Arama

Almanya ve Almanya Tarihi - Tek Mesaj #15

Safi - avatarı
Safi
SMD MiSiM
14 Mayıs 2016       Mesaj #15
Safi - avatarı
SMD MiSiM

I. Dünya Savaşı.


I. Dünya Savaşı’nm ilk günlerinde Almanya’da bütün sınıf, din ve siyasal görüş ayrılıkları unutuldu. Bütün partiler ve hatta SPD savaş harcamalarını onayladı. Oysa Almanya tehlike içindeydi. İtilaf Devletleri denizlerde güçlüydü; nüfusları Almanya’nınkinin üç katıydı; sömürge imparatorlukları ve ABD aracılığıyla ulaşabildikleri zengin doğal kaynakları vardı. Hemen abluka altına alman Almanya ise yalnızca kendi kaynaklarından ve savaşa katılmayan Hollanda, Danimarka ve İsviçre gibi komşularının kaynaklarından yararlanabilirdi. Buna karşılık iki cepheli bir savaşta büyük önem taşıyacak iç geçitlere ve birleşik komuta yapısına sahipti. İtilaf Devletleri birleşik komutadan yoksundu.

Alman genelkurmay başkanı Alfred von Schlieffen’in planı Belçika üzerinden Fransa’ya büyük bir orduyla saldırmak ve ahise kiz hafta içinde Paris’e ulaşmaktı. Doğuda Rusya’ya karşı küçük bir ordu bırakılacak, Fransa yenildikten sonra asıl ordu doğuya dönüp Rusları Doğu Prusya’dan çıkaracaktı. Schlieffen savaş başlamadan öldü; yerini Helmuth von Moltke aldı. Batıda Alman orduları Belçika’yı geçti, ama Marne Çarpışması’nda (Eylül 1914) durduruldu. Bu arada Osmanlı Devleti Almanya’nın yanında savaşa girdi. Yeniden görev verilen 67 yaşındaki Paul von Hindenburg, Tümgeneral Erich Ludendorff’la birlikte doğuya gönderildi ve Tarınenberg’de Rus ordularını yendi (Ağustos 1914). Batı cephesi uzun ve yıpratıcı bir savaşa sahne oldu. Ver dun, Somme ve Ypres’deki büyük çarpışmalara karşın iki taraf da İsviçre sınırından Manş Denizine kadar uzanan siperlerinden 50 km’den fazla uzaklaşamadı. Doğuda ise Müttefikler Rusya’ya karşı bir dizi zafer kazandılarsa da 1917 Ekim Devrimi’ne değin Rusya’yı savaş dışı bırakamadılar.

Moltke’den sonra genelkurmay başkanlığına getirilmiş olan Erich von Falkenhayn 1916’da görevden alındı. Ludendorff la birlikte onun yerine getirilen Hindenburg da tıpkı Falkenhayn gibi savaşın sonucunu batı cephesinin belirleyeceğine inanıyordu. Ama 1915’te İtalya’nın, 1916’da da Romanya’nın İtilaf Devletleri’ne katılmasıyla Müttefiklerin yıpratma savaşında hiçbir şansı kalmamıştı. Hindenburg ve Ludendorff fiilen Almanya’nın hükümdarları durumuna geldiler ve bütün toplumu seferber ettiler. Nüfusun yüzde 18’i askere alındı; bu 11 milyon askerin yaklaşık 2 milyonu öldü. Ülkede açlık baş gösterdi. 1916’da bağımsız bir Polonya devletinin oluşturulması o sıralarda beliren Rusya’yla ayrı bir antlaşma yapma olanağını yok etti. 1917’de ABD’yi savaşa katacağını bile bile “sınırsız” denizaltı savaşı başlatıldı. Nisan 1918’de Ludendorff ABD başkanı Woodrow Wilson’m önerdiği On Dört Madde’yi reddederek büyük bir saldırıya geçti. Askeri ve sivil liderler Reichstag’ ın 1917’de kabul ettiği toprak ilhakına yer vermeyen barış kararını hiçe sayarak 191718’de Rusya ve Romanya’ya ağır barış koşullarını kabul ettirdiler.

Ad:  almanya24.jpg
Gösterim: 484
Boyut:  64.6 KB
(Soldan sağa) General Hindenburg, İmparator II. Wilhelm ve General Ludendorff Dünya Savaşı sırasında

Nisan 1918’deki Ludendorff saldırısı batıda büyük engeller aştı. Ama ilk başarıların sürdürülmesini sağlayacak yedek güçler yoktu. Yaklaşık bir milyon ABD askeriyle birlikte karşı saldırıya geçen İtilaf Devletleri kısa sürede inisiyatifi ele aldılar. Alman kuvvetleri yavaş yavaş çekilmeye başladı ve 8 Ağustos’ta Kuzey Fransa’da ağır bir yenilgiye uğradı. II. Wilhelm Prens Maximilian von Baden’in başkanlığında daha liberal bir hükümeti işbaşına getirdi. Yeni hükümet ateşkes istedi. Ama görüşmeler sonuçlanmadan donanmada devrimci ayaklanma başladı; devrim orduda ve kentsel işçi sınıfı arasında da yayılınca II. Wilhelm krallık ve imparatorluk tacını bırakmak zorunda kaldı. Yenilmiş Almanya’da iktidarı Sosyal Demokratlar üstlenirken, savaşın askeri ve sivil liderleri sorumluluktan kaçtı. Almanya adına Merkez Partisi’nden bir sivilin, Matthias Erzberger’in imzaladığı ateşkes 11 Kasım 1918’de yürürlüğe girdi.

ALMAN CUMHURİYETİ, 1918-33.


9 Kasım 1918’de Almanya’da “kaza sonucu” bir cumhuriyet ilan edildi. Prens Maximilian başbakanlığı “Çoğunluktaki Sosyalistler” olarak adlandırılan kesimin önderi Friedrich Ebert’e devretti. Başlıca görevi devrimi önlemek olan Ebert bunun ancak Almanya’ yı bir anayasal monarşiye dönüştürmekle sağlanabileceğine inanıyordu. Dolayısıyla yeni anayasayı yapacak kurucu meclisin oluşturulması için seçime gitmek gerekiyordu.
Devrimin yenilgisi, 1918-19. Ama Ebert’i zor günler bekliyordu. Savaş yorgunu Almanya’da imparatorluk düzeninin ve imparatorun saygınlığı kalmamıştı. Ülkenin her yanında yakıt ve yiyecek sıkıntısı çekiliyordu. Bütün Avrupa’yı saran grip salgını Almanya’da daha da etkili oluyordu. Yalnızca 18 Ekim’de Berlin’de 1.700 ölüm bildirilmişti. Münih’teki Bağımsız Sosyalistler 8 Kasım’da Bavyera kralı III. Ludwig’i tahtı bırakmaya zorlamışlar ve Bavyera’da bir sosyalist cumhuriyetin kuruluşunu ilan etmişlerdi. Kasımın başlarında, Kiel’deki donanma ayaklanmasından önce Kuzey Denizi ve Baltık Denizi kıyılarındaki liman kentleri denizci, işçi ve asker konseylerinin (Rate) eline geçmişti. Berlinli radikal önderler Kari Liebknecht ve Rosa Luxemburg Rusya örneğini izleyerek Almanya’da bir
işçi ve asker konseyleri cumhuriyeti (Râterepublic) kurmak istiyorlardı. Ebert 9 Kasım’ da Reichstag'da hükümetin sorumluluğunu üstlenirken, Liebknecht 1,5 km ötedeki terk edilmiş imparatorluk sarayının önünde taraftarlarını ayaklanmaya çağırıyordu.

Liebknecht’in konuşması sürerken Reichstag önünde kızgın bir kalabalık toplanmaya başladı. Ebert binadan ayrılmış olduğu için arkadaşı Philipp Scheidemarın bir konuşma yapmak zorunda kaldı ve kalabalığın değişim isteklerine yanıt vermek için konuşmasının bir yerinde, “Yaşasın Alman Cumhuriyeti!” demiş bulundu. Ebert arkadaşının “kazayla” ilan ettiği cumhuriyeti duyunca çılgına döndü, ama artık geri dönüş yoktu. Kuracağı geçici hükümete destek sağlamak için Bağımsız Sosyalistler’e üç üyelik verdi; geçici hükümeti Halk Komiserleri Konseyi olarak adlandırmayı ve Almanya’yı anlamı pek belirgin olmayan bir sosyal cumhuriyete dönüştürmeyi kabul etti. Bir yandan da kurucu meclis seçiminin ülkede ılımlı demokratik bir cumhuriyetin yolunu açacağını umuyordu.
Çöküşün eşiğine gelmiş Almanya’da Çoğunluktaki ve Bağımsız Sosyalistler geçici bir yönetim için birleştiler. 11 Kasım’daki ateşkes savaşa son vermiş, ama İtilaf Devletlerinin ablukası kalkmamıştı. 1918-19 kışı bütün sıkıntılarıyla sürüyordu; cepheden dönen yüz binlerce asker kırgın, aç ve işsiz kalabalıklar oluşturuyordu.
Liebknecht’in ve onun kadar istekli olmayan Luxemburg’un önderlik ettiği devrim 6 Ocak 1919’da başladı. Artık resmen Almanya Komünist Partisi adını almış olan Spartakistler Berlin’de kitle gösterilerini başlattılar ve kısa zamanda yönetim ve iletişim merkezlerini ele geçirdiler.
Ama “Spartakist Hafta”nm olayları Almanya’nın henüz devrime hazır olmadığını ortaya koydu. Luxemburg’un korkusu gerçekleşti ve Alman işçilerinin komünizmi kitlesel olarak desteklemediği, çoğunun Bağımsız Sosyalistler’den yana olduğu ya da Ebert’in daha ılımlı demokratik sosyalist görüşlerini benimsediği anlaşıldı. Ayrıca, Alman ordusu toparlanmaya başlamış ve sola kayış önlenmişti. Aralıkta Freikorps (Özgür Birlikler) olarak bilinen ve gönüllülerden oluşan sağcı birlikler gizlice eğitilmeye başlamıştı. Bu birlikler sonraki yıllarda ülkedeki karşıdevrimin vurucu gücünü oluşturdu. Spartakistlerin Berlin’le sınırlı kalan ayaklanması 3 bin kadar Freikorps üyesi tarafından bir haftada bastırıldı. Liebknecht ve Luxemburg 15 Ocak’ta yakalanarak kurşuna dizildiler. Sonraki aylarda Almanya’ nın çeşitli yerlerinde ayaklanmalar görülmekle birlikte Berlin’deki yenilgi devrimin yazgısını belirlemişti. 4 Nisan 1919’da Bavyera’da ilan edilen Râterepublic radikal umutları kısa bir süre için canlandırdıysa da, Freikorps Bavyera Cumhuriyeti’ni ay sonunda yok etti.

Spartakistlerin başarısızlığı Ebert’in şansını artırdı. 19 Ocak 1919’da yapılan ve ilk kez kadınların da oy kullandığı seçimde Ebert’in demokrasi anlayışı büyük bir zafer kazandı. Seçmenlerin yüzde 75’i Almanya’da demokratik bir sistemin kurulmasından yana olan partilere oy verdiler. Meclis 6 Şubat 1919’da Berlin’in radikal siyasal ortamından uzakta, daha güvenli bulduğu Weimar’da toplandı. Ebert cumhurbaşkanlığına, Scheidemarın başbakanlığa seçildi.
18 Ocak 1919’da I. Dünya Savaşı’ndan galip çıkan ülkelerin temsilcileri barış görüşmeleri için Paris’te toplandı. Almanya’nın yeni yönetimi bu görüşmelere büyük umut bağlamıştı. Woodrow Wilson’m On Dört Madde’sinin kendi kaderini belirleme ve demokrasiye geçme gibi iki temel konuda Almanya’nın yararına hükümler getirdiğini düşünüyorlardı. Ama beklenen olmadı. Alman heyeti ancak nisan başında Paris’e çağrıldı ve Almanya’nın kardeş bir demokrasi olarak değil, hâlâ Avrupa’nın “kötü huylu çocuğu” gibi görüldüğü ortaya çıktı. Barış görüşmesi olmayacaktı; Almanya eline tutuşturulan antlaşma metnini imzalamak zorundaydı.

Versailles Antlaşması.


Antlaşma metnindeki birçok hüküm Almanların beklediği gibiydi. Alsace-Lorraine’in Fransa’ya geri verilmesi ve Belçika sınırında yapılan birkaç küçük değişiklik sürpriz sayılmazdı. Kuzey Schleswig’deki DanimarkalI nüfusun Danimarka’ya katılması ya da Almanya’da kalması için plebisit yapılması da ulusların kendi kaderini belirleme ilkesiyle uyum içindeydi. Ama aynı ilkenin Avusturya’daki Almanlar için de uygulanmasıbeklenirdi. Almanya için daha ciddi sonuçlar doğuran hüküm, zengin kömür madenlerinin bulunduğu Saarland’ın Milletler Cemiyeti’nin denetimine geçmesi ve buradan çıkarılan kömürün savaş sonrası inşa giderlerine katkıda bulunmak için Fransa’ya verilmesiydi.
Almanya doğuda Batı Prusya eyaletini yeni kurulan Polonya’ya vermek zorunda kaldı. Danzig (Gdansk) Milletler Cemiyeti’nin sürekli denetimi altında özgür kent ilan edildi. Posen eyaletinin büyük bölümü gene Polonya’ya verildi. Almanya daha sonra yapılan bir plebisit sonucunda zengin kömür madenlerinin bulunduğu Yukarı Silezya’nın önemli bir bölümünü yitirdi.

Almanya ayrıca denizaşırı sömürgelerinden vazgeçmek zorunda bırakıldı. Yabancı ülkelerdeki mali kuruluşlarının çoğu elinden alındı; ticaret filosu da savaş öncesindeki hacminin onda birine indirildi.
Almanya’nın silahtan arındırılmasına ilişkin antlaşma hükümleri ise, İtilaf Devletleri önderlerine göre, dünya ölçeğindeki bir silahsızlanma sürecinin ilk adımını oluşturuyordu. Alman ordusu 100 bin kişiye indirildi; tank, zehirli gaz ve savaş uçağı üretimi yasaklandı. Alman-Fransız sınırında sürekli olarak askerden arındırılmış bir bölge bulunacak, Alman silahlı kuvvetleri Ren’in 50 km doğusundaki bir hattın gerisinde kalacaktı. Donanmadaki asker sayısı 15 bine indirildi; 6 savaş gemisine ve 30 daha küçük gemiye izin verildi. Ayrıca Alman genelkurmayı dağıtıldı.
Gene de Almanlar için en yaralayıcı hükümler onur maddeleri olarak bilinen 227230. maddelerdi. Buna göre İtilaf güçleri imparator dahil tek tek Almanları savaş suçlusu olarak yargılayabileceği. Almanya aynca 132 milyar altın mark savaş tazminatı ödeyecekti.

Antlaşma hükümleri Weimar’daki geçici hükümeti ayağa kaldırdı. Scheidemarın ve ordunun yeniden savaşacak gücü olmadığını açıklayan ordu komutanı Paul von Hindenburg istifa ettiler. Ama İtilaf Devletleri’nin verdiği bir ültimatomdan sonra Almanya 28 Haziran 1919’da antlaşmayı imzalamak zorunda kaldı.
Weimar Anayasası. Versailles Antlaşmasının imzalanmasından bir ay sonra Weimar kurucu meclisi yeni anayasa taslağını hazırladı. Ortaya çıkan metin o dönemin en demokratik anayasası olarak geniş ilgi gördü. Anayasaya göre dış politika ve silahlı kuvvetler üzerinde dikkate değer bir yetkisi olan cumhurbaşkanını halk seçiyordu. Başbakan cumhurbaşkanınca atanıyordu ve hükümet nispi temsille seçilen millet meclisinden (Reichstag) güvenoyu almak zorundaydı. Üst meclis (Reichsrat) federal eyalet hükümetlerinin belirlediği delegelerden oluşuyordu.
Weimar Anayasası’nm en yenilikçi özelliklerinden biri halk inisiyatifi ve referanduma ilişkin hükümleriydi. Buna göre seçmenler Reichstag'a yasa önerisinde bulunabilecek ve meclisi öneriyi oylama konusunda zorlayabilecekti. Öneri mecliste kabul edilmezse referanduma gidilerek, Reichstag'm iradesine karşın yasalaşması sağlanabilecekti.
Weimar Anayasası 11 Ağustos 1919’da resmen yürürlüğe girdi. Eylülde hükümet Berlin’e taşındı. Ama cumhurbaşkanı ve Reichstag seçimleri için ortamın henüz yeterli ölçüde güvenli olmadığı düşünülüyordu. Ebert’in geçici cumhurbaşkanlığı dönemi üç yıl uzatıldı; Reichstag seçimi Haziran 1920’ye ertelendi.
Bunalım yılları, 1920-23. Yeni Alman demokrasisi ilk yıllarım büyük çalkantılarla geçirdi. Savaşın getirdiği düş kırıklığı Versailles Antlaşmasıyla daha da pekişti. Antlaşmanın uyandırdığı nefret cumhuriyetin sosyalist ve demokrat kurucularına yöneltildi; bunların savaşın son aşamalarında Almanya’yı arkadan vurdukları iddia edildi. Saldırgan Freikorps birlikleri Alman siyasal yaşamına vahşeti getirdi. Mart 1920’de bu birliklerden biri Berlin hükümetini kısa bir süre için ele geçirdi. Darbeyi tutucu siyaset adamı Wolfgang Kapp planlamıştı, ama Kapp darbesi Berlinli sosyalist ve komünist işçilerin genel grevi sonucu başarısızlığa
uğradı. Benzer bir sağcı darbe ise.Bavyera’ da başarıya ulaştı. 1922 sonuna gelindiğinde ülkede 400 siyasal cinayet işlenmişti.

Bunalımın etkileri Haziran 1920 seçiminde açıkça görüldü. Daha önce oyların yüzde 75’ini almış olan ve sosyalist SPD, Katolik Merkez Partisi ile Demokratlardan oluşan Weimar koalisyon partileri ancak yüzde 43,5 oranında oy toplayabildiler. Hızla yükselen enflasyon da bunalımı derinleştiren nedenlerden biriydi. Enflasyonun temelinde Almanya’nın savaş giderlerini karşılamak için girdiği ağır borç yükü yatıyordu, ama 1923’teki hiperenflasyon Fransız-Belçika birliklerinin şubatta sanayi merkezi Ruhr Havzasını işgal etmesiyle başladı. Hükümet işgale boyun eğmedi ve bölgedeki fabrikaların kapatılmasını istedi. Boşta kalan işçilerin ücretleri sonraki aylarda değeri her an düşen paralarla ödendi. 1923’ün ortasına gelindiğinde Alman Markı her dakika değer kaybetmeye başladı. Sabah 20 bin mark olan ekmeğin fiyatı akşamüstü 5 milyon marka çıkıyordu. Her şeyin çöktüğü 15 Kasım’da 1 Amerikan Doları’nın değeri 4,2 trilyon Alman Markı idi.
Hiperenflasyon sağ ve sol radikalizmi ateşledi. Komünistler devrim için uygun bir ortamın doğduğunu düşünüyorlardı. Münih’te Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi adlı küçük bir örgütün önderi Adolf Hitler öteki sağcı grupları birleştirmeye çalışıyordu. Hitler Kasım 1923’te başarısız bir darbe girişiminde bulundu; amacı Bavyera’dan Berlin’e milliyetçi bir yürüyüşü örgütlemekti. Ama sağ ve sol radikalizm umduğunu bulamadı. Hükümet bir para reformu yaptı; Ruhr’daki işgali sona erdirmek için savaş borçlarını yeni bir takvime bağladı ve Ruhr’da pasif direniş politikasına son verdi.

Weimar Rönesansı.


1920’lerin başlarındaki siyasal ve ekonomik kargaşaya karşın Almanya’nın kültürel ve düşünsel yaşamında önemli gelişmeler oldu. 19. yüzyıl sonundan başlayarak Avrupa’daki estetik duyarlığı dönüştürmeye başlayan modernist devrim Weimar Rönesansı olarak adlandırılan bu dönemde Almanya’da yankı buldu. Modernizmin geleneği reddeden yaklaşımıyla Almanların savaşta yok olanların yerine yeni anlam ve değerler bulma gereksinimi tam olarak uyuşuyordu. 1918’in sonlarında cepheden dönen genç mimar Walter Gropius, “Bir dünya yıkıldı; şimdi radikal bir çözüm bulmalıyız,” diyordu. Gropius 1919’da Weimar’daki Bauhaus tasarım okulunun kurucusu ve ilk yöneticisi oldu. Bu okul Almanya’da modernizmin estetik ve kültürel görüşünü dile getiren en önemli kurumdu. Bauhaus sanatçıları bir önceki yüzyılın sanatsal üsluplarını bütünüyle reddediyorlardı.
Ad:  almanya25.jpg
Gösterim: 384
Boyut:  100.5 KB

Bauhaus’un dışında George Grosz, Max Beckmarın ve Otto Dix gibi ressamlar dışavurumculuğu benimsediler; gerçeğin kendisi yerine gerçek karşısındaki duygusal yanıtlarını tuvale dökmek istiyorlardı. Arnold Schoenberg, Anton von Webern ve Alban Berg gibi besteciler yüzyıllardır süregelen geleneği kırarak tonal müziği reddettiler. Popüler ve ciddi müziğin buluşma noktasında besteci Kurt Weill şair Bertolt Brecht’le işbirliği yaparak Die Dreikroschenoper’in (1928; Üç Kuruşluk Opera) yaratılmasına katkıda bulundu. D as Kabinet des Dr. Caligari (1919; Dr. Caligarfnin Muayenehanesi) gibi filmlerde yaşamın yüzeysel görünümlerinin arkasındaki rahatsız edici gerçekleri araştırmak için çarpıtılmış dekorlar ve alışılmamış kamera açıları kullanılmıştı.
Ama geleneğe yönelen modernist saldırıdan herkes hoşnut değildi. Operalar ve tiyatro oyunları çoğu zaman öfkeli seyircilerce yanda kesiliyordu. Richard Wagner’in oğlu Siegfried Wagner, babasının Der fliegende Hollânder (1843; Uçan HollandalI) yapıtının modernist uyarlamasını kınayarak bu uygulamayı “kültürel Bolşevizm” olarak niteledi. Bu hareketli ortamın dışında kalmayı yeğleyen sanatçılar da vardı. Örneğin romancı Thomas Marın dünyayı Alman kültürünün yüce doruklarından gözlemeyi seçmişti. Bu çabası ona 1929 Nobel Edebiyat Ödülü’nü getirecekti.

Ekonomik ve siyasal istikrar yılları.


1923’ün sonlarında Alman parasının istikrar kazanmasının ardından 1924’te Ruhr bölgesinin işgaline son verildi ve daha gerçekçi bir ödeme planı yapıldı. Dawes Planı çerçevesinde gerçekleştirilen bu uygulamalara ek olarak Almanya’ya 800 milyon altın mark borç verildi. Bu önlemlerin etkisi kısa sürede görüldü ve 1927’de Alman sanayi üretimi 1913 yılı düzeyinde gerçekleşti. Gene 1927’de Reichstag’m zorunlu işsizlik sigortası uygulamasını kabul etmesiyle toplumsal uzlaşma yolunda önemli bir adım atıldı. Siyasal uzlaşmanın bir göstergesi ise ölen Friedrich Ebert’in yerine 1925’te 77 yaşındaki Hindenburg’un seçilmesiydi. Bir demokrat olmamakla birlikte, yaşlı feltmareşal anayasayı ve cumhuriyeti koruma görevini ciddiyetle yerine getirdi.
1924’ten 1929’a değin Alman dış politikasına Dışişleri Bakanı Gustav Stresemarın yön verdi. Stresemarın Versailles’m etkisini, antlaşmanın hükümlerine inatla karşı çıkarak değil, koşullarını yerine getirerek hafifletmek gerektiğine inanıyordu. Bu anlayışın ilk örneği Aralık 1925’te imzalanan Locarno
Paktı antlaşmalarında görüldü: Almanya savaş sonrası belirlenen Fransa ve Belçika sınırlarını kabul ediyor, doğuda Polonya ve Çekoslovakya ile çıkacak sınır anlaşmazlıklarında uluslararası hakemliği tanıyacağını belirtiyordu. Eylül 1926’da Almanya Milletler Cemiyeti’ne kabul edildi. 1928’de saldırgan savaşa başvurmayı yasadışı ilan eden Kellogg-Briand Paktı’nı imzaladı.

Ülkedeki ekonomik ve siyasal istikrarın etkisi Mayıs 1928’de yapılan Reichstag seçimlerinde görüldü. Sistem karşıtı partiler toplam oyların yüzde 13’ünü alabildi (Naziler yüzde 2,6; komünistler yüzde 10,6). 1929’daki Young Plam’yla Almanya’nın savaş tazminatı 37 milyar altın marka indirildi ve ödeme süresi 1988’e değin uzatıldı. Bu miktar 1921’deki toplam borcun üçte birinden azdı. Young Planı ayrıca İtilaf Devletleri Tazminat Komisyonu’nun dağıtılmasını öngörüyordu.
Alman hükümeti Ağustos 1929’da Young Planı’m resmen onayladı. Ama bu planı Almanya’nın aşağılanmasının başka bir biçimi olarak gören sağ kanat partileri, Alman Ulusal Halk Partisi (DNVP) ve bu partinin başkanı Alfred Hugenberg önderliğinde anayasanın halk inisiyatifi ve referandum hükümlerini işletmek üzere harekete geçtiler. Basın ve sinema sanayisi kralı Hugenberg milliyetçi kampanyayı yürütmek üzere Adolf Hitler’i görevlendirdi. Ama halkoylamasında sağ kanat ancak yüzde 13,8’lik bir destek bulabildi.

Cumhuriyetin sonu.


Young Plam’na karşı yürütülen kampanyanın öngörülmeyen bir sonucu, o zamana değin adı pek duyulmamış olan Hitler’in, Hugenberg’in denetimindeki gazeteleri ve sinema haberlerini kullanarak yaygın bir propaganda etkinliği yürütmesiydi. Hitler’in işine yarayan ikinci gelişme ise 29 Ekim 1929’da Wall Street’te borsanın çökmesiydi. Büyük Bunalım’la birlikte ABD’li yatırımcılar Almanya’ya verdikleri toplam 15 milyar mark tutarındaki borcu geri çekmeye başladılar. 1929’un son ayında hisse senedi fiyatları hızla düştü; iflaslar birbirini izledi, işsiz sayısı 1930’da 3 milyona, 1932 kışında 6 milyona çıktı. Alman sanayisi yüzde elli kapasiteyle çalışıyordu ve dış ticaret hacmi 1929’dan 1932’ye değin üçte iki oranında azaldı.
Ekonomik bunalımın ilk ciddi etkisi Mart 1930’da görüldü. 1927’de uygulamaya konan işsizlik sigortası programının artan yükü koalisyonun dağılmasına yol açtı. Yeni bir koalisyon kurulamayınca Almanya’da parlamenter demokrasi son buldu. Cumhurbaşkanı Hindenburg anayasanın 48. maddesinin kendisine tanıdığı acil durum yetkilerini kullanarak Katolik Merkez Partisi başkanı Heinrich Brüning’i başbakanlığa getirdi. Brüning 30 Mayıs 1932’ye değin arkasında parlamento çoğunluğu olmadan hükümeti yürüttü. İyi niyetli deflasyonist politikaları bir sonuç vermedi. Eylül 1930’da seçime gitmesi ise Nazilerin (yüzde 18) ve komünistlerin (yüzde 13) oylarını artırmalarını sağladı.

Naziler ve komünistler birbirlerinin can düşmanıydı, ama her iki grup da sonraki iki yıl boyunca Büyük Bunalım’m getirdiği siyasal ve ekonomik hoşnutsuzluktan yararlandı. Hitler’in aşırı milliyetçi ve ırkçı görüşleri, partisinin genç kadroları ve bir günah keçisi arayan halka her şeyin sorumlusu olarak Yahudileri göstermesi birçok taraftar bulmasını sağladı. Partisinin üye sayısı 1929’da 170 binden 1932’de 1 milyon 378 bine çıktı; yarı askeri S A (Sturmabteilung) örgütü de hızla büyüdü. Komünistler ise Hitler’in tersine etki alanlarını işçi sınıfının dışına yayamadılar. Stalin’in parti üzerindeki denetiminin artmasıyla siyasal esneklikleri sınırlandı. Hitler’i ve Nasyonal Sosyalizmi ise kapitalizmin son aşamasının bir ürünü olarak görüyorlardı.
1931-32 kışında bunalım bütün şiddetiyle sürdü. 1932 eyalet seçimleri ve cumhurbaşkanlığı seçimi kampanyalarıyla geçti. Yeniden adaylığını koyması için zorla ikna edilen 84 yaşındaki Hindenburg seçimi kazandı. Rakibi Hitler ise oyların yüzde 37’sini aldı. Hindenburg Mayıs 1932’de Franz von Papen’i başbakanlığa getirdi. Papen parlamentoda destek bulmak için temmuzda seçime gitti, ama ağır bir yenilgiyle karşılaştı; oyların yüzde 37’sini Nazi partisi, yüzde 15’ini de komünistler aldı. Kasımda Papen ikinci bir seçime gitti. Ama gene başarılı olamadı. Nazi oyları yüzde 33’e düşmüş, komünistlerinki ise yüzde 17’ye yaklaşmıştı. Hindenburg aralıkta Papen’in yerine ordudan arkadaşı General Kurt von Schleicher’i atadı. Hitler gene başbakanlığı elde edememişti.
1932’nin sonunda Nazi kampında büyük bir düş kırıklığı yaşanıyordu. Parti borç içindeydi ve seçim yoluyla iktidar olabileceklerine inanmayan darbeci unsurlar gittikçe daha huzursuz oluyorlardı. 7 Aralık’ta Hitler’den sonraki ikinci adam Gregor Strasser partiden ayrıldı ve politikadan çekildi.

ÜÇÜNCÜ REICH, 1933-45.


Nazi devrimi. Hitler 30 Ocak 1933’te halkın desteğiyle değil, Schleicher, Papen ve cumhurbaşkanının oğlu Oskar von Hindenburg’un yürüttükleri siyasal entrikayla başbakan oldu. Bu kişiler Hugenberg’in DNVP’si ve bir olasılıkla Merkez Partisi’nin de katılımıyla parlamentoda çoğunluğu sağlayacak bir koalisyonu ancak Hitler’in kurabileceğine inanıyorlardı. Cumhurbaşkanını Hitler’in aşırı eğilimlerinin denetim altına alınacağına ikna ettiler. Papen başbakan yardımcısı olacak, savaş, dışişleri ve ekonomi bakanlıklarına muhafzakârlar getirilecekti. Naziler ise başbakanlığı ve etkisiz içişleri bakanlığını alacaktı. Herhangi bir bakanlığın başına getirilmeyen Hermarın Göring’e bakan statüsü ve Prusya eyaletinin içişleri bakanlığı verildi. Ama böylelikle Göring Almanya’nın en geniş polis örgütünün denetimini eline geçirmiş oldu.
Naziler küçük adamı yücelten ve onu Yahudilerin denetlediği bir dünyada kurban olarak gösteren bir ideoloji getirdiler. Bu ideolojinin özü Yahudi düşmanlığına ve Alman ırkının üstünlüğüne dayanıyordu. Ayrıca Kasım 1918’den sonra gittikçe biriken kırgınlıklar peşpeşe sıralanıyordu. Versailles’m getirdiği aşağılanmanın hemen ardından büyük işletmelerden, büyük bankalardan, büyük mağazalardan, büyük sendikalardan, siyasal partilerin neden olduğu bölünmüşlükten kaynaklanan hoşnutsuzluklar geliyordu.

Ne 25 maddelik parti programı (1920) ne de Hitler’in otobiyografik Mein Kampf (1925-27; Kavgam, 1940) kitabı Almanya’ nın Nazi yönetimi altında nasıl bir biçim alacağına ilişkin bir açıklık getiriyordu. Ama Hitler ve propagandacıları köklü değişiklikler olacağını açıkça belirtmişlerdi. Üstün ırktan Almanlar Volksgemeinschaft (ırk topluluğu) içinde birbirlerine sıkı sıkıya bağlanacaklardı. Bu toplumda parti ve sınıf ayrımları ırksal bir uyum içinde aşılacaktı. Bu uyum içinde aşağı ırktan insanlar bulunamazdı. Bu yapılanmanın mantığı “Yahudi sorunu”nun çözülmesini gerekli kılıyordu. Uluslararası planda ise Hitler uzun süredir doğuda bir yaşam alanı (Lebensraum) gereksiniminden söz ediyordu. Ama ilk önce Versailles’m zincirlerinin kırılması gerekiyordu.
Merkez Partisi Ocak 1933’te kurulan NaziDNVP koalisyonuna katılmayı reddedince Hitler 5 Mart’ta seçime gitti. Naziler çok şiddetli bir kampanya yürüttüler. 27 Şubat’ tâki Reichstag yangınını fırsat bilen Hitler özgürlükleri askıya aldı, komünistlerle birlikte öteki muhalefet önderlerini tutuklattı. Seçimde oyların yüzde 43,9’unu alan Naziler, yüzde 8 oy alan DNVP ile bilikte mecliste çoğunluğu sağladılar. Bu meclis 23 Mart’taki ilk oturumunda SA’nın ve Heinrich Himmler’in komutasındaki SS’in (ıSchutzstaffel) büyük baskısı altında Hitler’e anayasayı askıya alma ve kanun gücünde kararname çıkarma yetkisini verdi.
Birkaç ay içinde Naziler bütün ülkeye egemen oldular. Federal eyaletler kaldırıldı; demokratlar, sosyalistler ve Yahudiler devlet dairelerinden ve üniversitelerden temizlendi; sendikalar kapatılarak yerine İşçi Cephesi oluşturuldu; Göring Prusya siyasal polisini gizli bir polis örgütüne dönüştürerek Gestapo’yu (Geheime Staatpolizei) kurdu; aynı işi Himmler Bavyera’da yaptı. Hitler iktidarını pekiştirmek için 30 Haziran 1934’te başta Ernst Rohm olmak üzere bütün SA yöneticilerini Himmler’e öldürttü. Cumhurbaşkanı Hindenburg ölünce Hitler 2 Ağustos 1934’te bütün cumhurbaşkanlığı yetkilerini devraldı; son adım olarak da Şubat 1938’de bütün Alman ordusunun komutasını üstlendi.

Totaliter devlet.


Amaçlanan ırk birliğine dayalı topluma ulaşmak Alman ırkının arındırılmasını ve nüfusunun artırılmasını gerektiriyordu. Naziler bu çabalarında öjenik denen ve insan soyunun genetik yardımıyla geliştirilmesini amaçlayan yeni bilim dalına da yaslanabildiler. 14 Temmuz 1933’te çıkarılan Kalıtsal Sağlığı Koruma Yasası “değersiz” görülen yaklaşık 2 milyon kişinin kısırlaştırılmasına olanak verdi. Aynı ay yeni evlilere borç verilmesini ve her doğan çocukla borcun yavaş yavaş silinmesini öngören bir yasa çıkarıldı. Analık yüceltildi. 1935’te çıkarılan Nürnberg Yasaları’yla Yahudiler ikinci sınıf yurttaş ilan edildi ve Almanlarla evlenmeleri ya da cinsel ilişkide bulunmaları yasaklandı.
Naziler Yahudilere karşı gittikçe ağırlaşan bir baskı uyguladılar. SA’larm şiddet eylemleri, Yahudileri üniversitelerden ve devlet memurluğundan çıkaran yasalar, Yahudi dükkân ve meslek sahiplerinin boykot edilmesi ve sonunda Yahudi mallarına el konması 1933-38 arasında 250 bin kadar Yahudinin göç etmesine yol açtı. Kristallnacht (9-10 Kasım 1938) olarak bilinen Yahudilere ve Yahudi mallarına yönelik büyük şiddet gösterisinden sonra Hitler, Herman Göring’i Yahudi politikasının başına getirdi. Böylece Göring Yahudilere zulmetme yoluyla üstünlük ve çıkar sağlama yarışma giren pek çok parti ve hükümet kuruluşu arasında eşgüdümün sağlanmasını üstlendi.

Yahudileri ırk topluluğunun dışında tutmak ne kadar önemliyse Alman işçi sınıfını da bunun içine çekmek o kadar önemliydi. Böylece sosyalizme yatkın işçiler milliyetçi görüşe katılacaktı. Başarının anahtarı ise milyonlarca işçiye iş bulunmasıydı. Hükümetin silahlanma ve otoyol (Autobahn) yapımı gibi bayındırlık işlerine fon ayırması yeni iş alanları açtı. Hatta 1937’ye gelindiğinde Almanya’da işgücü sıkıntısı çekilmeye başladı. Naziler işçilerde ırk bilinci ve milliyetçilik duyguları yaratmak için kamu fonlarıyla desteklenen geniş bir eğlence-tatil programını da yürürlüğe koydular. O zamana değin otomobil üst sınıfların ayrıcalığı ve bir statü simgesiyken işçilere otomobil (Volkswagen) sahibi olma fırsatını verdiler.
Amaç toplumsal sınıf ayrımlarının öne çıkmasını engellemekti.

Dış politika.


Hitler dış politikayı kendisi belirledi. İlk amacı Almanya’yı dünya olaylarında yeniden söz sahibi yapmak, Versailles Antlaşmasının utancından kurtarmaktı. Daha uzun vadeli amacı ise Almanya için bir yaşam alanı (Lebensraum) ele geçirmekti. Bu alan doğuda Sovyetler’den kazanılacak, Ukrayna Almanya’nın tahıl ambarı olacaktı. Hitler’e göre Alman ırkı Slav halklarından üstün, Bolşevikler de dünya çapındaki Yahudi komplosunun öncüsüydü. Almanya bu topraklan ele geçirerek Avrupa’da ekonomik ve askeri egemenlik kuracak, hatta sonunda dünyaya egemen olabilecekti.
Hitler bunun savaş anlamına geldiğini biliyordu. 1933’te gizlice başlattığı silahlanmayı Mart 1935’ten sonra açıkça sürdürdü. Ertesi yıl Alman kuvvetlerini askerden arındırılmış Ren Bölgesine yerleştirdi. Versailles Antlaşması ölmüştü. İngiltere ve Fransa da antlaşmayı savunmak yerine hükümlerine açıkça ters düşen anlaşmalar imzaladılar. 5 Kasım 1937’de Hitler kurmaylarını toplayarak en geç beş yıl içinde doğuda başlayacak savaşa hazırlanmalarını istedi. Bütün bunlara karşılık iktidarının ilk yıllarında sık sık barıştan söz etti. Ocak 1934’te Polonya’yla 10 yıllık bir saldırmazlık paktı imzaladı. Propaganda bakanı Goebbels’in yardımıyla Fransa, İngiltere ve ABD’yi Almanya’nın Bolşevik yayılmasına karşı Batı’nm son kalesi olduğuna inandırdı. 1936’da Japonya’yla Anti-Komintern Pakt’ı imzaladı. Almanya’yla birlikte İspanya İç Şavaşı’nda Franco’nun yardımına koşan İtalya da 1937’de pakta katıldı.
Hitler 1938’de dış politikada iki önemli adım atarak niyetinin pek barışçıl olmadığını ortaya koydu. Martta Avusturya’yı ilhak etti ve bunu Alman halkının kendi kaderini belirleme hakkına dayandırdı. Fransa ve İngiltere ses çıkarmadı. Ardından Südetler’de Alman azınlığa kötü davranıldığı gerekçesiyle Çekoslovakya ile Almanya arasında bir diplomatik bunalım yarattı. İngiltere başbakanı Neville Chamberlain’m girişimiyle savaş önlendi. Ama Chamberlain’m müdahalesi Eylül 1938’de Südetler bölgesini Almanya’ya bırakan Münih Anlaşması’yla sonuçlandı.
İngiltere ve Fransa’nın kendisini durdurmaya çalışmayacağından emin olan Hitler Mart 1939’da geri kalan Çekoslovak topraklarını aldı. Litvanya’nın Memel kentini ilhak etti. Polonya sorununun çözümünde müttefik bulmak için Mayıs 1939’da Mussolini’yle Çelik Pakt’ı imzaladı. Hemen ardından büyük bir diplomatik manevraya girişerek Polonya’yla birlikte Doğu Avrupa’nın Alman ve Sovyet nüfuz alanlarına bölünmesi konusunda Stalin’in nabzını yokladı. 24 Ağustos’ta Alman-Sovyet Saldırmazlık Paktı’nın imzalanmasından sonra 1 Eylül’de Polonya işgalini başlattı. İki gün sonra da İngiltere ve Fransa Almanya’ya savaş ilan etti.

kaynak: Ana Britannica
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
SİLENTİUM EST AURUM