METTERNICH DÖNEMİ VE BİRLEŞME ÇAĞI, 1815-71.
Reform ve gericilik.
Viyana Kongresi sonucunda Orta Avrupa’da Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu’nun yerini yeni kurulan Alman Konfederasyonu aldı. Bu, egemenlik haklarının çoğunun üye hükümetlere bırakıldığı gevşek bir siyasal birlikti. Yürütme ve yargıya ilişkin merkezî kurumlar yoktu, yalnızca Frankfurt am Main’da ortak yasaların görüşüldüğü bir Federal Meclis vardı. Konfederasyonun, kuramsal olarak, ülkenin ekonomik ve siyasal ilişkilerini güçlendirecek önlemleri yürürlüğe koyma yetkisi vardı. Uygulamada ise merkezî iktidarın oluşturulabilmesi için yerel özerkliklerden vazgeçilmesini savunmadı; bölgeciliği destekledi. Kuruluşunun temel amacı, kazandıkları bağımsızlığı ve önemi yitirmek istemeyen ikincil devletlerle Almanya dışı çıkarlarının devamını ancak ademimerkeziyetçi bir siyasal birlikte gören Habsburglarm bu konumlarını korumaktı. Dolayısıyla kuruluşundan başlayarak gelenekselliğin ve yerelliğin destekçisi oldu. Kurtuluş savaşı sırasında umutları artan milliyetçiler ise konfederasyonu körü körüne bir gericiliğin aracı olarak görüyorlardı. Gerçekte 1815’te oluşturulan yapı Orta Avrupa’da toplum bilincinin ve ekonomik bütünleşmenin gelişmesindeki yavaşlığı tam olarak yansıtıyordu. Yönetimin merkezileşmesini savunan militan reformcular sesini duyurabilen, ama küçük bir azınlıktı. Toplumun alt sınıfları Viyana Kongresi sonuçlarını sessizce kabullenmişti. Barış antlaşmasının zayıf noktası, var olan gerçeklikleri kapsayamaması değil, gelecekteki değişikliklere uyarlanabilecek nitelikte olmamasıydı. Temelde kırsal ve tarımsal olan bir toplumun siyasal gereksinimleri için yeterli gibi görünen bu düzenleme, 50 yıl sonra, fabrikalar ve demiryolları çağında eskinin işlevsiz bir kalıntısına dönüştü.
Fransız egemenliğinin etkisi altında başlayan reform hareketi Napoleon’un düşmesiyle son bulmadı. Baskıcı ve bölgeci güçler tarafından ezilene değin, birkaç yıl daha devlet yönetimini etkiledi. Bu etki en çok batı örneğinin derin izler bıraktığı Güney Almanya’da görüldü. Güneyde kamu ve saray görevlilerinin, subayların, hatta toprak sahibi soyluların çoğu devletin geleceğinin liberal kuramlar çerçevesinde yapılacak toplumsal reformlarda yattığına inanmaya başladılar. Waterloo Savaşı’ndan sonra güneydeki devletler birbiri ardından, mülk sahibi yurttaşların seçtiği yasama meclislerini öngören anayasalar yürürlüğe koydu. Amaçları eğitim görmüş sınıfların tahtı desteklemesini sağlamak olduğu kadar, hâlâ farklı gelenekleri ve çıkar bağları olan kitlelerde birlik bilinci yaratmaktı. Reform hareketinin yansımaları kuzeyde de sürekli olarak duyuluyordu.
Prusya’da Fransız egemenliği döneminin reformcularından Kari vom Stein’ı destekleyenler hâlâ etkiliydi ve başlangıçta Kral III. Friedrich Wilhelm, 1815’te anayasal bir hükümet kurmak için verdiği sözü tutmayı tasarlıyordu. Siyasal yeniden örgütlenmenin en ateşli propagandasını yapanlar ise Burschenschaft denen yurtsever gruplarda toplanan üniversite öğrencileriydi. Bu gruplar konfederasyonun kaldırılmasını, daha güçlü bir birliğin oluşturulmasını ve ulusal bir iktidarın kurulmasını istiyordu. 1817’de Wartburg Şatosu’nda toplanarak var olan düzeni reddetme anlamına gelen görüşmeler yaptılar; geleneksel otoritenin simgelerini yaktılar. Yasal hükümete karşı alman bu açık tutum, Alman hükümdarlarını huzursuz etmeye başlamıştı.
Reforma karşı olan güçlerin strateji öncüsü Metternich’ti. İlke olarak liberalizme ve milliyetçiliğe karşı olan Metternich, Habsburgların önde gelen bir devlet adamı olarak da Almanya’da merkezî bir otoritenin, Avusturya hükümetinin Macaristan, İtalya ve Balkanlar’da yürüttüğü politikaları engelleyeceğini biliyordu. 23 Mart 1819’da tutucu bir yazar olan August von Kotzebue akıl hastası bir öğrenci tarafından öldürülünce, Viyana hükümeti Alman Konfederasyonu prenslerini, Orta Avrupa’da var olan düzeni hedef alan tehlikeli bir girişimle karşı karşıya bulunduklarına inandırdı. 20 Eylül 1819’da Federal Meclis’in kabul ettiği bir dizi baskı önlemi getirildi. Karlsbad Kararları denen bu hükümler uyarınca genel sansür kondu ve Burschenschafflar yasadışı ilan edildi. Tutuculuğun bu zaferi hükümetlerde reform yanlılarıyla karşıtları arasındaki mücadeleyi önemli ölçüde etkiledi. Prusya’da hükümetin liberal üyeleri istifa etmek zorunda kaldılar. Krallık için bir anayasa oluşturma planı reddedildi. Berlin’ deki bu sağa kayış, kuzeyin ikincil devletlerindeki baskıcı eğilimleri de körükledi ve kısa sürede bunlar da anayasa yapma girişimlerinden vazgeçtiler. 1820’nin sonuna gelindiğinde yaklaşık 15 yıl önce başlatılan reform hareketi bütünüyle durmuştu. Hareket toplumun siyasal ve ekonomik yapısını değiştirmeyi başarmış, ama Orta Avrupa’da liberal yönetim ve ulusal bağlılık geleneğini oluşturamamıştı. İngiliz ve Fransız kurulularının dayanağı olan burjuva toplum bilinci, Ren Irmağının doğusunda hâlâ görülmüyordu. Almanya özgür yönetim düşüncesine ne bir sanayi devriminin, ne de bir siyasal devrimin sonucunda varmıştı; temelinde yabancı bir örneğin taklidi ve yabancı egemenliğine tepki vardı.
Haziran 1830’da Fransa’da Bourbonlarm düşürülmesi bütün Avrupa’yı etkiledi. Orta Avrupa’da ve bazı kuzey devletlerinde destekleyici ayaklanmalar görüldü. Braunschweig, Saksonya, Harınover ve HessenKassel’in yöneticileri daha ağır isteklerle karşılaşma korkusu içinde liberal anayasaları yürürlüğe koymayı kabul ettiler. Güneyde radikaller 1832’de Pfalz’daki Hambach Şatosu’nda bir kitle toplantısı düzenleyerek ulusal bütünlüğü, cumhuriyet yönetimini ve halk egemenliğini desteklediklerini ilan ettiler. Bir grup militan öğrenci Frankfurt am Main kentini ele geçirip, Federal Meclis’i dağıtarak, bir Alman cumhuriyeti ilan etmeye bile kalkıştı. Bu tür girişimlerin sonucu belliydi. Konfederasyonun prensleri, devrimci hareketin doğurduğu ilk korkuyu üstlerinden atınca, var olan yönetim biçimini değiştirmeye yönelik planlara artan bir şiddetle karşı çıkmaya başladılar. Liberalizm ve milliyetçiliği ezme girişimlerinin başını gene Metternich çekti. Onun yönlendirmesiyle Federal Meclis tahtın devlet politikası içindeki yerini sağlamlaştıran, yasama organının gücünü kısıtlayan, toplantı özgürlüğüne sınırlama getiren, polisin yetkilerini genişleten ve sansürü artıran ek baskı önlemlerini benimsedi. Birkaç yıl içinde muhalefet sindirilmişti. Viyana Kongresi’nin kurduğu sistemi sarsan çok daha şiddetli siyasal patlamalar yüzyılın ortalarına değin görülmedi.
Partilerin ve ideolojilerin oluşumu.
Var olan düzeni eleştirenler yenik düştülerse de susturulamadılar. İkincil devletlerin yasama organlarındaki reform yanlıları toplanmaya, planlar yapmaya, örgütlenmeye ve propagandaya başlayınca düzen yanlıları da stratejilerini oluşturmak ve programlarını tanıtmak zorunda kaldılar. Henüz ne anayasaları, ne de parlamentoları bulunan Avusturya ve Prusya’da bile kulüpler, toplantılar, gazeteler, broşürler ve dilekçeler aracılığıyla dolaylı yollardan siyasal eleştiri görülüyordu. Bu gelişmelerin sonucunda devletin ve toplumun niteliği konusundaki görüşleri temelinde birleşen, tam biçimlenmemiş bir dizi toplumsal birlik ortaya çıktı. Bu ilkel gruplaşmalar yüz yıl boyunca yavaş yavaş biçimlenen disiplinli siyasal partilerin çekirdeğini oluşturdu ve yeni toplumsal tutumların, aydın despotizmi dönemindekilerden farklı olduğunu gösterdi. Şimdi Orta Avrupa’da özgürlüğü yalnızca kendi ruhlarının derinliğinde arayıp prenslik otoritesine kayıtsız şartsız boyun eğmeyi reddeden insanlar da vardı. Sanayileşmenin başlamasıyla ekonomik ve toplumsal yapının değişmesi, siyasal sistem ve örgütlenmede değişmelere yol açtı.
Hanedan çıkarlarını güdenlerin ve bölgeci eğilimlerin başlıca karşıtları liberaller ve ılımlılardı. Başlıca desteği sanayicilerden, tüccarlardan, bankerlerden, maden sahiplerinden, kamu görevlilerinden ve üniversite profesörlerinden alan bu grup, yetenek yerine soyluluğun üstün tutulduğu bir yönetim biçimine karşı varlıklı burjuvaziyi temsil ediyordu. Monarşiden yanaydılar, ama kralın iktidarı mülk sahipleri tarafından seçilen bir parlamento ile paylaşmasını istiyorlardı. Liberaller yalnız soyluların ayrıcalıklarından rahatsız değildi; oluşan işçi sınıfından da korkuyorlardı. Siyasette servet ve eğitim edinebilmiş “yetenekli” kişilerin söz sahibi olmasını, ekonomide de servetin iş becerisinin ödülü olacağı sınırsız bir rekabeti savunuyorlardı. Bu grubun daha solunda küçük tüccarlar, küçük dükkân sahipleri, vasıflı işçiler, bağımsız çiftçiler, siyaset yazarları, gazeteciler, avukatlar ve hekimlerin oluşturduğu demokratlar ya da radikaller vardı. Bunlar halkın egemenliğine dayanan eşitlikçi bir yönetim istiyordu. Esin kaynakları Ingiltere ya da Amerika değil, Fransız Devrimi’ydi. Küçük burjuva düşünce yapıları içinde ideal demokrasinin en iyi örneği olarak 1793’ün Jakoben cumhuriyetini görüyorlardı. Halkın enerjisini ve beklentilerini siyasal ve toplumsal reforma dönük düzenli bir güce ancak böyle bir yönetim dönüştürebilirdi. Hapse girmeyi göze almadan monarşik kurumların kaldırılmasını açıkça isteyemediklerinden tahtın varlığını kabul ediyor, ama kralın gücünün bütün erkeklerin eşit oyuyla seçilecek bir parlamentoya aktarılmasına çalışıyorlardı. Böylelikle kitleler siyasette son sözün sahibi olacaktı. Özel mülkiyeti liberaller kadar kutsal sayan demokratlar, alt sınıfların ekonomik koşullarının düzelebilmesi için hükümetin ekonomiye müdahalesini de kabul ediyorlardı. Ama ulusal birliği savunurken kraliyet hak ve yetkilerinin korunmasında liberaller kadar istekli değildiler. Radikaller sayıca liberaller ve ılımlılardan küçük, ama önemli bir muhalefet grubu oluşturuyordu.
Restorasyon döneminin siyasal sistemine yönelik eleştiriler arttıkça, sistemin savunucuları da ideolojik konumlarını daha belirgin olarak tanımlamak zorunda kaldılar. Tanrı’dan gelen yönetme hakkı ve aydın despotizmi artık liberal ve demokratik talepler karşısında yetersiz kalmıştı. Çoğunlukla toprak sahibi soylular, saray aristokrasisi, subaylar, yüksek bürokratlar ve kiliseden gelen düzen savunucuları bireylere ve topluma ilişkin tutucu önyargılara dayalı yeni görüşler geliştirmeye başladılar. Onlara göre kişilerle hükümetler arasındaki ilişkiler katı bir bireyciliğe dayalı anayasalarla sağlanamazdı. Hayalci reformcuların işlevsellikten uzak kuramları geçmişin ve bugünün yarını biçimlendirdiği organik gelişmenin tarihsel güçlerini hesaba katmıyordu. Bütün insanlar eşittir demek, aile, sınıf, içinde yetişilen ortam, eğitim ve gelenek farklılıklarını görmezden gelmekti. Kalıcı bir yönetim biçimi ancak insanların zaman içinde benimsemeyi öğrendikleri taht, kilise, soyluluk ve ordu gibi toplumun geleneksel kurumlan üzerine kurulabilirdi. İnançlılar tanrıtanımazlara, işçiler sömürüye, yurttaşlar devrime karşı ancak yasaların ve tarihin meşru kıldığı bir iktidarla korunabilirdi. Böyle olunca da Alman Konfederasyonumun siyasal kurumlan geçerliydi.
Gümrük Birliği (Zollverein). Restorasyon döneminin parti ve ideoloji mücadelesi gerçekte ekonomideki ve toplumdaki çok önemli değişimleri yansıtıyordu. Bunların en önemlisi, Orta Avrupa’da büyük ölçekli sanayinin gelişmeye başlamasıydı. Dokuma tezgâhlarına ve kömür madenlerine giren makineleşme imalatın öbür dallarına da yayıldı ve ekonomik yaşamın tümü üzerinde bir baskı oluşturdu. Demiryollarının, buharlı gemilerin, yeni karayollarının ve daha iyi kanalların yapılmasıyla ulaşım ağı gelişti. Bankerler ve özel yatırımcılar hükümet bonoları ve ticaret yerine imalat girişimlerine yöneldiler. Serveti sanayi etkinliklerinden gelen yeni bir orta sınıf oluşmaya başladı. Bu sınıfın giderek artan ekonomik önemi, daha etkili bir siyasal konum isteklerine yol açtı. Kentlerdeki çalışan nüfusun çoğunluğunu oluşturan vasıflı zanaatçılar, fabrikalarla rekabet edemediler. Viyana Kongresi’ni izleyen dönemdeki demografik değişiklikler, sanayi ile sanayi öncesi üretim.
Alman Gümrük Birliği’nin Gelişimi biçimleri arasındaki çelişkiyi artırdı. Alman Konfederasyonu nüfusunun büyük bölümü kırsal alanlarda yaşamayı sürdürdüyse de, kırdan kente önemli göçler olmaya başladı.
Sanayi gibi tarımda da yeniden örgütlenme ve modernleşmenin sıkıntıları yaşandı. Elbe’nin doğusunda serfliğe son verilmesi, soylulara ait, ama tarım işçileri tarafından işlenen büyük mülkler doğurmuştu. Prusya’da serflerin azat edilmesi, küçük çiftçilerin topraklarını da alan Junkef lerin topraklarını genişletmişti. Bunun sonucunda Hohenzollern ülkesinin doğusundaki köyler soyluların ekonomik, toplumsal ve siyasal egemenliği altına girdi. Pomeranya, Brandenburg, Silezya ve Doğu Prusya’nın toprak sahipleri tarımı denetliyor, orduyu ve bürokrasiyi yönetip sarayı etkiliyordu.
Elbe’nin batısında ise temel sorun topraksızlık değil, nüfus fazlalığıydı. Ren ve Tuna boyunca soylular çok yüksek paralar karşılığında toprağın tasarrufunu köylülere veriyorlardı. Bu da çiftçileri ağır bir mali yük altına sokuyordu. Pek çokları yoksulluktan kaçışın yolunu Yenidünya’ya göç etmekte buldu. Kalanlar ise hızlı nüfus artışı karşısında toprakların kâr getirmeyecek ölçüde bölünmesinin zorluklarını yaşadı. Sanayide iş bulamayan yoksullaşmış köylüler arasında huzursuzluk arttı.
Alman Konfederasyonu’nun siyasal yapısını zanaatçıların makineleşmiş sanayiye karşı mücadelesi, toprağa aç köylülerin hoşnutsuzluğu ve hepsinin de ötesinde çeşitli parasal sistemleri, ticaret yasaları ve iç vergileriyle çok sayıda devletçiğin varlığının sıkıntısını çeken işadamlarının yakınmaları sarsmaya başladı. Bu koşullar altında Orta Avrupa burjuvazisinin gittikçe liberalizm ve milliyetçiliğe yönelmesi doğaldı. Ama hükümetler de işadamlarının isteklerini karşılamak için önemli bir girişimde bulundu. Küçük devletlerin en önemlilerinden bazılarının Prusya ile yaptığı anlaşmalar sonucunda, Orta Avrupa’nın merkezinde oldukça büyük bir serbest ticaret bölgesi oluşturuldu.
1834’te Alman Konfederasyonu devletlerinin çoğunu kapsayan Gümrük Birliği (Zollverein) kuruldu. Yalnızca Avusturya ve kuzeybatı kıyısı devletleri buna ilgisiz kaldı. Ürünlerinin dış rekabetten korunmasını isteyen AvusturyalI sanayicilere göre yeni birliğin gümrük tarifeleri çok düşük, kıyı bölgesinin ithalata bağımlı tüccar ve bankacılarına göre ise çok yüksekti. Oysa yaklaşık 25 milyon Alman için Gümrük Birliği, siyasal birleşmenin yardımı olmadan sağlanan bir ticaret birliğiydi. Ayrıca Prusya hükümeti Orta Avrupa’da üstünlük sağlama mücadelesinde Avusturya’ya karşı yeni ve güçlü bir silah da kazanmış oluyordu. Gümrük Birliği orta sınıfın ekonomik bütünleşmeye ilişkin en acil isteklerine karşılık vermekle birlikte, gevşek bir konfederasyonun yol açtığı maddi sakıncaların tümünü gideremedi. Varlıklı ve eğitilmiş kesimin yakınmaları sürerken, toplumsal konumları değişen kitleler gitgide huzursuzlaşıyordu.
1848-49 Devrimleri.
Alman Konfederasyonumdaki yaygın hoşnutsuzluk, 1840’ların sonunda Avrupa’yı saran hareketin etkisiyle büyük bir patlamaya dönüştü. Büyük ekonomik bunalım sanayideki gelişmeyi durdurmuş, kentlerde işsizliği artırmıştı. Kötü hasat mevsimlerinin birbirini izlemesi de İrlanda Denizinden Rus Polonyası’na kadar geniş bir alanda büyük bir kıtlığa yol açmıştı. Orta Avrupa’da 1840’larda görülen açlık, sanayi ve tarımdaki modernleşmenin doğurduğu işsizliğe eklenince, yoksul sınıfları açık başkaldırıya itti. Birçok ülkede açlık yüzünden önce tekil ayaklanmalar görüldü; ama 1848 başında Paris’teki ayaklanmayla Kral Louis-Philippe’in devrilmesi (Şubat 22-24) bir dizi ayaklanmanın ilk işareti oldu. Alman Konfederasyonu’na bağlı hükümetlere karşı da genellikle ılımlı, ama Berlin’de olduğu gibi bazen kanlı ayaklanmalar patlak verdi. Kurulu düzenin gururlu simgesi Metternich 13 Mart’ta istifa etmek zorunda kalınca, Fransa’dakilere benzer gelişmelerin önünü alma telaşına düşen prensler hemen muhalefetle barış yoluna gittiler. Bakanlıklara ünlü liberaller getirildi, yurttaş hakları ile yasama organının yetkilerini koruyan siyasal reformlar yapıldı. Daha da önemlisi, Almanya’nın tümünü temsil eden bir ulusal meclis oluşturularak siyasal bütünlüğü sağlama çabalarına girişildi. İlkbahar ayaklanmaları yatışır yatışmaz seçimler yapıldı ve Frankfurt Ulusal Meclisi 18 Mayıs’ta toplanarak özgür ve birleşik bir Almanya kurmak amacıyla hazırlıklarına başladı. Almanya’nın bölünmüşlüğüne karşı uzun süredir mücadele edenler, birkaç hafta içinde kendilerini iktidarda buldular.
Düzeni yıkmayı başaran güçler bu başarıdan nasıl yararlanılacağı konusunda görüş birliği içinde olmadıklarını kısa sürede fark ettiler. Yasama organlarında çoğunluğu kazanmış olan liberallerle daha radikal yöntemleri savunarak mücadeleyi sürdüren demokratlar arasında önemli ayrılıklar vardı. Birliğin nasıl sağlanacağı, hükümdarları 400 yıl boyunca Kutsal Roma-Germen İmparatorluğumun tacını giymiş Avusturya’nın mı, yoksa siyasal gücü ve merkezî konumuyla Prusya’nın mı önderliği yürüteceği temel anlaşmazlıklardan biriydi. Bir grup Avusturya’nın önderliğincle Büyük Alman (ıGrossdeutsch) birliğini) bir grup ise Habsburg topraklarındaki öbür etnik topluluklara dikkati çekerek Prusya önderliğinde Küçük Alman (Kleindeutsch) hareketini destekliyordu. Öte yandan kırsal yoksullaşmaya ve makineli üretime karşı korunma isteyen işçi sınıfıyla kazandığı siyasal gücü, girişim özgürlüğüne dayalı bir sanayi kapitalizmini yerleştirme yönünde kullanmak isteyen burjuvazi arasında da temel bir çatışma vardı. Frankfurt Meclisi anayasa tartışmalarını sürdürürken desteği giderek azaldı ve otoritesi zayıfladı. Devrimin yarattığı sarsıntıdan kurtulan sağ güçler ise bir karşıdevrim hazırlığı içindeydi. Her Alman devleti değişik ölçüde sağa kaydı. 1849 ilkbaharında Frankfurt Meclisi görüşmelerini tamamladığında devrimin hızı kesilmişti. Meclis, halk tarafından seçilecek bir meclisle yetkileri sınırlanmış bir imparatorun başında bulunduğu federal bir birlik öneren anayasa taslağını ortaya koydu. İmparatorluk tacı Prusya kralına önerildi. Yetkilerini çok kısıtlı bulduğu bu unvanı IV. Friedrich Wilhelm’in reddetmesiyle liberal anayasa altında birleşme olasılığı ve devrimci akımın da son şansı ortadan kalktı. Ilımlılar yenilgiyi kabul edip sahneden çekilirken, radikaller halk kitlelerinden çok aydınlar, öğrenciler, radikal siyaset adamları ve profesyonel devrimcilerin desteklediği bir dizi yeni ayaklanmaya önderlik ettiler. 1849 yazma gelindiğinde devrim tümüyle bastırılmıştı.
1850’ler:
Siyasal gericilik ve ekonomik büyüme yılları. Ulusal birliği liberal reformlarla sağlama girişimini aynı hedefe tutucu devlet politikalarıyla ulaşma çabaları izledi. Parlamenter yönetimin yetkisiz imparatoru olmayı reddeden IV. Friedrich Wilhelm kraliyet yetkilerinin zedelenmeden korunacağı bir ulusal federasyonun başına geçmeye hazırdı. Avusturya orduları Macaristan’da devrimle uğraşırken Berlin, Prusya Birliği olarak adlandırılan yeni bir federasyon oluşturulması yönünde küçük devletlere diplomatik baskı uygulamaya başladı. Ama Friedrich Wilhelm bu konuda yeterince kararlı davranamadı; 1849’da Macaristan zaferini kazanan Avusturya imparatoru I. Franz Joseph, eski Federal Meclis’in yeniden oluşturulması önerisiyle ortaya çıktı ve birçok devletin desteğini kazandı. Böylece ülke bir yanda Prusya Birliği, öbür yanda da Alman Konfederasyonu arasında ikiye bölündü. Bir iç savaş tehlikesi son anda önlendi ve PrusyalIlar Kasım 1850’de Alman Konfederasyonumun yeniden kurulmasını kabul ettiler. Eski düzen bütün yetersizliği ile yeniden kuruldu. Tam bir gericilik dönemine girildi. Alman Konfederasyonu bu son yıllarında devrimin açıkça ortaya koyduğu reform gereksinmesine gözlerini kapadı.
1850’ler siyasal açıdan ne kadar kısırsa, ekonomik bakımdan da o kadar önemli yıllar oldu; Orta Avrupa’da sanayi kapitalizminin büyük yükselişi bu dönemde ğerçekleşti. Siyasal ve toplumsal reformlarda başarısız kalan ulusal birikim, bütün gücünü maddi ilerlemeye yöneltti. Zollverein içindeki sanayi üretimi ve dış ticaret hacmi 10 yıl içinde iki katını aştı. Ama Amerika’dan ve Avustralya’dan altın akışıyla da körüklenen enflasyonist ve spekülatif eğilimler 1857’de bütün kıtayı etkileyen bir mali çöküşle noktalandı. Gene de Almanya sanayi öncesi ekonomik yapıyı artık geride bırakmıştı. Gerçi kırsal nüfus hâlâ çoğunluktaydı, ama sanayileşme ve kentleşme süreci dönüşü olmayan bir yola girmişti. Bunun siyaset üzerinde de belirgin bir etkisi oldu. Ekonomik güç tarımdan imalata, kırdan kente ve aristokrasiden burjuvaziye kaydıkça iktidarın da yeniden paylaşılması yönündeki baskılar arttı. Dönemin sonunda liberalizmle tutuculuk arasında yeni bir mücadele gündeme gelmişti.
1860’lar ve Bismarck'ın zaferi.
Liberal reform ve ulusal birlik hareketinin 1850’ lerin sonunda yeniden doğuşu Alman tarihinin “yeni dönem”ini başlattı. Gericilik artık son günlerini yaşıyordu. Avusturya 1859’da Fransa ve Piemonte’yle girdiği savaştan yenik çıktı. Viyana’daki otoriter rejimin varlığı askeri saygınlığına bağlı olduğu için bu olay Orta Avrupa’da büyük etki yarattı. 1860’ta Avusturya imparatoru parlamenter bir sisteme geçmeye karar verdi ve bir anayasa ilan etti; iki meclisli bir parlamento ve burjuvaziye ağırlık veren bir seçim sistemini benimsedi. Avusturya’daki bu değişiklik v^ İtalyan birliğinin sağlanması Almanya’da da ulusal bilincin yeniden uyanmasına yol açtı. Ama bu kez liberallerin 10 yıl öncesindekinden tutumu çok farklıydı. Birlik ve özgürlük, kuramlarla ve söylevlerle değil, görüşme ve uzlaşmalarla kazanılabilirdi. Kurulu düzenin güçleri ürkütülerek körü körüne direnmeye itilmemeliydi. Bu yeni siyasetin adı Realpolitik’ti.
Prusya’da tahtla parlamento arasındaki çatışma, ödün vermez bir tutucu olarak tanınan Otto von Bismarck’ın başbakanlığa getirilmesiyle tutucuların iktidarı sonuna kadar savunacağı anlaşılan bir mücadeleye dönüştü. Bismarck’ın amacı otoriter hükümet biçimini, bu biçimi gizleyecek parlamenter kurumların ardında sürdürmekti. Ulusal birlik isteği özgürlüklerin kısıtlanması için, milliyetçilik de liberallerin yola getirilmesi için kullanılabilirdi. Bismarck’a göre uzun dönemde Almanya’da ulusal birliğin doğması kaçınılmazdı. Bunu kurulu düzen sağlayamazsa, o zaman reformculara, demokratlara ve devrimcilere fırsat verilmiş olacaktı.
Uluslararası koşullar Alman Konfederasyonumda bir “ulusal birlik” programının uygulanmasına elverişliydi. Kınm Savaşı (1853-56) yenilgisinden beri Rusya’nın Avrupa’da belirleyici etkisi kalmamıştı. İngiltere iç reformlarla uğraşıyordu. III. Napoleon’un ise Fransa’nın sınırlarını genişletmesine olanak vereceği için Ren’in doğusunda çıkabilecek bir iç savaşa itirazı yoktu. Bu durumda Bismarck dış müdahaleden korkmadan Avusturya ile savaşa girişebilirdi.
1866 ilkbaharı boyunca iki taraf da savaş hazırlıklarını hızlandırdı. Bismarck İtalya’yla anlaştı ve Habsburg’lara karşı yanında yer alırsa, savaş sonrasında İtalya’ya Venedik’i vermeyi önerdi. Alman Konfederasyonu içinde kamuoyu oluşturmak amacıyla da Federal Meclis’e, bütün erkek yurttaşların oy kullanabileceği genel seçimlerle oluşacak bir parlamento kurulması yönünde önerge verdi. AvusturyalIlar ise Fransa’nın tarafsız kalmasını sağlayarak Alman devletlerinin desteğini kazanmaya çalışıyorlardı. Son barış çabaları da yarar getirmeyince savaş kaçınılmaz oldu.
Prusya ile Avusturya arasındaki Yedi Hafta Savaşı (Haziran-Ağustos 1866) 50 yıl önce Viyana Kongresi’yle Avrupa’da oluşturulan güç dengesini bozdu ve yabancı diplomatlar henüz ne olduğunu anlayamadan sona erdi. PrusyalIların safında Helmuth von Moltke gibi üstün bir stratejist ve kuyruktan dolma top gibi güçlü bir silah vardı. Avusturya komuta kademesi ise daha çarpışmalar başlamadan kararsızlık ve moral bozukluğu içindeydi. Savaşı kazanan Bismarck onurlu bir barışa yönelik görüşmelerin hızla tamamlanmasını istedi. 23 Ağustos’ta imzalanan Prag Antlaşmasıyla Franz Joseph’in Venedik dışındaki tüm topraklarını elinde tutmasına izin verildi. Buna karşılık imparator Harınover, Nassau, Hessen-Kassel, Schleswig-Holstein ve Frankfurt am Main’ın Prusya’ya bağlanmasıyla Alman Konfederasyonu’nun dağılmasını ve Main Irmağının kuzeyinde, Hohenzollern önderliğinde yeni bir federal birliğin oluşturulmasını kabul ediyordu. Yüzyılı aşkın süredir Orta Avrupa tarihini belirleyen BerlinViyana yarışması bitmişti.
Bismarck’m askeri zaferi ülkesindeki anayasal çatışmayı da kazanmasını sağladı. Savaş sırasında yapılan seçimler sağa önemli kazançlar getirmişti. Ama barıştan sonra Bismarck aşırı tutucuların umduğu gibi anayasayı askıya almak ve otoriter bir rejim kurmak yerine uzun vadeli olabilecek çözümleri yeğledi. Liberalizmi bastırmaya çalışmadı. Yasama meclisindeki muhalefeti bölerek amacına ulaştı. Reformcu güçleri bölmeyi ve amaçlarından uzaklaştırmayı başaran Bismarck, ülke içi sorunlar karşısında savaş alanındakinden farksız bir zafer kazandı.
Ulusal birliğin sağlanmasıyla özgürlük istemlerinin yatışacağına uzun süredir inanan başbakan, Prusya ordusunun başarısı üzerine bu varsayımını sınama olanağını buldu. Avusturya sindirildikten sonra Main’ın kuzeyindeki devletlerin de Kuzey Alman Konfederasyonumda Berlin’e katılmaları sağlandı. Prusya Krallığı, konfederasyon topraklarının ve nüfusun yaklaşık beşte üçünü kapsadığından bu çok dengesiz bir birleşmeydi. Yürütme yetkisi veraset gereği PrusyalI hükümdarlara, yasama yetkisi ise üyeleri devletlerin yönetimince atanan Federal Konsey (Bundesrat) ile eşit erkek oylarıyla seçilen İmparatorluk Meclisi’ne (Reichstag) verilmişti. Bismarck böl ve yönet stratejisiyle programını yürütebilmeyi sağlayacak bir çoğunluk elde etmekte güçlük çekmedi. Federal anayasa haklar bildirisine ve bakanların sorumluluğuna yer vermiyor, ordu üzerinde sivil bir denetim kurmuyordu. Ama para, ölçü, ticari uygulama, sanayi yasaları ve mali kurallarda birlik sağlayarak orta sınıfın çoktandır istediği ekonomik düzeni gerçekleştirdi; siyasal özgürlük isteklerinde uğradıkları yenilgiyi bir ölçüde unutturdu.
Fransız-Almarı Savaşı ve yeni Alman Reich’ı.
Yedi Hafta Savaşı Avrupa’daki her ülkeyi Kuzey Alman Konfederasyonu’nun varlığını göz önünde tutarak diplomatik ve askeri konumunu yeniden değerlendirmek zorunda bıraktı. Ama hiçbir ülke Hohenzollern ordularının zaferinden Fransa kadar doğrudan etkilenmedi. Fransa imparatoru III. Napoleon, Avusturya-Prusya çatışmasının her iki tarafı da zayıf düşürerek Fransa’ nın doğuya doğru yayılmasını kolaylaştıracağını düşünmüştü. Oysa şimdi Fransa’nın karşısında, çıkarları için ciddi bir tehlike oluşturan güçlü bir birleşmiş Almanya vardı. Er ya da geç iki ülkenin çatışması kaçınılmaz görülüyor, birliğe güney devletlerini de katmayı amaçlayan Bismarck’a bu olasılık çekici geliyordu. Güç denemesi için beklenen fırsat, I. Wilhelm’in akrabası Prens Leopold’un İspanya tahtına aday gösterilmesiyle çıktı ve 19 Temmuz 1870’te Fransa Prusya’ya savaş ilan etti.
Bismarck’m III. Napoleon’un yayılmacı girişimleri karşısında güneydeki Alman devletlerinin birliğe katılacağı yolundaki hesabı doğru çıktı ve güney devletleri de FransızAlman Savaşı’nda kuzeyin yanında yer aldılar. Napoleon’un komuta ettiği Fransız ordusu Sedan’da teslim oldu. Bunun üzerine Fransa’da kurulan cumhuriyet hükümeti 1793’ün devrimci ülküleri uğruna mücadeleyi sürdürdü. Ama General Moltke karşısında yeni rejim de direnemedi ve 28 Ocak 1871’de Paris düştü. Savaş 10 Mayıs’ta imzalanan ve Almanya’ya Alsace-Lorraine’i kazandıran Frankfurt Antlaşmasıyla sona erdi. Daha çatışmalar bitmeden Almanya’ da ulusal birliğin kuruluşu başarıyla tamamlanmıştı. Main’ın güneyindeki hükümetler, Hohenzollernlerin yönetiminde güçlü bir imparatoluk (Reich) oluşturmak üzere Kuzey Almanya Konfederasyonuma katılmış, 18 Ocak’ta Prusya toplan Paris’i ateşe tutarken I. Wilhelm imparator ilan edilmişti. Böylece Kutsal Roma-Germen İmparatorluğumdan, Alman İmparatorluğu’na geçiş tamamlandı.
ALMAN İMPARATORLUĞU, 1871-1918.
18 Ocak 1871’de kurulan Alman İmparatorluğu kitlelerden gelen milliyetçi duyguların değil, askeri zaferleri izleyen geleneksel diplomatik girişimlerin ürünüydü. Kuzey Alman Konfederasyonuma üye devletlerin liderleriyle Bavyera, Baden, Hessen ve Württemberg’in hükümdarları arasında bir anlaşmaya vanlmıştı. O tarihte Alman topraklarının ve nüfusunun yaklaşık beşte üçünü kapsayan Prusya, imparatorluğun I. Dünya Savaşı’nm ardından çöküşüne değin birliğin egemen gücü olarak kaldı.
İmparatorluk oluştuğunda 540.857 km2’lik bir alanı kaplayan Almanya’nın nüfusu 1871-1914 arasında 41 milyondan 67 milyona çıktı. Nüfusun yüzde 63’ü Protestan, yüzde 36’sı Katolik, yüzde l’i Yahudiydi. PolonyalI, DanimarkalI ve Fransızlardan oluşan, küçük azınlık gruplarının dışında nüfus tümüyle Germen kökenliydi. Kırsal nüfus yüzde 67 kadardı; gerisi kasaba ve kentlerde yaşıyordu. 1820’lerde ve 1830’ larda çıkarılan zorunlu eğitim yasaları nedeniyle nüfusun neredeyse tümü okuryazardı.
İç sorunlar.
Alman İmparatorluğu’nun anayasası Kuzey Alman Konfederasyonumdan devralınmıştı. Bismarck’m 1867’de hazırladığı bu anayasa Almanya’nın kırsal ağırlıklı yapısını ve Junker kökenli Bismarck’ m otoriter eğilimlerini yansıtıyordu. Biri halkı, öbürü 25 eyaleti temsil eden iki meclis vardı. Erkek yurttaşların gizli oyuyla seçilen İmparatorluk Meclisi (.Reichstag) 397 üyeliydi. Parlamentonun eyalet temsilcilerinden oluşan üst kanadı ise Bundesrat adını taşıyordu. 1867 ve 1871’de belirlenen seçim bölgeleri hiçbir zaman nüfustaki değişiklikleri yansıtacak biçimde değiştirilmedi. Dolayısıyla da kentleşme ilerledikçe kırsal kesimin meclisteki ağırlığı ülkedeki oranının çok üstüne çıktı. Kuramsal olarak alt meclis her yasayı geri çevirebilirdi, ama gerçekte yetkileri sınırlanmıştı. Ayrıca bakanlar da meclis değil, imparator tarafından seçiliyor ve ona karşı sorumlu tutuluyorlardı, imparatorluk bütün varlık süresince imparatorluğun siyasal sistemi ile Prusya’nın siyasal sistemi arasındaki uyuşmazlığın etkisinde kaldı. Prusya’da alt meclis üç sınıflı bir seçim sistemiyle belirleniyor, erkek nüfusun yüzde 15’ini oluşturan mülk sahipleri temsilcilerin yaklaşık yüzde 85’ini seçiyordu. Dolayısıyla tutucular Prusya’da her zaman çoğunluğu sağlayabiliyor, oysa imparatorluk sistemi merkez ve sol partilere büyüyen bir çoğunluk olanağı veriyordu. İmparator aynı zamanda Prusya kralıydı. İki kısa dönem dışında Prusya başbakanı da hep imparatorluk şansölyesi oldu. Bu durumda yürütme, iki ayrı mecliste çoğunluk sağlama gibi bir sorunla karşı karşıyaydı. Genellikle bürokrasi ya da asker kökenli olan bakanların da çoğu kez parlamento ve dış politika deneyimleri yoktu.

Bismarck kırsal nüfusun liberal eğilimli ilerici partiye değil, Muhafazakâr ve Bağımsız Muhafazakâr partilere oy vereceğini düşünerek erkekler için genel oy hakkını kabul etmiş, kurulacak yeni partileri hesaba katmamıştı. Ama 1870’lerin başında Prusya’ da seçimlere katılmaya başlayan, Katolik inanç temelinde örgütlenmiş Merkez Partisi ve Alman Sosyal Demokrat Partisi (SPD) önemli oranda oy aldı.. 1871’de Bismarck Liberaller’le birleşerek Merkez Partisi’ni yok etmeye yönelik Kulturkampfı (kültür savaşı) başlattı. Katolik Kilisesi’ni hedef alan bir dizi yasa çıkarıldı; medeni nikâh kabul edildi; papazların yer değiştirmesi yasaklandı; tarikatlar dağıtıldı. Ama Kültürkampf amacına ulaşamadı. Tersine Katolik azınlığın bir siyasal partiye gereksinimleri olduğunu anlamalarına yaradı. 1870’lerin sonunda Kulturkampf tan vazgeçen Bismarck bu kez muhafazakâr partiler ve Ulusal Liberaller’in birçok üyesiyle birleşerek SPD’ye karşı bir kampanya başlattı. Hızla sanayileşen Almanya’da tehlikeli olabilecek bu partinin anayasa gereği seçimlere katılmasını önleyemediyse de, 1878-90 arasında yasadışı ilan edilmesine yol açan meclis çoğunluğunu sağladı. Pek çok sosyalist İsviçre’ye kaçtı. 1880’lerde Bismarck işçileri sosyalizmden caydırmak için bazı sosyal güvenlik uygulamaları başlattı; ülke çapında sağlık hizmetleri sistemi kurdu. Ama Katolikler karşısında olduğu gibi, sosyalistler karşısında da başarısızlığa uğradı. 1890 seçimlerinde Bismarck’m deyimiyle “imparatorluk düşmanı” bu iki parti çok büyük kazançlar sağladı. Yeni imparator II. Wilhelm (1859-1941) 74 yaşındaki başbakanın istifasını istedi.
1870-90 arasında ekonomi.
İmparatorluk 20 yıllık hızlı ekonomik büyüme döneminin sonuna doğru kurulmuş, Alman devletleri çelik üretiminde ve demiryolu yapımında Fransa’yı geride bırakmıştı. 1867’de Kuzey Alman Konfederasyonu’nun kurulması ekonomik büyümenin önündeki engelleri yok etti. Tefecilik yasaları ve iç göç sınırlamaları kaldırıldı. Bismarck ve müttefiki Ulusal Liberaller’in girişimiyle altına dayalı tek bir para kabul edildi. İmparatorluk bankası kuruldu. Çok ortaklı şirketlerin oluşmasını önleyen katı kurallar bir yana bırakıldı. Sonuçta 1870-73 arasında toplam 1,4 milyar taler sermayeyle 857 yeni şirket kuruldu; bu sayılar önceki 20 yılın toplamının üzerindeydi. 1865-75 arasında demiryolu ağı iki katma çıktı. On binlerce Alman ilk kez hisse senedi almaya başladı.
Bu çılgınca büyüme 1873’te bütün dünyayı saran ekonomik bunalımla sona erdi. Tarım ve sanayi ürünlerinin fiyatları düştü; net milli hasılanın düşüşü altı yıl durdurulamadı. Yeni kurulan çok ortaklı şirketlerin yaklaşık yüzde 20’si iflas etti. Borç içindeki Junker’lev Alman pazarına dolan Amerikan ve Rus tahıl fazlasının rekabetiyle karşılaştı. Kırsal Prusya nüfus kaybetti; 1870’lerde 600 bini bulan Kuzey ve Güney Amerika’ya göç edenlerin sayısı 1880’lerde bunun iki katını aştı. Gene de 1870-90 arası sürekli bir bunalım dönemi olmadı. 1880’lerde tarımda değilse bile, sanavide önemli canlanmalar görüldü ve İngiltere bu yeni rakibinin gücünü tanımaya başladı.
Bunalım koşullan Alman liderleri 20 yıllık serbest ticaret uygulamasından denetimli ekonomiye dönmeye yöneltti. Yeni döneme damgasını vuran yoğunlaşma oldu. Almanya büyük sanayi, büyük tarım, büyük bankacılık ve büyük yönetim ülkesi haline geldi. Devlet korumasındaki kartel anlaşmalanyla pazar bölüşüldü; mamul mallarda standartlaşmaya gidildi; sabit fiyat uygulamasına geçildi. Kartelleşme çelik, kömür, cam, çimento, potas ve kimya sanayilerinde hızla yayıldı. 1882-95 arasında toplam işyeri sayısı yüzde 4,6, ama 50’den fazla işçi çalıştıran işyeri sayısı yüzde 90 arttı. 187879’da muhafazakâr partilerle birleşip Ulusal Liberaller’e sırt çeviren Bismarck ayrıca sanayi ve tarımın gümrük duvarlarıyla korunmasını öngören bir ekonomi politikasını benimsedi. Tarım ürünlerinde gümrük iki kez yükseltildi ve toprak sahibi Junkef lere sübvansiyon sağlandı. Böylece toprak sahipleri, büyük sanayi, ordu ve sivil bürokrasinin üst kademeleri arasında sosyal demokrasiyi ve siyasal özgürleşmeyi önlemeye, ayrıca piyasadaki dalgalanmalardan korunmaya yönelik bir ittifak oluştu.
1870-90 arasında dış politika.
1890’daki istifasına değin Bismarck dış politikaya neredeyse istediği gibi yön verdi. Üç askeri zaferden sonra görevi barışı yerleştirerek zaman kazanmak, böylece Orta Avrupa’da güçlü bir Alman İmparatorluğumun doğal kabul edilmesini sağlamaktı. En büyük sorunları ise Balkanlar’da ve Fransa’da görüyordu. Osmanlı Devleti’nin çöküşü Balkanlar’da Avusturya ile Rusya arasında çatışmaya yol açabilir, gerek bu olay, gerekse Fransa’nın Almanya’dan öç almak istemesi Avrupa’yı yeniden savaşa sürükleyebilirdi.
Bismarck her ne kadar Realpolitik uygulamasının büyük ustası kabul edilirse de temelde monarşilerle ilişki kurmayı seçen, buna karşılık parlamenter hükümetleri küçük gören bir politikacıydı. 1873’te Rusya ve Avusturya-Macaristan imparatorluklarıyla anlaşarak Üç İmparator Birliği’ni kurdu: Ama 1870’lerin ortalarında OsmanlIların Slav eyaletleri ayaklanınca birlik dağıldı. 1877’de Rusya Osmanlı Devleti’ne savaş açınca İngiltere ve Avusturya-Macaristan Rus yayılmacılığından kaygılanmaya başladı. Bismarck ise Rusya’nın Ayastefanos Antlaşmasıyla OsmanlIlara kabul ettirdiği ağır koşulların 1878 Berlin Kongresi’nde yeniden görüşülmesini sağladı. 1879’da da Habsburglarla İkili İttifak’ı oluşturdu. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun dağılması durumunda Rusya’nın Polonya, Çekoslovakya ve öbür Slav topraklarına egemen olmasından korkuyordu; ayrıca bu durumda Almanya’ya göç edebilecek ve Merkez Partisi’ni güçlendirecek 7 milyon Germen kökenli AvusturyalI Katoliği de istemiyordu.
Bismarck sağlam bir müttefik bulduktan sonra 1881’de Üç İmparator Biliği’ni canlandırarak usta politikacılığını ortaya koydu. Artık Balkanlar’da bir çatışmayı önlemek için Viyana kadar Petersburg’da da etkili durumdaydı. 1882’de Fransa’dan korkan İtalya’nın da katılmasıyla İkili İttifak Üçlü İttifak’a dönüştü. Görünüşte Bismarck kazanmıştı. Fransa’nın müttefiki yoktu. Balkanlar’daki iki büyük karşıt güç de etkisi altındaydı. Ama çok geçmeden Bulgaristan nedeniyle Avusturya ve Rusya’nın arası açıldı ve birlik yeniden dağıldı. Bismarck’m müdahalesiyle savaş önlenmekle birlikte Habsburglarla Romanovların ilişkileri artık düzelemeyecek kadar bozulmuştu. Bismarck 1887’de Rusya’yla ayrı bir antlaşma imzaladı, ama o daha başbakanlıktan ayrılmadan Fransa’yla Rusya yakınlaşmaya başladı.
Bismarck barışçı politikalarıyla Avrupalı liderlerin saygısını kazandı. Sorun Junker’ lerin ve sanayi burjuvazisinin yönlendirdiği bu gelişen sanayileşmiş gücün öbür Batılı güçlerin kurduğu sömürge imparatorlukları karşısında aynı politikayı sürdürüp sürdüremeyeceğiydi.
1890-1914 arasında siyaset.
Bismarck’ın kurduğu siyasal yapı pek az değişiklikle 1918’e değin korundu. Ama ardılı Leo von Caprivi iç politikada farklı bir yol tuttu. İlk kez siyaset sahnesine çıkan Caprivi askerdi. Şaşırtıcı bir kararla merkez ve sol partilerle çalışmayı seçti; onların desteğiyle tahıldan alman gümrük vergilerini indirdi; Rusya, Avusturya-Macaristan ve Romanya’yla uzun vadeli ticaret anlaşmaları yaptı. Bunların sonucunda gıda maddeleri fiyatları düştü ve sanayi gelişti. Ulusal zenginlikle birlikte sanayi işçilerinin yaşam düzeyi de yükseldi. Caprivi, çıkarları zedelenen Junker aristokrasisi tarafından istifaya zorlandı ve onun düşüşü, izleyen başbakanlara toprak sahiplerine muhalefetin tehlikelerini öğretti. 190009 arasında başbakan olan Bernhard von Bülow, Caprivi’nin ticaret politikasını terk etti ve büyük sanayiyle büyük tarım arasındaki ittifakı yeniden kurdu.
20. yüzyıla girerken imparatorluk büyük bir bunalımın eşiğinde görünüyordu. Avrupa’nın en canlı ekonomisine sahip ülkenin otoriter siyasal sistemi felce uğramıştı. Kentsel seçmen kitlesinin büyümesiyle her seçimde oylarını artıran SPD 1890’da çoğunluk sağlayamamakla birlikte birinci parti durumuna geldi; 1891 Erfurt Kongresi’nde devrimci Marksist bir program benimsedi; 1912’ye gelindiğinde seçmen desteği izleyen iki büyük partinin toplam seçmen desteğini aşmıştı. SPD gibi Merkez Partisi’nin de kitle tabanı vardı. Muhafazakârlar, Ulusal Liberaller ve İlericiler ise geleneksel seçkinlerin önderlik ettiği, sürekli gerileyen partilerdi. Liberaller ve Muhafazakârlar Reichstag'daki ağırlığını yitirirken toplumda ilk kez parlamento dışı çıkar gruplan belirdi. PanGermen Birliği, Donanma Birliği, Çiftçiler Birliği ve Sömürgeler Birliği gibi bu gruplar otoriter bir siyaseti ve yayılmacı bir dış politikayı savunuyordu. Çiftçiler Birliği dışında hepsi eğitimli orta sınıfa dayanıyor, önderleri arasında profesörler bulunuyordu. Bu gruplar karar alma sürecini etkilemekte olağanüstü başarı gösterdi.
İmparatorluk döneminin son seçimlerinde (1912) SPD oyların yüzde 34,8’ini ve meclis üyeliklerinin 110’unu alarak büyük bir zafer kazandı. Güneyde Württemberg tam bir parlamenter yönetime yöneliyordu; AlsaceLorraine’e de şaşılacak kadar geniş bir özerklik tanınmıştı. Dolayısıyla imparatorlukta temsili demokrasiye doğru bir evrimin belirtileri vardı. Buna karşılık Saksonya ve Hamburg Prusya’dan da kısıtlayıcı bir seçim yasası benimsemişti. Hepsinden önemlisi Junker’lere, askeri ve sivil bürokrasiye dayanan, çoğu profesör tarafından da desteklenen Prusya daha fazla demokrasiye kesinlikle karşı çıkıyordu.
1890-1914 arasında ekonomi.
Alman sanayisi 1890 sonrasında soluk kesici bir hızla olgunluğa erişti. 1895-1907 arasında makine sanayisinde işçi sayısı iki katma çıktı. Amerika’ya göç 1880’lerde yılda 130 binden, 1890’ların ortalarında yılda 20 bine düştü.' Prusya’nın doğusundaki nüfus fazlası Ruhr Havzasındaki fabrikalara yöneldi. Alman mallan Fransa dışında kıtadaki bütün büyük pazarları ele geçirdi.
Yüzyılın sonuna gelindiğinde hem ulusal gelirin, hem de nüfusun ağırlığı kentsel sanayi sektörüne kaydı. 1910’da nüfusun yüzde 60’ı kentlerde yaşıyordu. 1913’te gayri safi milli hasılanın yüzde 60’ı sanayiden kaynaklanıyordu. 1912’de toplam sendikalı işçi sayısı 3,7 milyon, sosyalist sendika üyeleri 2,5 milyondu. 1911’de 13,2 milyon işçi sosyal güvenlik kapsamındaydı. İşverenlerin bütün otoriterliğine karşın işçiler önemli kazanımlar elde etti; 1867-1913 arasında günlük çalışma saatleri yüzde 14 kısaldı. Kişi başına ulusal gelir 1871’de 352 marktan 1914’te 728 marka çıktı. Ama siyasal hakların birçoğundan yoksun olduklarından sanayi işçileri, çoğu kez Katolik bile olsalar, devrimci sosyalist partiye oy verdiler.
Sanayileşme hızlı olmakla birlikte yalnızca belli sektörlerde gerçekleşti, ekonominin öbür alanlarını çok etkilemedi. Almanya bir sanayi devine dönüşürken iki milyon Alman geleneksel zanaat dallarında çalışmayı sürdürdü. Büyük Junker mülklerinin ve kartellerin yanında cüce çiftlikler ve küçük atölyeler de var oldu. Çiftçilerin yüzde 60’ının iki hektardan az toprağı vardı. Alman fabrikaları İngiliz ve Fransızlarınkinden daha büyük, daha moderndi, ama kapitalizm öncesi sektörler bu ülkelerdekinden geriydi. Bunalım dönemlerinde geleneksel meslek sahipleri hem yurtsever, hem antikapitalist bir ideoloji olarak çoğu kez Yahudi düşmanlığına yöneldiler.
1890-1914 arasında dış politika.
Bismarck’ m ardılları onun dış politika ilkelerinden hemen vazgeçtiler. Rusya’yla 1887’de imzalanmış olan antlaşmayı kaldırdılar. 1894’te Rusya Fransa’nın müttefiki oldu. Fransa yalnızlıktan kurtulurken, Almanya’nın Balkanlardaki etkisi azaldı; İngiltere’yle yakınlaşma çabaları ise çok önemsiz kaldı.
1897-1912 arasında II. Wilhelm, kurnaz bir politikacı olan donanma danışmanı Alfred von Tirpitz’le birlikte Weltpolitik (dünya politikası) adıyla bilinen yayılmacı politikayı uygulamaya koydu. Almanya’nın önemsiz deniz gücü 10 yıldan biraz fazla zaman içinde Ingiltere’den sonra ikinci sıraya yükselmiş, okyanuslarda öteki ülkelere meydan okuyabilecek yeni savaş gemileri yapılmıştı. Tirpitz usta bir propagandacıydı; güçlü imparatorluk düşünü tüccar ve sanayici orta sınıfa aşıladı. Donanma onların ticaret gemilerini de koruyacak, ayrıca tahta bağlılığı artırarak sol partilerin büyümesini önleyecekti. Weltpolitik büyük bir başarısızlıkla sonuçlandı. Emperyalist dünyaya geç gelen Almanya en değerli sömürgeleri rakiplerine kaptırmıştı. Ele geçirdiği birkaç küçük yer donanmaya akıtılan paranın karşılığı olarak görülemezdi. Üstelik Tirpitz’in planı İngiltere’nin Almanya tehlikesine karşı önlem almasına yol açtı. İngiltere 1902’de Japonya’yla ve 1904’te Fransa’yla birer anlaşma imzaladı. 1907’de ise Rusya’yla anlaşmazlıklarını gidererek Fransa’nın da katılımıyla Üçlü itilafı oluşturdu. Böylece Almanya kendini üç büyük güçle çevrilmiş buldu.
Bismarck yönetiminde 20 yıl çatışmadan kaçman Almanya izleyen dönemde hemen her yere karışmaya başladı. 1890’larda Çin’e müdahalesi Japonya’nın tepkisini çekti. Rusya’yı ilgilendiren Osmanlı Devleti üzerindeki etkisi, Fransa’nın unutamadığı ise 1870 yenilgisiydi. Almanya İngiltere’nin de düşmanlığını kazanınca Bismarck’ın kâbusu olan koalisyon gerçekleşti. Alman yönetimi 1905 ve 1911’de iki kez Fas sorunundan yararlanarak koalisyonu dağıtmayı denedi, ama bazı ödünler almakla birlikte Üçlü İtilafı bozamadı. 1912’de Başbakan Theobold Bethmarın Holhveg ve bakanları Weltpolitik’ in başarısızlığını kabul ettiler. 1894’ten beri genişletilmeyen orduya yeniden ağırlık verildi. İtalya güvenilir olmaktan çıktığı için artık tek sağlam müttefik Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’ydu ve onun istikrarının bozulması Almanya’yı tam bir yalnızlığa itecekti.
Avusturya veliahtı Arşidük Franz Ferdinand Haziran 1914’te bir Sırp teröristi tarafından öldürüldü. Böyle bir olayın üstüne kararlılıkla gitmeyen bir AvusturyaMacaristan İmparatorluğu’nun geleceği parlak olamazdı. II. Wilhelm ve başbakanı Sırbistan’a karşı sert önlemler alınmasında direttiler ve savaş çıkacak olursa Avusturya’ya koşulsuz bağlılıklarını bildirdiler.
kaynak: Ana Britannica