-Tarih'ten atılmıştı. Ama yıllar sonra af çıktı ve "hakkım onlarda kalmasın" diyerek diplomasını aldı. Ancak hiçbir zaman öğretmenlik hakkını geri alamadı. "Ruhi de, operaya kabul edilmedi. Hiçbir zaman düzenli işimiz olmadı. Ruhi özel işler yaptı; kulüplerde çaldı, film müzikleri yaptı... O sıralarda oğlumuz doğmuştu. Ben böbreklerimden rahatsızdım ve ancak evde çalışabiliyor, Ilgın'a bakabiliyordum." Baskılardan ve yasaklardan, koro da nasibini alıyordu tabii... Koro, Genco Erkal'ın, Ruhi Su ile beraber çalışmak istemesinden sonra oluşturulmuş. Genco Erkal ve beraber çalıştığı tiyatro grubuyla (Dostlar Tiyatrosu), Ruhi Su ve Sümeyra Çakır, Pir Sultan Abdal'ı sahneye koydular. Genco Erkal oynuyor, Ruhi Su ile Sümeyra da Pir Sultan türkülerini, 10-15 tiyatrocudan oluşan koroyla beraber söylüyordu. Daha sonra aynı ekiple, Köroğlu'nu sahneye koydular. Bir koroya ihtiyaç olduğu kararını aldıktan sonra da, açtıkları bir sınavla 50-60 kişiden oluşan "Dostlar Korosu"nu oluşturdular. "Artık öyle bir hale gelmişti ki, Ruhi ne zaman plak çıkartsa, Dostlar Korosu'yla bir açılış yapıyordu. 'Ruhi Su Dostlar Korosu' adını ise, Ruhi'nin ölümünden sonra ben koydum." Sıdıka Su'nun söylediğine göre, Ruhi Su'ya ve koroya gelen baskı ve yasaklamalar, gelen iktidarlara göre değişiyordu. "Mesela Demirel hükümeti, hep kısıtlama getirmiştir. En rahat(!) dönemse Ecevit zamanı olmuştur. İşte o dönem Ruhi, iki defa televizyona ancak çıkabilmiştir." 27 Mayıs'tan sonra, Türkiye İşçi Partisi'nin kurulması ve sivil toplum örgütlerinin özel çalışmalarıyla, Ruhi Su'nun ancak konserler verebildiğini ekliyor sözlerine: "Başka türlü olanak yoktu zaten. Ruhi, bunun için hep dost evlerinde falan söylerdi. Dört gözle beklerdi, hani birisi evini açsa da, Ruhi türkü söylese..." O baskılar olmasaydı, "her şey daha farklı olurdu" diyor Sıdıka Su, sesinde kederle... 12 Eylül'den sonra, Ruhi Su, artık tamamen yasaklıydı. Baskılardan yılansa, yalnız yaşlı bedeniydi... "Hastalığı da başladı o sıralarda. Ruhi, ağrılarının, yaşlılığından kaynaklandığını söylüyordu. Oysa Ruhi hiç yaşlanmayan bir insandı. Bir kere, sesi hiç bitmedi. Yalnız o, başlangıçta, çok da önem vermedi bu ağrılara."<BR>Ruhi Su'nun başlangıçta önem vermediği o ağrıların çözümü, yalnız yurtdışındaydı ve bu kez önem vermeyen bürokrasiydi: "PASAPORT ALAMAZ..." Ruhi Su, hapisten çıktıktan sonra, bir daha operaya kabul edilmemişti. 1952 yılından sonra, tam 12 yıl emek verdiği opera binasına bir daha hiç girememişti. "Asıl sanatçı kişiliğimi türkülerde kanıtladım, derdi ama, operada çalışmaktan büyük bir zevk alırdı. Ankara'da olduğumuz süre boyunca, hep opera binasının önünden geçmek, o binayı görmek isterdi. 12 yıl çalıştıktan sonra orayı 'kendi evi' gibi görüyordu. Israrla o binanın önünden geçmişti ve ısrarla ilgisizlik görmüştü.