Arama


Şeb-i Yelda - avatarı
Şeb-i Yelda
Ziyaretçi
21 Temmuz 2014       Mesaj #170
Şeb-i Yelda - avatarı
Ziyaretçi

Kendimize Karşı Samimiyet


Kendimize Karşı Samimiyet Ergün Arıkdal Egomuzu güçlendirmek adına kendimize yalan söyler, kendi gözümüzü kendimiz perdeleriz. Ancak, yalancının mumu yatsıya kadar yanar. Bilgi güneşi karşısında, tüm sahte benliklerimiz ıstırapla erimeye mahkûmdur. İnsan, öncelikle kendine hilekârdır. Kendi özümüze, yani bireyselliğimize karşı içten davranmıyoruz. Daima kendimizi aldatmak istiyoruz. En azından egomuzu ya da dünyasal kişiliğimizi güçlendirmek için kendimizi aldatırız. Egomuzu tatmin ettiğimizde, yani kendimizi kabadayı, yüksek, üstün, becerikli gördüğümüz zaman, kendimizi mükemmel bir insan zannederiz. İşte incelik buradadır, çünki insan kendi kendini mükemmel bir biçimde aldatır, önce kendine yalan söyler. O hâlde, bu hilekârlığımızı bilerek, çok acımasızca vicdanî bir düelloya girmek' zorundayız. Kendi kendimizle mücadele etmekten başka çıkar yol yoktur. Vicdanî savaş kazanamadıkça, dünya savaşı kazanılamaz. İsa'nın, "Ben dünyayı yendim." demesinin en büyük anlamlarından biri budur. Çünki yaptığı her iş vicdanına uygundur. Daha doğrusu, dünyasal hiçbir etki ya da yanılsama, onu, benimsemiş olduğu gerçekleri uygulamaktan alıkoyamamıştır. Onların yanılsama olduğunun, insanların yanılsamalarla meşgul olduğunun farkındaydı. Güç sahibi, iktidar sahibi, para ve makam sahibi olmak gibi şeylerin her birinin geçici şeyler olduğunu çok iyi biliyordu. Nitekim, eski paraların sergilendiği bir müzeye giderseniz, nice büyük imparatorların mühürlerinin sadece paraların üstünde kaldığını görürsünüz. Bu, büyük bir ör*nektir. Para basacak kadar güçlü, altın bastıracak kadar zengin bir insanın bütün hatırası bir baskıdan ibaret kalmıştır. O hâlde, hilekâr insana karşı uyanık olmak zorundayız. Yani kendimize, kendi ayak oyunlarımıza, egoizmamızın saptırmalarına, kitabına uydurmalarına karşı uyanık olmamız gerekmektedir. Dışsal olmasa bile içsel olarak kendi davranışlarımızı kontrol etmek, bir mekanizma tahtında onları elekten geçirerek süzmek ve mümkün olduğu kadar işin doğrusunu ortaya çıkarmak zorundayız. Böyle bir bilgiyi bilen ve anlayan insanın bunu uygulaması gerekir. Bunun, yaşla başla hiç ilgisi yoktur. Küçük çocuğun da kendine göre bir eleştirisi vardır, yaşlı bir insanın da. Önemli olan, bu çabanın hiçbir zaman eksik edilmemesidir. Hiçbirimiz gerçeğin merkezinde yaşamıyoruz. Hiç kimse, "Evrenin yegâne gerçeği benim elimde." diye bir iddiada bulunamaz. Çünki insanların elinde gerçek diye bir şey yoktur. Bu dünya, kutsal kitapların çoğunun bahsettiği "aldanma dünyası" ve "geçici bir yer"dir. Hint mitolojisinde, İncil'de, Kur'an'da, Popol-Vuh'da, yani çok değişik tarihlerde, çok değişik kavim ve kültürlerde de dünyanın bir yanılsama, geçici bir emanet yeri olduğu anlatılmıştır. Nitekim, dünyasal kişiliklerimiz de yanılsamadır; aslolan özümüz, yani ruhsal bireyselliğimizdir. Bütün bunlar, bir tür yılgınlık psikolojisinden mi ileri geliyor? Hayır, hiç ilgisi yok. İnsanları, kendi şuur hayatlarının çalkantıları içerisine, gerçek oluşum içine çekmek istiyorlar. Kendimizi incelememiz ve değerlendirmemiz gerekir. Çünki amaç budur. Yeryüzüne inişimiz, insan olarak ortaya çıkışımız doğanın bir uru, bir ürünü, bir acayip tomurcuğu değil de, insan özellikleriyle yaratılmış bir varlık olduğumuz içindir. Dünya, bir bitki, hayvanat ve insanat bahçesi, imal edilmiş bir yerdir. Burada bütün olup bitenler bizatihi kendisi için değildir. Ve bize, evrenin gerçek sırları hiçbir şekilde açıklanmış değildir. Bizler şimdilik, önümüze konanla meşgul olmak zorundayız. Belki çok ileri aşamalarda, neden ve niçinlerin bir cevabı vardır. Böylesine, her şeyiyle inceden inceye hazırlanmış bir ortamda insan, asla doğanın bir uru olamaz. Çünki evren başıboş ve amaçsız değildir. Vicdanlı olmak isteyen ya da eksik olan bir yönünü değiştirmek isteyen birisi bunu nasıl başarmalıdır? Zorla da olsa ben, olmak istediğim gibi, şeklen mi gözükmeye çalışmalıyım? Bu, vücuduna bol elbise giymeye benzer. Zorla güzellik olmaz. Bir yerde sırıtır. Galiba en iyisi, olduğu gibi görünmektir. Sunîlikten, samimiyetsizlikten uzak olarak olduğu gibi görünmektir. Poz takınmadan, gösterişli davranmadan, başkasını kandırmaya kalkmadan, ki önce kendini kandırmaya kalkmadan ve başkası tarafından da horlanmak, kınanmak, ayıplanmak, acaba ne derler vs. demeden, gerçekten samimî olarak, olduğu gibi kendini ortaya koyabilmek büyük bir meziyettir. Hatta bir istidattır. Bunun da ötesinde, büyük bir ruhî kabiliyettir. Samimî hareket edebilmek, olduğu gibi görünmek demek, samimî olmak demektir. Bu, gerçek samimiyettir. Kişilik maskelerinin giderek azalmış olması demektir. Maske çoğaldıkça, hiçbir zaman olduğun gibi gözükmüyorsun ki, sen kimsin? Burada böylesin, evde söylesin, iş yerinde böylesin, sinemada söylesin. Kimsin, neredesin sen? Hangisisin? Benimle konuşurken böyle konuşuyorsun, annen ve babanla konuşurken şöyle konuşuyorsun. Karınla, kocanla konuşurken daha başka, seneler sonra bir okul arkadaşını görüyorsun, onunla birtakım konuşmalar yapıyorsun. İş yerindeki arkadaşınla başka türlü, buradaki arkadaşınla daha başka türlü konuşuyorsun. Sen kimsin? Sen neredesin, hangisisin? Bu personalar, bu maskeler azaldıkça samimiyet ortaya çıkar. Olduğundan başka görünmemeye başlamak çok büyük bir meseledir ve insanı uyanışa götüren, aydınlığa çıkaran bir meseledir. İşte, insanın insanla mücadelesi bu noktada başlıyor. İnsanın mücadelesi, olduğu gibi görünebilme azmiyle başlar. Demek ki, en büyük çalışma hayat çalışması (amel), olduğu gibi görünebilme hâline girmektir: Çeşitli personalardan, çeşitli kimliklerden arınmak, sahte kişiliklerden arınmak, poz takınmalardan arınmak... En büyük vazifelerimizden biri budur ve bunu da ancak, önce kendimize samimî olmakla başarabiliriz. Bu durumda bilmeliyiz ki, kişilikle bireysellik birbirinden farklı olan iki kavramdır. Herkes, "kişiliği çok gelişmiş" insanlara saygı duyar. Ancak bu yanlış bir deyimdir. Kişilikle bireysellik birbirine karıştırılmaktadır. Kavramlar üzerinde çok iyi durmak gerekir. Kişilik her zaman değişebilen, kaypak ve bizi en çok aldatan bir yönümüzdür. Her an kendimize ayrı bir poz verebilir, ayrı pozlar takınabiliriz. Kişilikler çok çeşitli görünüşler altında oluşmakta. Örneğin, bir yaşından seksen yaşına kadar, en azından seksen türlü kişilik sahibi olabilirsiniz. Bunlardan hangisi,bizim özümüzü temsil eder? Tabi ki hiçbiri. Farklı karakterlerimiz kişilikle ilgili ve yok olup gidecek nesnelerdir. Kaybolurlar, ama bireysellik içimize, özümüze ait bir benliktir. Asıl gelişmekte olan budur. O geliştiği zaman, artık bizim kişiliğimiz giderek kaybolur, yani taklitçiliğimizi kaybederiz. Birtakım yanlış imajlara bağlanma, kendimizi onlarla bir görme, aynı kimlikte görme, özdeşleşme kabiliyetimizi kaybederiz. Böylece daha sade, daha öz ve daha parlak yanlarımız ortaya çıkmaya başlar. Bugün böyle, yarın öyle değil. Bir yerde her insan, kişilik sahibi olduğundan politi*kacıdır; ancak bu, hayat politikasıdır. Herkese ayrı yüz gösterme konusu. Böyle bir politika, kişilik geliştikçe daha çok artar. Bireysellik geliştikçe, insanlar politikacı olmaktan kurtulurlar. Çok düzgün, çok az değişen, bildiği, düşündüğü ve yaptığı belirli, güvenilir insan olur. Çok kişilik sahibi insanlar, güvenilir insanlar değildir. Kişilikler yapaydır, ama bireysellik bizim özümüze aittir. Varlığımız yapay değildir. O bir emek ürünü, büyük bir çabayla, ıstırapla yoğrula yoğrula oluşmuştur. Dış zorlamalarla, dış etkilerle değişmez. Kişi korkar, kişi yalan söyler, kişi ikiyüzlülük eder; kişi, her türlü duygusallığı kendi çıkarları için kullanan bir varlıktır. Bunların doğuş sebebi, doğrudan doğruya ruh varlığının fizik bedenle ilişkisinden meydana gelmiş bir garip durumdur. Her ruh varlığı, fizik evrende var olabilmesi için bir araca muhtaçtır. Biz de bu araca beden diyoruz. Beden fizik yasalara, biyolojik yasalara bağlıdır. Bütün madde yasaları eksiktir, esnek değildir, kesik kesiktir ve kendilerine göre bir çekimi vardır. Ruhsal varlık, bu nedenle, biraraya geldiği zaman bedeninin etkisi altında kalır. Bu durumda yeniden kendisine ait bir bünye yaratmak zorunda kalır. Biz buna kişilik diyoruz. İşte, insanın bireysellik gelişimindeki bir görevi de, farklı farklı karakterler arasında kendi özünü devamlı gözlemleyebilme yollarını araştırmasıdır. Yani kendini tanıyabilme gayretini göstermesidir.

Ergun Arikdal
Son düzenleyen Safi; 20 Haziran 2016 04:15