Arama


RedHoder - avatarı
RedHoder
Ziyaretçi
7 Ocak 2014       Mesaj #7
RedHoder - avatarı
Ziyaretçi
ZEKÂT, HAC VE KURBAN İBADETİ
MsXLabs.org

1. İnsanın Paylaşma ve Yardımlaşma İhtiyacı
Her insan bir toplum içerisinde doğar ve yaşamını sürdürür. Dünyaya gözlerini açtığı andan itibaren başkalarının yardımına ihtiyaç duyar. İnsan yeme, içme, barınma ve korunma gibi birtakım temel ihtiyaçlarını tek başına karşılayamaz. Belli bir yaşa kadar anne babasının desteği ile yaşar. Zamanla başkasına olan ihtiyacı azalır; ancak bu ihtiyaç hiçbir zaman tam olarak ortadan kalkmaz. Bu nedenle insan, yaşamını bir toplumun üyesi olarak yardımlaşma ve paylaşma içerisinde sürdürmek zorundadır. Örneğin hastanın tedavi için doktora, doktorun ekmek alabilmek için fırıncıya, fırıncının çocuğunun eğitimi için öğretmene ihtiyacı vardır.

Bir toplumdaki bütün insanların imkânları eşit değildir. Her toplumda zengin insanlar olduğu gibi yoksul insanlar da vardır. Örneğin işsizlikten veya sağlığı elverişli olmadığından çalışamayan insanlar olabilir. Yine çalıştığı hâlde geliri yeterli olmadığından, kendisinin veya ailesinin geçimini sağlayamayanlar olabilir. Böyle durumlarda zengin insanların, ihtiyaç sahiplerine yardım etmeleri, sahip oldukları imkânları onlarla paylaşmaları gerekir. Çünkü yoksulların, zenginlerin malı üzerinde hakları vardır. Bu konuda Allah şöyle buyurur: “Onların (zenginlerin) mallarında, muhtaç ve yoksullar için bir hak vardır.” (Zâriyât suresi, 19. ayet.)

Yardımlaşma ve paylaşmanın, toplumsal dayanışmaya ve barışa da katkısı vardır. Bir toplumda paylaşma ne kadar iyi ve dengeliyse toplumsal barış ve huzur da o kadar iyi olur. Ayrıca zenginler, ihtiyacı olanlara yardım ederlerse zengin ile yoksul arasında güçlü bir sevgi bağı kurulur. Bu da toplumda güven ortamı oluşturur.

İnsanlar, maddi yönden olduğu kadar manevi yönden de başkalarına ihtiyaç duyarlar. Sevinçleri, üzüntülerini, sıkıntılarını bir başkasıyla paylaşmak isterler. İyi ve kötü günlerinde dostlarının yanlarında olmalarını beklerler. Bu beklentileri gerçekleştiğinde mutlu ve huzurlu olurlar. Çünkü mutluluklar paylaşıldıkça artar, üzüntüler paylaşıldıkça azalır. Paylaşma ve yardımlaşma; cimrilik, bencillik, aç gözlülük, kıskançlık gibi kötü duygu ve davranışlara engel olur. Sevgi, dayanışma ve sorumluluk gibi özelliklerin gelişmesine katkı sağlar. Böylece insanın kişilik gelişimine ve ahlakının olgunlaşmasına yardımcı olur.

2. İslam’ın Paylaşma ve Yardımlaşmaya Verdiği Önem

İslam dini insanların kardeşçe yardımlaşma ve dayanışma içinde yaşamalarını ister. Bu yüzden Hz. Muhammed, Müslümanları bir bedenin organlarına benzetmiştir. Bu organlar arasındaki ilişkinin güçlendirilmesi, bedenin uyumlu çalışmasını sağlar. Bunun gibi toplumun bireyleri arasındaki bağın güçlendirilmesi de toplumsal uyumun sağlanması için önemlidir. Bundan dolayı İslam dini, insanlar arasında yardımlaşma ve dayanışmayı öğütler.

Dinimiz, insanların yardımlaşmalarını ve elde bulunan imkânların başkalarıyla paylaşılmasını ister. Kur’an-ı Kerim’de pek çok ayette insanlara yardımlaşmaları ve dayanışma içinde olmaları emredilmiştir. Bu ayetlerin birinde şöyle buyrulmuştur: “De ki: ...Harcadığınız her şey, ana-baba, yakınlar, öksüzler, yoksullar ve yolda kalmış kişiler içindir. Allah yapacağınız her hayrı (iyiliği) bilir.” (Bakara suresi, 215. ayet.) Mâ’ûn suresinde ise yoksulu yedirmeyenler, yetimi dışlayanlar, yardıma engel olanlar kınanmıştır. Peygamberimiz de bir hadisinde, “Yetimin başını okşa, yoksulu doyur.” (Heysemi, Mecmaü’z-Zevaid, C 8, s. 160.) buyurarak yetim ve yoksula yardımı emretmiştir.

İslam’ın ilk dönemlerinde Peygamberimiz ve arkadaşları, paylaşma ve yardımlaşmanın en güzel örneklerini sergilemişlerdir. Örneğin Mekkeli Müslümanlar baskılar sonucunda bütün mal varlıklarını bırakarak Medine’ye göç etmişlerdir. Medineli Müslümanlar ise sahip oldukları bütün imkânları Mekke’den gelenlerle paylaşmışlardır. Bu nedenle Medineli Müslümanlara “yardım edenler” anlamına gelen “ensar” ismi verilmiştir.

Paylaşmak veya yardım etmek için zengin olmak gerekmez. Dinimiz bollukta ve darlıkta başkalarına yardım etmeyi öğütler. Kur’an-ı Kerim’de bu durum şöyle dile getirilmiştir: “Takva sahipleri (sorumluluklarının bilincinde olanlar), bollukta da darlıkta da Allah için harcarlar (infak ederler). Öfkelerini yutarlar ve insanları affederler. Allah da güzel davranışta bulunanları sever.” (Âl-i İmrân suresi, 134. ayet.)

Dinimiz, insanları paylaşma ve yardımlaşma konusunda özverili olmaya çağırır. Kur’an’da bu konuyla ilgili şöyle buyrulur: “Onlar, kendi canları çekmesine rağmen yemeği yoksula, yetime ve esire yedirirler.” (İnsan suresi, 8. ayet.) Ayrıca insanlara yardım eden, onların sıkıntılarını gideren kimselere Allah’ın yardım edeceği bildirilmiştir. Böylece insanlar arasında yardımlaşma ve dayanışma teşvik edilmiştir.

3. Paylaşma ve Yardımlaşma İbadeti Olarak Zekât
Zekât kelime olarak, “artma, çoğalma, arınma ve bereket” anlamlarına gelir. Zekât, zengin Müslümanların yılda bir kez malının veya parasının belli bir miktarını Allah rızası için ihtiyaç sahiplerine vermesidir.

Zekât, mal ile yapılan farz bir ibadettir. Hicretten iki yıl sonra Medine’de farz kılınmıştır. Kur’an-ı Kerim’de zekâtın zorunlu olduğunu belirten pek çok ayet vardır. Bunların birinde şöyle buyrulmuştur: “Namazı kılın, zekâtı verin, önceden kendiniz için yaptığınız her iyiliği Allah katında bulacaksınız. Şüphesiz Allah, yapmakta olduklarınızı görür.” (Bakara suresi, 110. ayet.)

Zekâtın amacı, toplumsal yardımlaşmayı yaygınlaştırmak ve yoksulları korumaktır. Ayrıca zekât, malın bereketlenmesi ve çoğalmasıdır. Çünkü zekât verene Allah kat kat fazlasını verir. Bununla ilgili olarak Kur’an’da şöyle buyrulur: “Mallarını Allah yolunda harcayanların durumu, her başağında yüz dane olmak üzere, yedi başak veren danenin durumu gibidir. Allah dilediğine kat kat verir. Allah (ın lütfu) geniştir. bilendir.” (Bakara suresi, 261. ayet.)

Zekât, Allah’ın bize vermiş olduğu nimete karşılık bir şükür ifadesidir. Zekât vermekle hem verdiği nimetler için Allah’a şükretmiş oluruz hem de içinde yaşadığımız topluma karşı insanlık görevimizi yerine getirmiş oluruz.

Zekât, zenginlerle fakirler arasındaki kıskançlık, kin ve düşmanlık duygularını giderir. Dostluk ve saygı bağlarını kuvvetlendirir. Zekât, insandaki cimrilik ve bencillik gibi kötü huyları yok eder. Bunların yerini, iyilik ve hayırseverlik gibi güzel huylar alır.

Zenginler zekât vermekle toplum yararına da çalışmış olur. Çünkü bir ülkede yoksullar çoğaldıkça huzursuzluk, ihtiyaç sahipleri azaldıkça huzur artar. Her zengin, malının zekâtını verecek olursa ülkede fakirlik azalır. Bu konuda Cafer-i Sadık şöyle der: “Zekât zenginleri sınamak, fakirlere destek olmak için konulmuştur. Eğer insanlar mallarının zekâtını verselerdi hiçbir Müslüman fakir ve muhtaç kalmaz, Allah’ın farz kıldığı bu hakla o da ihtiyaçlarını gidermiş olurdu. Zenginlerin açgözlülüğü olmasaydı halk fakir, muhtaç, aç ve çıplak kalmazdı.” (el-Fakîh, C 2, s. 7.) Zaten zekâtın bir amacı da yoksulluğu ortadan kaldırmaktır. Bu nedenle zekât verecek kadar malı olanlar zekâtını vermeyi ihmal etmemelidir.

Zekât ekonomik dengesizlikleri önler. Çünkü zekât sayesinde fakirlerin eline para geçer. Böylece fakirler de aldıkları yardımla alışveriş yaparak ekonomik hayatın canlanmasına katkı sağlarlar. Ayrıca zenginler yatırım yaparak üretime katkıda bulunur. Yoksullar ise yeni açılan bu iş sahalarında kendilerine iş imkânı bularak yoksulluktan kurtulur ve ileride zekât verecek konuma gelirler. (Y. Vehbi Yavuz, İslam’da Zekât Müessesesi, s. 82, 83.)

Dinimize göre zengin sayılan Müslümanların zekât vermesi zorunludur. Bir kimsenin dinen zengin sayılabilmesi içinnisap miktarı mala sahip olması gerekir. Nisap; yeme, içme, giyinme, barınma, eğitim ve sağlık gibi temel ihtiyaçların dışında en az 81 gr altın veya ona eş değer mal ya da paraya sahip olmaktır. Zekât verilecek malın veya paranın bir yıl süreyle sahibinin elinde bulunması gerekir. Ayrıca zekât verecek kişinin ödeyemeyeceği borcu da bulunmamalıdır. Bir maldan zekât verilebilmesi için o malın gelir getiren cinsten olması gerekir. Ayrıca bu malların ihtiyaç fazlası olması da şarttır.

Oturulan ev, evde kullanılan eşyalar, giyilen elbiseler ve binek olarak kullanılan araç için zekât verilmez. Diğer taraftan zekât, malların iyisinden verilmelidir. Nitekim bu durum, Kur’an-ı Kerim’de şöyle ifade edilmiştir: “Ey iman edenler! Kazandıklarınızın iyilerinden ve rızık olarak yerden size çıkardıklarımızdan hayra harcayın. Size verilse gözünüzü yummadan alamayacağınız kötü malı, hayır diye vermeye kalkışmayın. Biliniz ki Allah zengindir, övgüye layıktır.” (1 Bakara suresi, 267. ayet.)

Zekât verirken akraba ve komşulardan ihtiyaç sahibi olanlara öncelik tanınmalıdır. Ancak zekât verecek kişi, bakmakla yükümlü olduğu eşine, çocuklarına, torunlarına, annesine, babasına, büyükanne ve büyükbabasına zekât veremez. Çünkü insan bu kişilere bakmakla yükümlüdür. Bunların dışında kalan yakın akrabalara zekât verebilir.

Zekât bir ibadet olduğu için verirken niyet edilmelidir. Zekâtın, Allah için verildiği kesinlikle bilinmelidir. Zekât verilecek malın veya paranın, fakirin hakkı olduğu bilinmeli ve onu minnet altında bırakacak, incitecek davranışlardan kaçınılmalıdır. Allah Kur’an’da yoksullara karşı şefkatli olunması gerektiğini bir ayette şöyle dile getirmiştir: “Öyleyse yetimi sakın üzme. İsteyeni sakın azarlama.” (Duhâ suresi, 9, 10. ayetler.)

Zekât verecek kişi, bu sorumluluğunu gösterişten uzak, gurur ve kibire kapılmadan yerine getirmelidir. Alçak gönüllü, anlayışlı ve hoşgörülü olmalıdır. Mümkünse zekât gizlice verilmelidir. Zekât alan kimseler de herhangi bir eziklik duymamalıdır. Ayrıca zekât küçük parçalara bölünmeden, verilen kişinin önemli bir ihtiyacını karşılayacak şekilde verilmelidir.

4. Toplumsal Dayanışma İbadeti Olarak Sadaka
Bir insanın kendi isteğiyle yalnızca Allah rızası için yaptığı her türlü yardım ve iyiliğe sadaka denir. Sadakada miktar ve zaman sınırlaması yoktur. İnsanlar bu yardımı istedikleri zamanda ve miktarda yapabilirler. Ayrıca sadaka verecek kişinin zengin olması gerekmez. Bu yüzden sadaka, zekâttan daha kapsamlı bir yardım şeklidir.

Herkesin yararlanacağı cami, okul, yurt ve hastane gibi hayır kurumları yaptırmak veya bu kurumların yapımına katkıda bulunmak da sadakadır. Böyle sadakaya kesintisiz sadaka (sadaka-i cariye) denir. Öldükten sonra da sevabı devam eder. Peygamberimiz konuyla ilgili şöyle buyurmuştur: “İnsanlar öldüğü zaman, amel defteri kapanır. Ancak kesintisiz iyilik (sadaka-i cariye) yapanların, topluma yararlı bir ilim (eser) bırakanların ve kendisine dua eden bir çocuk yetiştirenlerin amel defterleri kapanmaz.” (Müslim, Vasıyyet, 14.) Hacı Bektaş Veli de Makâlât’ında “Benim üç dostum vardır: Ne zaman ki ben ölürüm, dostlarımdan biri evde kalır, biri yolda kalır, biri de benimle gelir. Evde kalan malımdır. Yolda kalan akrabalarımdır ve ailemdir. Benimle gelen ise iyiliklerimdir.” (Hacı Bektaş Veli, Makâlât, s. 55.) diyerek iyilik yapmanın önemine dikkat çekmiştir.

Sadaka sadece maddi yardımlarla olmaz. İnsanın bilgisini ve tecrübesini diğer insanlarla paylaşması bir sadakadır. Yine bir yoksulun para, yiyecek ve giyecek ihtiyaçlarını karşılamak sadaka olduğu gibi her türlü güzel ve yararlı davranış da sadakadır. Bir hastayı veya yaşlıyı ziyaret etmek, karşılaştığımız bir insana güler yüzle selam vermek, insanlarla tatlı dille konuşmak birer sadakadır. Peygamberimiz bu konuda şöyle buyurmuştur: “Kardeşini güler yüzle karşılaman da bir iyiliktir.” (Müslim, Birr, 144.) Ayrıca insanların üzüntülerini paylaşmak, dertlerine ortak olmak ve onları teselli etmek de sadakadır.

Sadaka çeşitlerinden biri de fıtır sadakasıdır. Ramazan ayında bayramdan önce verilmesi gereken bir sadakadır.Halk arasında bu sadaka türüne “fitre” de denir. Fitreyi zengin olan her Müslümanın vermesi gerekir. Ancak miktarı az olduğu için zengin olmayanlar da fitre verebilirler. Zira fitre, insanları cömertliğe alıştırır. Fıtır sadakası kişi başına verilir.Bir ailedeki bütün bireylerin fitresini aile büyüklerinden biri verir. Fitre miktarı kişinin ekonomik düzeyine, maddi durumuna göre değişir. Fıtır sadakasının miktarı, fitreyi verecek olan kimsenin bir günlük yiyecek masrafı kadardır. Fitre zekât verilebilecek kişilere verilir, zekât verilemeyecek kişilere verilmez.

Zekât, sahip olduğumuz malın, fitre ise sağlık içinde bayrama ulaşmanın şükrü anlamına gelir. Fıtır sadakasıyla herkes kendi imkânları ölçüsünde yardım etmenin mutluluğunu yaşar. Yoksullar aldıkları yardımlarla bayramlık ihtiyaçlarını karşılarlar. Bayrama zenginlerle birlikte aynı sevinç içerisinde katılırlar. Karşılıklı sevgi ve kardeşlik bağları güçlenir. Böylece toplumda dayanışma ortamı oluşur.

5. Yardımlaşma Kurumlarımız
Dinimiz, toplumsal yardımlaşma ve dayanışmaya büyük önem vermiştir. Peygamberimiz yardımlaşmanın önemini şöyle dile getirmiştir: “...Kim Müslüman kardeşine yardım eder ve onun ihtiyacını karşılarsa Allah da ona yardım eder. Kim Müslümanın bir sıkıntısını giderirse Allah da kıyamet gününde onun sıkıntılarından birini giderir...” (Nevevi, Riyazü’s-Salihin, C 1, Hadis No: 231.) Hz. Muhammed’in verdiği bu müjdeli haber, Müslümanları, toplumsal yardımlaşmaya yöneltmiştir. Bu yardımlar zamanla kurumsal hâle gelmiştir. Atalarımız, dinimizin bu emrini yerine getirmek için çaba harcamışlardır. Yoksul ve kimsesizlerin beslenmeleri için aşevleri (imarethaneler), hastaların tedavisi için hastaneler (darüşşifalar), yaşlıları korumak için huzurevleri (darülacezeler) açmışlardır.
Ayrıca öğrencilere yardım etmek, bilimsel çalışmalara katkı sağlamak, hatta ağır kış şartlarında, hayvanlara yiyecek sağlamak gibi çok yönlü hizmet veren vakıflar kurmuşlardır.

Günümüzde, yardımlaşma ve dayanışmayı gerçekleştirmek amacıyla çeşitli yardım kurumları oluşturulmuştur.Kızılay, Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakfı, Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu, Millî Eğitim Vakfı, Türkiye Diyanet Vakfı, Belediye Aşevleri ve bazı sivil toplum kuruluşları bunların başında gelir. Bu kurumlarımız devletin ve hayırsever insanların, gönüllü yardımlarıyla ayakta durmaktadır.
Deprem, sel gibi doğal afet yangın gibi felaketler binlerce insanı evsiz bırakmaktadır. Yüzlerce, hatta binlerce çocuk açlık, susuzluk, bulaşıcı hastalık gibi tehlikelerle karşı karşıya gelmektedir. İşte, böyle zamanlarda Kızılay ve diğer hayır kurumlarımız zor durumda kalanlara yiyecek, içecek, giysi, battaniye, çadır gibi yardımlarda bulunur. Ayrıca Kızılay, kan merkezleri aracılığıyla ihtiyaç sahiplerine kan temin eder. Bu nedenle toplumda önemli görevleri üstlenen yardım kuruluşlarımıza katkıda bulunarak bunları ayakta tutmaya çalışmalıyız.
Örneğin kan vermeyi teşvik ederek Kızılay’a katkıda bulunabiliriz. Diğer taraftan kan vermenin hayat kurtarmak anlamına geldiğini ve dinimizce çok büyük mükâfatının olduğunu unutmamalıyız. Dinimiz yardım kuruluşlarına yapılan yardımları salih amel (iyi ve faydalı davranış) olarak nitelendirir. Bu tür davranışların önemi Kur’an-ı Kerim’de şöyle ifade edilmiştir: “Mal, mülk ve çoluk çocuk, dünya hayatının süsüdür; ölümsüz olan iyi işler (kalıcı olan erdemli davranışlar) ise Rabb’inin nezdinde hem sevapça daha hayırlı hem de ümit bağlamaya daha layıktır.” (Kehf suresi, 46. ayet.)

Hac Nedir ve Niçin Yapılır?
Hac, yılın belirli günlerinde dinimizce önemli sayılan Kâbe, Arafat ve çevresindeki yerlerin ibadet niyetiyle ziyaret edilmesidir. Hac ibadeti hicretin 9. yılında farz olmuştur. Hem beden hem de mal ile yapılan bir ibadettir. Ay takvimine göre zilhicce ayının 9 ve 10. günlerinde özel giysiler giyilerek Mekke’de Arafat ve Kâbe’yi ziyaret etmek suretiyle yapılır.
Hac, şartları uygun olan her Müslümana farzdır. Bu nedenle gerekli şartları taşıyan herkesin ömründe bir kez hac ibadetini yapması dinimizin bir emridir. Konuyla ilgili olarak Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulur: “....Gücü yetenlerin o evi (Kâbe’yi) haccetmesi, Allah’ın insanlar üzerindeki bir hakkıdır...” (Âl-i İmrân suresi, 97. ayet.)
Hac, Allah’ın rızasını kazanmak için yapılır. Hacca giden insanlar, Allah’ın kendilerine verdiği sağlık ve zenginlik nimetinden dolayı ona şükretmiş olurlar. Önemli yerleri ziyaret ederek Allah’a dua ve ibadet ederler. Hz. Muhammed’in doğduğu ve yaşadığı yerleri görürler. Bu da onları mutlu eder.
Hacda dünyanın dört bir yanından gelen farklı renk ve ırka mensup Müslümanlar bir araya gelirler. Birbirlerini tanıma imkânı bulurlar. Böylece İslam dininin, “Bütün inananlar, kardeştir...” (Hucurât suresi, 10. ayet.) evrensel prensibini gerçekleştirmiş olurlar.

Umre

Umre de hacda olduğu gibi Mekke’deki kutsal mekânları ziyaret etmektir. Bakara suresinin 196. ayetinde umre ile ilgili şöyle buyrulmuştur: “Haccı da, umreyi de Allah için tamamlayın...”

Umrenin hacdan farkları şunlardır:

- Umre, hac zamanı dışında her zaman yapılabilir.
- Bir sene içinde bir kez hac yapılabilir. Ancak birden fazla umre yapılabilir.
- Hac farz, umre ise sünnettir.
- Umrede sadece ihrama girilerek Kâbe tavaf edilir ve sa’y yapılır.
- Umrede vakfe, şeytan taşlama ve kurban kesme yoktur.

Hac ve Umre İle İlgili Kavramlar

İhram
İhram, hac ve umre ibadeti yerine getirilirken başka zamanlarda yapılmasında sakınca olmayan bazı davranışların belli bir süre için yasak olması demektir. Kâbe’nin etrafında “mikat” denen bir sınır vardır.

Kâbe’ye gidenler bu sınırda ihrama girer, hacca niyet eder ve telbiye duasını okur. İhramlıyken kişinin saç, sakal ve tırnak kesmesi, bitkileri koparması ve hayvanlara zarar vermesi yasaktır.
Hac ve umre ibadeti bittikten sonra saç tıraşı olunur ve ihramdan çıkılır.

Tavaf

Tavaf, Hacer-i Esvet (Siyah Taş)’in bulunduğu yerden başlayarak Kâbe’nin etrafında yedi kez dönmektir. Her bir dönüşe şavt denir. Tavaf haccın farzlarındandır. Farz olan tavaf, Kurban Bayramı’nın ilk üç gününde yapılır. Tavaf esnasında kişi kendisi, ailesi ve bütün inananların iyiliği için dua eder.

Sa’y

Sa’y, Mekke’de bulunan Safa ve Merve tepeleri arasında yedi defa gidip gelmektir.
Safa’dan Merve’ye dört, Merve’den Safa’ya üç kez gidilir. Sa’y haccın gereklerinden olup Hz. İsmail’in annesi Hacer’in, oğluna su arayışının sembolik olarak yeniden canlandırılmasıdır.

Vakfe
Vakfe, arife günü öğle vaktinden bayram sabahına kadar, bir süre Arafat’ta bulunmak demektir. Bu süre ibadet ve dua ile geçirilir. Vakfe, haccın farzlarından biridir. Belirlenen süre içerisinde Arafat’ta bulunmayanlar o yıl hac ibadetini yapmış sayılmazlar. Arafat’ta vakfe yapıldıktan sonra Müzdelife’ye gidilir. Bayram sabahı da Müzdelife vakfesi yapılır.

Medine’yi ve Mescid-i Nebi’yi Ziyaret

Medine, Peygamberimizin hicret yurdudur. Hz. Muhammed hicretten sonra buraya yerleşmiştir.
Hayatının son on yılını burada geçirmiş ve burada vefat etmiştir. Medine’ye vardığında ilk yaptırdığı mescit olan Mescid-i Nebi’nin yanına defnedilmiştir.
Peygamberimizin yaşadığı yerleri görmek ve arkadaşlarının kabirlerini ziyaret etmek, onlarla ilgili hatıraları canlandırmak ve bu kutsal yerlerin havasını solumak her Müslümanın en tatlı özlemidir. Çünkü Peygamberimiz, “Beni vefatımdan sonra ziyaret edenler, hayatımda ziyaret etmiş gibidir.” (Darekutni, C 2, s. 278, Hadis No: 192.) buyurmuştur. Bu nedenle hacceden kişiler, Mekke’de hac ibadetini bitirdikten sonra veya bu ibadetten önce Medine’ye giderler. Burada önce Mescid-i Nebi’yi ve Peygamberimizin kabrini ziyaret ederler.

Haccın İnsan Davranışları Üzerindeki Etkisi
Hac ibadetiyle kişi, Allah’ın bir emrini yerine getirmenin mutluluğunu yaşar. Allah’ın kendisine verdiği sağlık ve zenginlik nimeti için şükretmiş olur. Samimi dualarla Allah’a yalvarır, tövbe eder. Böylece günahların oluşturduğu manevi kirlerden arınır. Peygamberimiz bu konuda, “Kim Allah için hacceder ve Allah’a karşı gelmekten sakınırsa annesinden doğduğu günkü gibi günahlarından arınmış bir şekilde hacdan döner.” (Buharî, Hac, 4; Müslim, Hac, 438.) buyurmuştur.
İslam dini, inananlar arasında inanca dayalı kardeşlik bağı kurmuştur. Bu kardeşlik bağları, insanlar arasında kuvvetli bir birliktelik oluşturur. İşte hac da bu birlikteliğin yaşanmasıdır.
Farklı ırk, dil ve kültürden Müslümanların aynı amaç için bir araya gelerek birlikte hareket etmeleri aralarındaki kardeşliği pekiştirir.
Hac ibadetiyle Müslümanlar, birbirlerini daha iyi tanıma, sevinç ve üzüntülerini paylaşma imkânı bulurlar. Böylece bencilliğin ifadesi olan “ben” duygusu, yerini “biz” duygusuna bırakır.
Hacda giyilen ihram, insanlar arasındaki makam, mevki, unvan gibi farklılıkları ortadan kaldırır. İnsanları gösterişten uzak sade bir görünüme kavuşturur. Herkesi eşit konuma getirir.
İhramlıyken getirilen yasaklar, insanlara sabretme alışkanlığı kazandırır. İradeyi güçlendirir. En zor durumlarda bile kızmadan, öfkelenmeden hareket etmeyi öğretir.
Tavaf, bütün Müslümanların birlikteliğinin sembolik bir ifadesidir. Ayrıca insanlar, tavaf ederek Allah’a bağlılıklarını gösterirler. Vakfeyle ise ahirette Allah’ın huzurunda bekleyişi hatırlarlar.
Sa’y; Hz. İbrahim’in hanımı Hacer’in, oğlu İsmail için ortaya koyduğu gayretin yeniden yaşatılmasıdır. Hacer, su bulmanın imkânsız gibi göründüğü ıssız çöl ortamında Allah’tan ümidini kesmemiş, su aramaya devam etmiştir. Çünkü o, Allah için hiçbir şeyin imkânsız olmadığına inanıyordu. Sonunda Allah, Hacer ve oğlunu zemzem suyuna kavuşturmuştur. Zorluklar karşısında Hacer’in gösterdiği inanç, ümit, sabır, tevekkül ve kararlılığı gösterenler de Allah’ın yardımını elde ederler.
Şeytan taşlama esnasında, iyi bir insan olmanın ve iyilik yapmanın önündeki engeller akla getirilir. Bu engelleri kaldırmak için mücadele edileceği sözü verilir. Şeytan taşlamayla şeytanın hile, vesvese, kötülük ve düşmanlıklarına karşı sembolik olarak tepki gösterilir. Bütün kötülüklerden uzak durulacağı kararlı bir şekilde ortaya konulur.
Hac yolculuğu, insanların bilgi ve görgüsünü artırır. Mala bağımlılığı azaltarak fakirlere, yoksullara karşı merhamet ve yardım duygularını geliştirir. Hacca giden kişi, Peygamberimizin doğup büyüdüğü, İslam dininin ilk ortaya çıktığı ve yayıldığı kutsal toprakları ziyaret eder.
Böylece hem onun hatırasını yaşatır hem de kutsal toprakları görmenin heyecanını yaşar.
Kabeyi kim yaptı?
Kabe’yi Hz Âdem dünyaya gelmeden önce melekler yapmıştır? Sonra yıkılmıştır Amelika kavmi tarafından bir daha yapılmıştır. Sonra tekrar Kâbe yıkılmış ve yeri kaybolmuştur. Cebrail aleyhisselam’ın tespiti ile Kabe Hz İbrahim tarafından yeniden yapılmıştır. Bu tarihten sonra Kâbe’nin yeri bir daha kaybolmamıştır. Yine bu tarihten sonra tavaf bir an bile durmamıştır. Hani lise tarih kitaplarında sarhoş diye yazılan, koç dövüştüren diye tanıtılan 4. Murat var ya, onun zamanında da Kâbe yeniden inşa ettirilmiştir.

Kurban Nedir ve Niçin Kesilir?
İslam dininde yerine getirilmesi vacip ibadetlerden biri de kurbandır. Kurban, Allah’a yaklaşmak ve onun hoşnutluğunu kazanmak amacıyla belirli bir zamanda uygun nitelikteki bir hayvanı kesmektir. Ayrıca kesilen bu hayvana da “kurban” denir.

Akıllı, ergenlik çağına girmiş ve zekât verebilecek seviyede zengin olan Müslümanlar, kurban kesmekle yükümlüdürler. Bu yükümlülük Kur’an-ı Kerim’de şöyle ifade edilmiştir: “Biz, her ümmet için Allah’ın kendilerine rızık olarak verdiği kurbanlık hayvanların üzerlerine onun adını anarak kurban kesmeyi meşru kıldık. İlahınız, bir tek İlah’tır. Öyle ise ona teslim olun. (Ey Muhammed!) O ihlaslı ve mütevazı insanları müjdele!”

Peygamberimiz de kurban kesmenin gerekliliğini şu şekilde belirtmiştir: “Kim imkânı olduğu hâlde kurban kesmezse bizim mescidimize yaklaşmasın.”

Kurban, Kurban Bayramı günlerinde kesilir. Kurbanı kesecek kişinin bu işi iyi biliyor olması gerekir. Bu nedenle kurbanı, kendisi kesemeyenler, kesim işlemleri için vekil tayin edebilir. Kesmeye götürürken kurbana iyi davranılmalıdır. Eziyet verici davranışlardan kaçınılmalıdır.

Kurbanlık hayvan, kıbleye doğru yatırılır ve “Bismillâhi Allahu ekber.” denilerek kesilir. Kurban kesilirken çevre temizliğine ve sağlık kurallarına uyulmalıdır.

Kurban etinin bir bölümü yoksullara verilir, bir bölümü ev halkı için ayrılır, bir bölümü de gelen misafirlere ikram edilir. Kurbanın derisi ise hayır kurumlarına veya fakirlere verilebilir. İste-yenler kesilen kurbanın tamamını da fakirlere bağışlayabilirler.

Kurban, Allah’ın rızasını kazanmak için kesilir. Kurban kesen kişinin Allah’a bağlılığı artar. Ona yakın olmanın mutluluğunu yaşar. Kişi kurban kesmekle Allah’ın emrine uyarak kulluk bilincini ortaya koyar. Kur’an-ı Kerim’de bu durum şöyle belirtilmiştir: “Onların ne etleri ne de kanları Allah’a ulaşmaz. Fakat sizin Allah’ın emirlerine olan bağlılığınız ona ulaşır...”

Kurban, toplumda kardeşlik, yardımlaşma ve dayanışma ruhunu canlı tutar. Kişiyi bencillikten kurtarır, cömert olmaya yöneltir. Yapılan yardımlarla zenginle fakir arasındaki bağlar güçlenir. Kur’an’da konuyla ilgili şöyle buyrulmaktadır: “...Onlardan hem kendiniz yiyin hem de ihtiyacını gizleyen ve gizlemeyen fakirlere yedirin...”

Kurban kesen kişi, Hz. İbrahim ve oğlu İsmail arasında geçen olayı yeniden hatırlar. Böylece kendisinin de Hz. İbrahim ve İsmail gibi Allah’ın emirlerine uymaya hazır olduğunu sembolik bir davranışla göstermiş olur. Ayrıca kurban, insanın sevdiği şeyi Allah için feda etmesi demektir. Bu nedenle kurban kesen kişi, Allah’ın rızasını kazanmak için sevdiği şeyleri başkalarıyla paylaşarak bu amacı gerçekleştirmiş olur.

Kurban Bayramı dışında kesilen adak kurbanıyla yardımlaşmanın az da olsa bütün bir seneye yayılması sağlanır. Adak kurbanı, bir işin ve isteğin olması hâlinde kesilmek üzere Allah’a adanan kurbandır.

Adak kurbanı, tamamen fakirin hakkıdır. Kurban kesen kişi ve bakmakla yükümlü olduğu kimseler kesilen bu kurbanın etinden yiyemezler. Eğer yerlerse yediklerinin bedelini fakirlere vermeleri gerekir.

Sonuçta kurban, kişiyi Allah’a yakınlaştırır ve onun hoşnutluğunu kazandırır.

Paylaşma, yardımlaşma, dayanışma ve fedakârlığı öğretir.

İnsanlar kendilerini mutlu edecek bir haber, yeni bir ev veya araba alini mutlu edecek bir haber, yeni bir ev veya araba aldıklarında Allah’a şükür maksadıyla bazen kurban keserler. Buna “şükür kurbanı” denir. Ayrıca çocuk sahibi olan anne-baba da Allah’a şükür amacıyla kurban kesebilir. Bu kurbana ise “akîka kurbanı” denir. ” denir. Şükür ve akîka kurbanının etinden kurbanı kesen ve onun yakınları da yiyebilir. Hangi sebep olursa olsun kurban sadece Allah rızası için kesilir