Sana Bir Hayat Borçluyum!
Bu sessizlik ürkütüyor beni. Cehenneme özgü bir sessizlik olmalı bu. Bilirsiniz, her şeyin aşırısını cehenneme mal etmek adettendir. Cehennemin kendine has çekiciliğine kapılırız çoğu zaman; galiba sırf bu yüzden günlük yaşantımızı cehenneme çevirmeye çalışırız. Gülmeyi, oynamayı veya mutlu olmayı yasaklayan ebeveynlerin, uydurdukları yasakların eşliğinde, doğduğumuz günden beri uygulamaya bayıldıkları iğrenç bir planın oyuncularıyız aslında. Şaha giden yolda, gözden çıkarılan işe yaramaz piyonlar gibi. Oysa işe yaramaz piyonlar sayesinde mutlu sona ulaşılır çoğu zaman.
Mutfaktan sürükleyerek getirdiğim ve biraz önce tıslamaya başlayan dolu mutfak tüpünün iğrenç kokan sessizliğini bozmak için küçük odamı adımlarken, çıplak ayaklarımın ezdiği tahta döşemeden yükselen, insanın sinirlerini bozan gıcırtılar dışında, bu mevsimde yaşamaması gereken yarı ölü bir sineğin vızıltısı ve kendi nefesimi duyabiliyorum; bir de kafesinden fırlayıp gidecekmiş gibi çırpınan yüreğimin atışlarını net olarak.
Boşandıktan sonra dikiş tutturamadım yaşamda. Bir bilinmeze doğru sürükleniyorum; ardıma alacaklıları da katarak. İş adamı veya en azından küçük bir bakkal dükkanının sahibi olsam, “Ben bittim, iflas bayrağını çektim” diyeceğim. Böyle bir bahanem yok. Maaşım, kiramı, faturalarımı, taksitlerimi ödemeye yetmiyor. İki haftaya kadar haciz memurları Azrail gibi dayanacaklar kapıma. Yumruklayacaklar; açmazsam kapıyı, kıracaklar. Onlar için anlam taşımayan kitaplar ve plaklarım hariç, evde ne var, ne yok yüklenecekler. Meraklı komşular, bellerine kadar sarktıkları pencere ve balkonlardan apartman girişine dayanan kamyonu, “Ay kız komşu, bu adamdan hep şüphelenmiştim zaten. İyi de kazanıyor diyorlar. Ben başkalarının yalancısıyım; içkiye, kadına düşkünlüğü varmış. Eğer doğruysa, daha beter olsun. Gül gibi karısını elinden kaçıran adamdan hayır gelir mi hiç?” deyip izleyecekler. Evet, ben bittim. Yıllardır görüşmediğim kardeşlerim ve biricik arkadaşım Haluk hariç, şu koskoca dünyada kimim kimsem yok ki, bana yardım etsin. Ölmeliyim, bu utançtan kurtulmamın tek yolu bu. Peki, ben ölünce kim ödeyecek borçlarımı? Bu da laf mı? Bana ne!
Her duvarını ayrı bir renge dönüştürdüm odamın. Koyu kırmızı ve çivit mavisi karşılıklı iki geniş duvar, yaşamın iki önemli sıvısını, kan ve suyu hatırlatıyor bana. Boğulurken denizde, insan kan kusar mı acaba?
“Ah denizde ölsem
Su yutarak değil
Çırpınarak değil, insaf
Altımda çivit mavisi tekne
Gökyüzünü martılar kaplasa
Ha gayret deyip küreklere
Gözlerimi kapasam birden
Denizde ölsem ne olur?”
Dar duvarlar, duvar olarak önem taşımıyor benim için. Çoğu zaman onların varlığını bile hissetmem, görmezlikten gelirim. Dört duvarı tamamlayan iki küskün yükseltidir onlar benim gözümde. Olması gereken, ama duvar olmaktan çıkmış, kimlik değiştirmiş ucubeler. Kapının yanındaki dar duvarı sarıya boyamıştım yıllar önce, karşısındakini ise beyaza. Zeminden tavana kadar rafla kaplamıştım onları. Onlara dev bir kitap gözüyle bakıyorum; duvarı değil, renk renk, cilt cilt kitapları görüyorum her bakışımda. Okumak için bir kitabı elime aldığımda, rafta oluşan küçük boşluktan, bir anahtar deliğinden çıplak bir kadın bedenine bakar gibi heyecanla bakıyorum; evet beyazmış, ihmal edilmiş bir beyaz. Beyaz olmaktan sıkılan, hatta kirli beyaz olmaktan utanç duyan bir duvar.
Böyle sessiz sedasız gidemem. Haluk’un haberi olmalı. Cansız bedenim günlerce şu odada kalsa, merak edip de kapımı çalan olmaz. Kokudan rahatsız olan bir komşularım bulur neden sonra çürümüş bedenimi; belki de, görev aşkıyla yanıp tutuşan haciz memurları. Vefalı dostumu aramalıyım. Telefon etsem, koşup gelir. Ona bir hayat borçlu olurum böylece. Borçların en kötüsü hayat borcu olmalı; kolay kolay ödenecek cinsten değil. Bir ileti yazmalıyım. Öyle bir sigara istiyor ki canım, yakamam, benimle birlikte bütün binanın havaya uçması anlamsız olur. Apartman sakinleri, aynı kaderi paylaşacak kadar tanımıyorlar beni.
“Dostum, sana bir iyi, bir de kötü haberim var. Herkesin yaptığı gibi, önce iyi haberle değil, kötü haberle başlamak istiyorum. Yarın bana gelemeyeceksin, çünkü ben olmayacağım. Hazırlayacağım acılı ezmeyi, şeker gibi kavunu, pastırma dilimlerini, nefis köfteleri, çoban salatayı ve en kalitelisinden beyaz peyniri unut.
İyi habere gelince... Ben öldüm dostum. Cenaze masrafları için sana bir miktar para bırakıyorum. Kitaplıktan “NASIL YAPMALI”nın ikinci cildini bul. Sayfalarını parayla doldurdum. Senden ricam, tabutumu omuzlayıp da kendini yorma. Bilirsin, bu eziyete değmem. Büyük ihtimal sahipsiz ölü muamelesi göreceğim. Çelenk falan istemem. Zaten bıraktığım para, bunun için yeterli değil. Kendimi kötü hissediyorum. Nefes alamıyorum. Yazamayacağım. Önemli bir hatırlatma: eve girmeden önce sigaranı söndürmeyi unutma...”
En rezil yöntem bu olmalı. Ben gaz kokusundan ve kusmaktan nefret ederim. Hele ki midemde kusacak şey kalmadıysa. Yarın akşam Haluk gelecekti. Zorla renkli odama sokacaktım onu, içecektik; hem de birbirimizi tanımayana dek. Olduğumuz yerde sızıp kalacaktık. Sabah dayanılmaz baş ağrılarıyla uyanacaktık, eşek yüküyle dayak yemiş gibi. Akşamla ilgili tek kelime bile etmeden, şekersiz kahvelerimizi içecektik. Sevgili dostum kollarını sıvayacaktı bir güzel; yine temizliğe girişecekti. Dağ gibi yığılmış bulaşıkları, kurumaya yüz tutmuş kusmukları, sigara izmaritleriyle tepeleme dolu kül tablalarını sihirli bir değnek yardımıyla bir çırpıda temizleyecekti. Evin tüm pencerelerini sonuna kadar açacaktı. Eve dolan temiz hava ve güneş sayesinde, bir sonraki buluşmamıza yetecek kadar taze kan depolayacaktım damarlarıma. Ne yazık! Yaşam benden, sevebileceğim güzelliklerini, nimetlerini nedense hep esirgedi. Bana eziyet çeken, sızlayan, kahreden, başarısız, sinik, iğrenç çehresiyle göründü. Bu şartlar altında bile onu kabullenebilmeyi, her şeye rağmen ‘yaşamak güzel’ diyebilmeyi ne kadar çok isterdim. Oturduğum sandalye altımdan kayıyor gibi. Her an yere kapaklanabilirim. Yatağa kadar gidebilsem, uzanabilsem... Bir adım, iki adım; başardım.
Lise son sınıftaydım. Az önce omuz omuza mücadele verdiğim arkadaşlarım, elleri taşlı-sopalı kalabalığı görünce korkmuşlar, çil yavrusu gibi dağılmışlardı. Tek başıma kalmıştım koca bir orduya karşı. Direnebildiğim kadar direnmiş, iş çığırından çıkmaya başladığında da okulun üçüncü katından atlayıvermiştim. Aşağıda iş kamyonlarının yeni döktüğü nemli kum tepeciklerinin üstüne bırakmıştım kendimi. Kapının ardına, sınıfta ne kadar sıra, masa, dolap ve sandalye varsa yığmıştım. Kapıdaki düşman tekmeliyordu, itiyordu, küfrediyordu. Sonra, okulun girişinde, her birinde kocaman beyaz harflerle “Y A N G I N” yazan altı kovayla dizayn edilmiş kırmızı köşedeki balta ve kazmalar girmişti işin içine. Kapı kırılmak üzereyken, ortasında kara bir delik açılmıştı büyük bir patlama eşliğinde. Mermi, kapıda bir delik açtıktan sonra, saçlarımı yalayarak ardımdaki duvara saplanmıştı. Korkuyla pencereye çıkıp, kendimi boşluğa bıraktığımda, bir saniye bile sürmeyen o kısa düşüş anında ölümün ıslak heyecanını bacaklarımın arasında hissetmiştim. Demek ki ölüm, koca bir yaşamdan alamadığım zevki, o kısacak ana sığdırabilecek kadar cömertti.
Galiba bir cinnet anımda, kırmızı duvara “NASIL YAPMALI?” diye yazmışım kanımla. Çivit mavisi duvara yapışık yatağımda, kül tablasına her uzandığımda gözüme giriyor bu soru. Ne amaçla yazmışım, bilmiyorum. Ben mi yazmışım; ondan bile emin değilim. Bilgisayarın monitörüne bir damla kan düşmüş; o bir damla, ekranda zikzaklı bir yol çizmiş, ortalarda bir yerde donup kalmış. Tam bir bunalım anı görüntüsü. Sanat eseri mübarek; kıyamadım, silmedim; öylece kaldı. Haluk’a kalsa, kötü enerji yayıyormuş, hatta mikrop saçıyormuş, hemen temizlenmesi gerekiyormuş. Her defasında şiddetle reddettim.
Ölümü kıl payı kaçırmıştım o gün. Zorunluluktan üçüncü kattan atladığım ve büyük zevk aldığım o olaydan iki yıl sonra, çektiğim büyük ıstıraptan ötürü pişmanlık duyduğum bir girişimdi. İşsizdim ve işin iyisi kötüsü olmaz diyenleri haklı çıkaracak bir işte, karşı sokaktaki geniş arsaya kurulu ardiyede odun kırıcı olarak çalışıyordum. Yeni nişanlanmıştım o sıralar. Kalın ve sert meşe kütüklerini küçük odun parçalarına dönüştürürken, önceleri su toplayan ve sızlayarak patlayan, zamanla nasırlaşan ellerimle okşadığım gün Günseli’nin yumuşak yanağını, kız nedense irkilmişti; sert bir kayaya çarpan küçük bir tekne gibi. “Bu işten kazandığınla karnımızı doyurabilecek miyiz?” diye sormuştu gözlerini gözlerimden kaçırarak, aşağılar gibi. Oysa onun güzel gözlerine dalıp gitmek öyle hoşuma giderdi ki! “Hayır!” demiştim, sağ elimde tuttuğum baltayla sol bileğimi keserken, “Aylardır bu işi yapıyorum ben. Sonsuza dek bu işi yapacak değilim ya! Boş durmuyorum, daha ne? Üstelik sana, bu ardiyenin sahibiyim dememiştim ki!” Çeliğin keskin ve parlak yüzünün çekiciliğini, ilk kez hissetmiştim. O kış, bu koca şehrin birçok evinde, kanıma bulanmış odunlar yakılmıştı; onlarca bacadan yükselen, kimsenin işitemediği tiz bir çığlığın eşliğinde. Yalnızca acı çektiğimi hatırlıyorum. O dayanılmaz acı, alacağımı umduğum zevki bastırmıştı. Nişanlımın bana bir böcek gibi baktığı ve ardına dönerek koşarcasına uzaklaştığı anda hissettiğim acıdan da büyük. Bileğimden fışkıran kanları, başından çıkardığı kirli takkesiyle durdurmaya çalışan patronum, beni bir taksiyle hastaneye yetiştirmişti. Fazla kan kaybetmiştim. Bir gece yatmıştım hastanede. Patronum, sabah beni hastaneden çıkarmak için geldiğinde, bana gülümseyerek bakmıştı ve “Evlat” demişti, “Allahtan kanın kolay bulunur cinstenmiş. Genel alıcıymışsın. Ne demekse? Ben olmasaydım tahtalı köyü çoktan boylamıştın. Sakın unutayım deme: bana bir hayat borçlusun!”
Yarı ölü sinek dayanamadı, tam bir ölü oldu biraz önce. Ben de, odamın çivisi çıkmış döşemesinde, sinirlerimi bozan gıcırtılar eşliğinde yürümüyorum artık. Galiba midemde çıkaracak ifrazat kalmadı. Sürekli böğürüyorum. Başım ağrıyor, aslında bir ağrı kesici alsam geçebilir; ama midem kabul etmez asla, onu da çıkarır. O sineğin yerinde olmak isterdim, zaten ölecekti, zamanı gelmişti; biraz öne aldı gidişini, şerefli bir şekilde öldü. Hayatının en sert ve son pikesini yaparak. Şöyle havada bir an asılı kalıp, külçe gibi yığılmadı yumuşak halının üstüne. Tavana kadar yükseldi en son hızla, ardından pike yaptı, su dolu bardağa doğru. Ölürken şehitlik mertebesine yükseleceğine yürekten inanan bir kamikaze pilotu gibi. Oysa, ben uzanmış, tembel tembel ölümü bekliyorum. Sanki birazdan kapı yavaşça açılacak ve ölüm denen muamma içeri süzülecekmiş gibi, gözlerimi açık tutmaya çalışıyorum; o kadar. Gelecekse gelsin artık, kol kola girip, bilinmezliğe doğru zevkli bir yolculuk yapalım. Hayatımın en tuhaf, en yalnız, en dingin, en maceralı, en tedirgin ve en huzurlu yolculuğuna çıkmaya hazırım. Bu defa olacak, olmalı!
Bir Mayıs sabahı, daha doğrusu sabaha doğru, yatağıma uzanmış halde, kulağıma dayadığım pilli radyodan, meymenetsiz bir spikerin okuduğu son dakika haberlerini dinlemeye koyulmuştum. İçimi kaplayan heyecan, “Ne yatıyorsun, kalk, bir şeyler yap!” diyordu bana, “Tarihe geçmek için bundan daha iyi bir fırsat bulamazsın.” Evde bir başıma, “Düşün üstümden” diye kovmaya uğraştığım, bana sakız gibi yapışan inatçı sanrılarımla boğuşuyordum. Elimi çabuk tutmalıydım. Önceki kiracıların beşik için çaktığını düşündüğüm tavandaki çengellerden birine, bir çırpıda kement haline getirdiğim çamaşır ipini bağladım. İç çamaşırlarımı değiştirdim, çizgili pijamalarımı giydim ve raflarda hiçbir şeyden habersiz uyuyan kitaplarımdan birkaçını derin uykularından uyandırarak bir idam sehpası hazırladım. Yatağa oturup beklemeye başladım. Zaman geçmek bilmiyordu. “Son isteğin nedir?” diye sordu cellat rolündeki ben, bana; “Vişneli dondurma” diye cevap verdim. Cellat rolündeki ben, elinde tuttuğu paketten bir sigara çıkardı ve yaktı. “Bu saatte zor,” dedi, dumanı tüten sigarayı bana uzatırken; “İstiyorsan bir sigara içebilirsin!” “İstemiyorum!” diye haykırdım, “Vişneli dondurma yoksa, son isteğim de yok!” Pek de sağlam olmayan kitaplığa dayandı ve elindeki sigarayı güzelim halının üstünde söndürdü. “Dikkat et!” dedim celladıma, “Canlı canlı yanacağız. Kızararak mı ölmemi istiyorsun sen?” Ardından üç delikanlı gibi slogan atmak geldi aklıma. Hangi güç bana bu anlamlı cümleyi söyletti, bilmiyorum? “NASIL YAPMALI?” diye haykırdım. Duvarlardan yankılanan ses, kulaklarımda patladı. Kendi sesim, bana çok yabancı gelmişti. Dışarıda, üç delikanlıyı uğurlamaya hazırlanan “sarı bir yağmur” yağıyordu. “Bir dakika!” diye haykırdım, “Beni onların yanına gömün. Son isteğim bu!” “Bu imkansız” dedi cellat ben, “Bu hak onlara bile tanınmazken, sen ne cüretle böyle bir istekte bulunabilirsin? Yerin kulağı vardır derler. Bu söylediklerin suç, bilmiyor musun?” Cellat ben, beni iterek götürdü sehpanın yanına. Kendi isteğimle çıktım yükseltinin üstüne. Cellat ben, kemendi boynuma geçirirken yardım bile ettim. Bu davranışım sayesinde, giderayak övgü bile aldım cellat rolündeki benden. Kitaplarla yaptığım yükseltinin üstünde dengede durmaya çalışırken, idam sehpası dağıldı, boynumdaki kementle boşlukta çırpınmaya başladım. Üç delikanlı ölüm için korkusuzca sıralarını beklerken, ben ölüyordum. Tavandaki çengel ağırlığıma ve çırpınmalarıma dayanamadı birkaç saniye daha. Kocaman bir sıva parçasının kafama indiğini hatırlıyorum. Kendimden geçmiş halde, yerde boylu boyunca uzanmışken -ne kadar zaman geçti bilmiyorum- bacaklarımın arasındaki ıslaklığı hissettim bir kez daha. Üç delikanlıya yoldaşlık edememenin üzüntüsü yıkmıştı beni. Cellat ben, kendime gelmemi bekliyordu. “Beceriksizliğim sayesinde ölümden döndün” dedi, sinirli bir şekilde, “Biliyor musun, bana bir hayat borçlusun!” Günün ilk ana bülteninde işini en iyi şekilde yapmaya çalışan spikerin okuduğu haberler çoktan bitmiş olmalıydı. “Yurttan Sesler Erkekler Korosu”nun söylediği -o hüzünlü ana hiç de yakışmayan- eğlenceli bir türkü çalıyordu; sanki kutlama yapılıyormuş gibi: “Damda bacaları hey aman - adam mı sandın - sürmelim aman...”
Hiç acelesi yoktu mutfak tüpünün. Ölümü, belki de yaşamın benden sürekli esirgediği güzelliklerini yüreğimde hissetmem için zaman tanıyor gibiydi. Canım ıslık çalmak istiyor. Islık çalarak, dalga geçerek karşılamak istiyorum ölümü. Ondan korkmadığımı kanıtlamam gerekiyor. Ama bir türlü dudaklarımı büzüştüremiyorum. Ağlamakla gülmek arasında bir duygu. Kaynağında akmaya hazır iki damla gözyaşına karşın, dudaklarımda engelleyemediğim bir tebessüm var. Şu anda mutlaka çok aptal görünüyor olmalıyım. Aynaya bir bakabilsem. Ne gerek var, ürkebilirim aynadaki yansımamdan, son anda vazgeçebilirim. Gaz ve kusmuk; bu iğrenç kokuya daha ne kadar katlanabilirim?
Karım, en küçük bir açıklama bile yapmadan, kapıyı yüzüme çarptı ve gitti. “Lanet olsun” diye bağırıyordu giderken, “Yaptığım fedakarlıklar boşunaymış. Ömür törpüsüsün sen. Senin gibi bir deliyle, aynı evde bir dakika dahi yaşayamam. Bıktım senden de, kuruntularından da, kaprislerinden de. Yüzünü şeytan görsün...” Kitaplarımla tıka basa dolu bu rengarenk odaya hapsetti beni. Belki de ben böyle algıladım. Perdelerini sımsıkı örttüğüm bu odadaki kokum, “beni bırakma” diye yalvarıyor; o ağlamaklı sesi duyabiliyorum. Evimin öteki yüzünü unuttum bile. Sadece evden kısa süreli ayrılışlarda, yani bakkala, çarşıya giderken, yaşadığım bu evin iki odası, hatta geniş bir salonu olduğunun ayrımına varırım. Her duvarını ayrı renge boyadığım odamın dışında, sokak kapısını, banyoyu, mutfağı ve alaturka tuvaleti kullanırım zorunlu olarak. Bunların dışında evime o kadar yabancıyım ki, bir gün gelip de, kapıdaki kilide ******** anahtarın artık dönmeyeceğini düşünür, korkarım.
Yaşadığımı, nefes aldığımı, yürüdüğümü, rakıyı bol sulu içtiğimi kaç insan biliyor ki? Bu şehir bana düşman, beni yok sayıyor, bünyesi kabullenemedi beni. Otobüslerinde oturabileceğim boş bir koltuğa rastlamadım, hep ayakta yolculuk ederim; yeni kesilmiş, derisi yüzülmüş ve paslı kancalara takılmış, sıcak kanları mavi ışıklı vitrinin çelik zeminine süzülen koyun bedenleri gibi. Haftada en az üç akşam uğradığım meyhanedeki garsonlar beni tanımazlar; sokaktan geçiyormuşum da, ilk kez uğruyormuşum gibi hesabı şişirirler her defasında, nefret ettiğimi defalarca söylememe rağmen sosis tavayı getirirler masaya. Sürekli alışveriş ettiğim bakkal –her gün en az iki paket aldığım halde- içtiğim sigaranın markasını bilmez. Manav, domateslerin eziklerini satmaya çalışır bana; itiraz etmeye kalksam iterek çıkarır beni dükkanından. Bir defasında “günaydın” demiştim apartmanımızın kapıcısına, bön bön bakmıştı yüzüme, “nereden tanışıyoruz kardeşim” der gibi; oysa ben, yirmi yıldır bu apartmanda oturuyorum. Kısacası, kimse beni tanımaz bu koca şehirde, kendimi tanıtamadım, “Hey insanlık, ben de sizin gibi bir Ademoğluyum. Bulaşıcı bir hastalığım da yok. Benden neden kaçıyorsunuz?” diyemedim. Galiba bana katlanabilen tek insan Haluk. Çalıştığım inşaat firmasında, karşılıklı masalarda otururuz. Gözlerime bakar ve “Bugün iyi değilsin sen” der; beni çok iyi tanıdığını, bana çok yakın olduğunu ima eder gibi. Çok bilmiş dostum, ben hangi gün iyi oldum ki? İlk başlarda şüphelenmedim değil, benden istediği bir şey mi var acaba? Ne olabilir ki? Benim ona verebileceğim yegane şey, kederdir, acıdır, sıkıntıdır. Haftada bir oturup içtiğimiz dert ortağım Haluk, renkli odamda hazırladığım içki sofrasına oturmadan önce, elinde nemli bir bezle evi baştan aşağıya dolaşır. Günlerdir, belki de haftalardır tozu alınmamış işe yaramaz televizyonu, büfeyi, devasa yemek masasını, bibloları, abajurları, avizeleri özenle siler, eşyaların gerçek renklerini çıkarır ortaya. Monitördeki kan lekesi hariç.
Neden bu odada yaşıyorum? Beni bu odada yaşamaya zorlayan nedeni bir anlayabilsem?. Terk edildiğim gün, karım, “Lanet herif, seni bu odada eziyet çekmeye mahkum ediyorum” mu demişti? Hayır, kimsenin bir şey dediği yok. Üstelik, karım istedi diye bu kadar eziyete katlanmam imkansız. Bu, gönüllü bir mahkumiyet olmalı; manastıra kapanan ve dünya nimetlerinden elini eteğini çeken keşişler gibi. Neden salondan ya da yatak odasının önünden geçerken dizlerimin bağı çözülüyor? Geçmişte yaşadıklarımdan mı korkuyorum? Akılda kalıcı ne yaşamış olabilirim ki? Anıları çoktan beynimden silmiş olmalıyım. Unutulamayacak çok önemli birkaçı hariç.
O gece, kucağındaki kızımla, yatak odasının kapısını çarparak çıktığında, yaşam benim için yeniden başlıyor duygusuna kapılmıştım. Dengemi bozacak değişimlerden veya kemikleşmiş alışkanlıklarımı altüst edebilecek yeniliklerden oldum olası nefret ederim. O anda nedense aklıma gelen ilk şeyler, yeniden aşık olmak, sanki zorunlulukmuş gibi kısa süreli bir nişanlılık dönemi, evlenmek ve çocuklar... Tüm bunlardan kurtulmanın eşiğine gelmişken, neler düşünüyordum ben? Karımla anlaşmıştık; şiddetli geçimsizlik diyecektik hakime. Boşanma kararı alan tüm eşlerin ortak bahanesi. Oysa yarayı deşmeye kalksalar, anlatılamayacak, dile getirilemeyecek daha ne sorunlar, ne bahaneler çıkar? O aralar sürekli içiyordum nedense. Bir açıklayabilsem neden içtiğimi, belki boşanmazdık. Evlenme yıldönümümüzdü o akşam. Karım, kızımızı erkenden uyutmuş, en sevdiğim karnıyarık da dahil olmak üzere muhteşem bir sofra hazırlamıştı. Hafızam kötüdür; yıldönümlerini hatırlamam, belki de hatırlamak istemem. Gecenin bir yarısında zili çaldığımda, uzun süre açılmamıştı kapı. Salonu, her nefeste titreyen kör aydınlığa mahkum eden siyah şamdandaki mumlar bitmek üzereydi. Güzelim karnıyarıkların üstü, donmuş, sararmış ve çatlamış bir yağ tabakasıyla örtülmüştü. Kırmızı şarabın rengine bürünmüş kadehler, “en kötü günümüz böyle olsun” denip, tokuşturulacak anı bekliyor gibiydiler. Yapmazdı aslında, bu hareketi ondan hiç beklemezdim. Suratıma inen nefret dolu şamarı, kapı girişinde karşılamıştı beni. Ne zamandır, bardağı taşıracak son damlayı bekliyorduk ikimiz de. “Bugünün bir anlamı var, biliyor musun?” diye haykırmıştı, “Bugün bizim dördüncü evlilik yıldönümümüz. Senin için bir şey ifade ediyor mu bu söylediklerim?” Özür dilemek istemiştim, beni dinlememişti bile. Koşarak çocuğun odasına girmişti ve melekler gibi uyuyan kızımızı kucakladığı gibi karşıma dikilmişti. Üstümü değiştirmek için yatak odasına girdiğimde, tüm gücüyle itmişti beni. Ayakta durmakta zorlanıyordum, parmağının ucuyla dokunması bile beni yıkmaya yeterdi. Yatağa sırtüstü düşmüştüm. Giysilerimin bulunduğu dolabı hışımla açmıştı ve askıdaki gömleklerimi, ceketlerimi, pantolonlarımı, çekmecedeki çoraplarımı, iç çamaşırlarımı, benimle ilgili eline ne geçtiyse yatağın üstüne fırlatmaya başlamıştı. Kucağında ağlayan kızımı susturmaya çalışırken, suratıma eğilmiş ve tükürmüştü. Sonra da, “Özel eşyalarımı sen evde yokken gelir, alırım” demiş ve bir daha geri dönmemek üzere beni terk etmişti.
Yatağa uzanmış halde düşünmeye başlamıştım. Yatağın yanı başındaki komodinin ilaçlarla dolu çekmecesini açmış ve elime geçen ilk kutuyu dolduran kapsülleri -uyku ilacıydı- sadece bir bardak suyun yardımıyla peş peşe, sanki acelem varmış gibi yutmaya başlamıştım. Daha boğazımdan bile geçmemişlerdi ki, gözlerim kapanmaya başlamıştı. Zamana ihtiyacım vardı; düşünmek için, belki de babasının evine giden karımın peşinden koşabilmek için. Kapalı gözlerimin, hatta beynimin içinde uçuşan irili ufaklı yıldızlar rahatsız ediyordu beni. İşin en kötü yanı, bu intihar girişimimden de en küçük bir zevk almamıştım. Uyandığımda, başımda bekleyen sarışın hemşirenin dediği gibi, “daha yaşayacak çok şeyim vardı”. Evden ayrıldıktan sonra, çocuğun biberonunu unutup, geri dönmek zorunda kalan karıma göre ise, “beceriksizin tekiydim”. Ambulansta, farkında olmadan başımı okşayan karımın ağladığını hatırlıyorum hayal meyal. “Koca sersem”, diyordu, “Böyle olmasını istemezdim, ama bana bir hayat borçlusun!”
Artık kulaklarım duymuyor, gözlerim görmüyor. Duyabildiğim tek ses, kendi iç konuşmalarım. Görebildiğim tek görüntü, karımın ve çocuğumun gülümseyen yüzleri. Mutlu olmalılar. Onlara hayatı yaşanmaz kılan önemli bir pürüzü bir kalemde sildiler; sorunun kaynağını kökünden kuruttular kendilerince.
Sevgili dostum gönderdiğim iletiyi okudu mu acaba? Umarım bilgisayarın açıktır. Haluk acele et, lütfen çal şu zili artık. Sana da bir hayat borçlu olurum, ne fark eder? Hazırlayacağım içki sofralarıyla öderim borcumu. Ah, bir uyuyabilsem... Haz duymak istemiyorum, yeter ki acı çekmeden ölebilsem. Bu koku... Ölmek istemiyorum, yaşayabilsem...