Üye Ol
Giriş
Hoş geldiniz
Misafir
Son ziyaretiniz:
06:22, 1 Dakika Önce
MsXLabs Üye Girişi
Beni hatırla
Şifremi unuttum?
Giriş Yap
Ana Sayfa
Forumlar
Soru-Cevap
Tüm Sorular
Cevaplanmışlar
Yeni Soru Sor
Günlükler
Son Mesajlar
Kısayollar
Üye Listesi
Üye Arama
Üye Albümleri
Bugünün Mesajları
Forum BB Kodları
Your browser can not hear *giggles*...
Your browser can not hear *giggles*...
Sayfaya Git...
Çarşamba, 10 Aralık 2025 - 06:23
Arama
MaviKaranlık Forum
Hikayeler ve Öyküler -1- [Arşiv]
-
Tek Mesaj #1964
Misafir
Ziyaretçi
23 Kasım 2006
Mesaj
#1964
Ziyaretçi
Lisedeyken edebiyat öğretmenimiz bir gün tahtaya “Yeşil görmeyen gözler mutluluğu bilemezler.” yazmış, “Hadi bakalım” demişti; “Bir kompozisyon yazacaksınız bu cümleyle ilgili”. Böyle küt diye yazı yazmak zorunda olmaktan hep nefret etmişimdir. “İlham diye bir şey var, kardeşim!” diyemiyorsunuz tabi aynı zamanda müdür yardımcısı olan kulak çekme tekniği ile ünlü öğretmene. Otuz dakikalık bir boş boş bakma seansı sonrasında on beş dakikada kanatlarından beynime zincirlediğim ilham perisi ile birlikte bir şeyler yazmıştık (Kalbim katılmış mıydı bu işbirliğine, hatırlamıyorum). Yeşil aşık olunan gözdü (bir de edebiyat öğretmenin gözüydü ışın kılıcı gibi karşısındakini kesitlere ayıran), yeşil ağaçtı, yeşil huzurdu, tembelce uzanmayı hayal ettiğin çimendi, sahaydı heyecanlı maçların yapıldığı. Yeşil “geçebilirsin” rahatlığıydı, mutluluktu, umuttu, daha hatırlayamadığım bir sürü şeydi yeşil. Bir ders sonra kompozisyonları okuduğumuzda kocaman bir on almıştım; yeşil tatmindi, şımarıklıktı, biraz daha mutluluktu…
Keşke hep öyle kalsaydı yeşil, hep umut kalsaydı, hep mutluluk kalsaydı. Yeşil artık benim için bir kazak, geçenlerde yaktığım…
Güzel bir mayıs sabahıydı. Vapurla karşıya geçip o benim çok sevdiğim kahvede kahvaltı yapmak için plan yapmıştık onunla. Buluştuğumuz yerde etraftakilere duyurmamaya çalışarak “ Ne güzel olmuşsun böyle” demişti, ben de şımarıkça gülümsemiştim. Hava çok soğuk olmadığı halde montum çeneme kadar kapalıydı çünkü altına giydiğim gömleğin düğmesi çok uygunsuz bir yerden çok uygunsuz bir zamanda firar etmişti. Karşıya geçene kadar hava, montuma inat yaparcasına ısındı, kahvaltıya gitmeden önce çözmemiz gereken bir gömlek krizimiz vardı artık. Günlerden Pazardı, Üsküdar yeni uyanıyordu. Ne yapabiliriz diye boş boş dolanırken ortada, o an etrafta açık olan tek mağazayı gördük. İçeri girdik ne aradığımızı çok da bilmeden. Askıdakilere bakmaya başladım. Kocaman yaprakları, çiçekleri olan kocaman gömlekler, upuzun tişörtler, pek de kaliteli olmayan anne bluzları vardı. Tam çıkmaya yeltenmişken o kazağı gördüm. Mayısla beraber, pazarla beraber, güneşle beraber, denizle beraber, Üsküdarla beraber, sevgilimle beraber, montumun altındaki kahverengi gömleğimle beraber bana gülümsüyordu ( kahverengi gömleğim aslında durumla dalga geçip kıkırdıyordu gülümsemekten çok) . Uzandım, açıp baktım, merserizeydi, kolları biraz uzuncaydı ama çok tatlı bir yeşildi, çok da sportif görünüyordu ( en azından o mağazadaki en sportif şeydi) , kotun üstüne yakışırdı. Baharda rahatlıkla giyerdim ben bunu. Fiyatını sorduk, kahvaltıya vereceğimiz paradan daha ucuzdu. Deneme kabinini gösterdiler. Dükkan sahiplerinin pek de bizimle ilgilenir gibi bir halleri yoktu. Kabine girdim. O dışarıda beni bekliyordu, kabinin hemen yanında. Kazağı giydim, kabinin içindeki aynaya baktım, yakışmıştı. Perdeyi açıp “Nasıl olmuş?” diye sordum. “Bakayım” dedi, bir yandan uzaktaki satıcıları gözleyerek kabine daldı. Sonra… Sonra o kazağa baktığımda defalarca hatırladığım o kaçamak sarılma ve o öpüş… Dükkan sahiplerine yakalanma korkusu muydu o anı o kadar müthiş yapan yoksa her zamanki öpüşlerinden biri miydi bilmiyorum…
Şimdi düşünüyorum da , ne kadar parlaktı o yeşil kazak, neredeyse fosforluydu. Nasıl aldım o kazağı diye düşünüyorum. Ama hatırlıyorum, o gün benim aklım bir karış havadaydı, kafamı kaldırsam görecektim, o gün benim aklım da fosforluydu…
Keşke hep öyle kalsaydı yeşil, hep parlak kalsaydı, hep fosforlu kalsaydı. Yeşil artık benim için siyah kül, geçenlerde çöpe attığım…
O kazağı alırken onu yalnızca bir kez giyeceğim aklıma gelir miydi… Gelmemişti… Tıpkı onu daha sonra bir daha görmeyeceğimin aklıma gelmediği gibi. Ben bir gün telefonda sustuğumda yeşil kazak dolaptan beni dinliyordu. Başka bir gün, o telefonda ağlayarak “bir şans daha olabilir mi” dediğinde, ben ağladığımda, yeşil kazak da ağlıyor muydu? Kazaklar ağlar mıydı? Belki o öpüşü görenler ağlayabilirdi, olabilir miydi? Bir yaz geçti, yeşil kazak koyduğum köşeden suçlu suçlu bana baktı. Bir kış geçti. Ben suçlarcasına yeşil kazağa baktım. Bahar geldi. Her şey affedilecek kadar unutulmuş mudur dedim. Yeşil kazak giyilecek kadar olmuş mudur? Yaralar kabuk bağlamış mıdır? Önceki kız olsa “hiç işim olmaz “ derdi. Önceki kız olsa “ben işime bakarım” derdi. Bu kız neden yeşil kazağı giyemiyordu. Kazağı kapıcının kızına mı vermeliydim? Bu kız neden kapıcının kızının üzerinde bile görmeye dayanamayacağını söylüyordu? Yeşil kazak şu lavaboda yansa içimdeki özlem de onunla beraber kül olup gider miydi? Yeşil kazağın külleri lavabodan akıp gittikçe benim de içim boşalır mıydı? Bir yıldır boğazımda taşıdığım yumruyu da alıp götürür müydü peki?
Bu bir ayin olmalıydı. Yeşil kazaktan ve bütün yeşil duygulardan kurtulmalıydım. Mutfağa gittim. Lavaboya koydum kazağı. Kibriti getirdim. Yakıp üzerine bıraktım. Duymaya başladığım çıtırtı içimden mi geliyordu? Yeşil kazak giderek siyah külden bir kazağa dönüşüyordu. İşin ilginç yanı , lavaboya katlanmış olarak koymuştum ve o öylece, katlanmış olduğu halde, şekli hiç bozulmadan yanıyordu, sessizce, itiraz etmeden, isyan etmeden. Peki bu burnuma gelen kötü koku içimdeki kötü duyguların yanarken çıkardığı koku muydu? Yoksa? Yoksa yanmakta olan lavabo borusunun kokusu mu? Olacak iş değildi, lavabonun borusundan yanık plastik kokusu geliyordu. Bu ayini burada bitirmezsem artık bir lavabo borum olmayacaktı. Hayat neden hep hesapta olmayan şeylerle doluydu. Kazak yanmaya devam ediyordu. Başımı lavaboya doğru uzatsam, dakikalardır yanaklarıma akıttığım göz yaşlarımı üzerine akıtsam söner miydi bu ateş? Denemedim… Musluğu açtım. Duyduğum o “coosss” sesi kazaktan mı gelmişti kalbimden mi? Bilmiyorum… Biraz soğumasını bekledim. Artık siyah olan kazağı kalıp halinde alıp siyah bir poşetin içine koydum. Evin kapısını açtım. Biraz önce koyduğum çöp poşetinin yanına bu siyah poşeti de koydum. Biraz sonra kapıcı gelirdi, kim bilir belki kızı da yardım ederdi ona bugün bazen yaptığı gibi. Sonra bütün o çöplerle beraber bir zamanlar tutkulu bir öpüşe şahitlik etmiş olan o kazak ( ve sonrasında ağlayarak uyanmalara şahitlik etmiş, uyuyamayarak ağlamalara şahitlik etmiş kazak) çıkıp gidecekti hayatımdan. Oysa bu hikayedeki en masum şeydi o kazak…
Keşke herşey masum kalsaydı… Keşke herkes masum kalsaydı…
BEĞEN
Paylaş
Paylaş
Kapat
Saat: 06:23
Hoş Geldiniz Ziyaretçi
Ücretsiz
üye olarak sohbete ve
forumlarımıza katılabilirsiniz.
Üye olmak için lütfen
tıklayınız
.
Son Mesajlar
Yenile
Yükleniyor...