Arama


Safi - avatarı
Safi
SMD MiSiM
12 Ağustos 2016       Mesaj #15
Safi - avatarı
SMD MiSiM

SANAT VE ARKEOLOIİ

Ad:  indiya8.jpg
Gösterim: 557
Boyut:  67.7 KB

Tarihöncesi.


İlkel yontmataş dönemi'nin izlerine (yontulmuş çakıllar, çiftyüzlü aletler ve önemi giderek artan yonga endüstrisi) daha çok Yukarı indus havzasında (Soan [Soan kültürü] ve Beas vadileri), Madras bölgesinde (Madras kültürü), Madhya Pradeş'te (Narbada vadisi) ve Maharaştra'da (Bombay bölgesi, Godavari ırmağının yukarı kesimi) rastlandı. Orta yontmataş dönemi de (daha yaygın ve çok çeşitli yonga endüstrisi) aşağı yukarı aynı bölgelerde (indus'un yuları kesimi: Sanghao mağarası; Madras, Narbada ve Bombay bölgeleri merkezlerine yakın yerleşimler) ve ayrıca Dekkan'da (Yukarı Krişna havzası) görüldü. Pleyistosen sonrasında yer alan ve çoğu kez 'brtataş" olarak tanımlanan geç yontmataş dönemi'nde ileri teknik düzeyde yonga endüstrileri ve lamlar (bunlar uzun süre üretilmiş mikrolitlerdir) görüldü. Bu dönemin izlerine birçok yerde rastlandı (Gucerat, Orta Ganj havzası, Bengal, Dekkan, yarımadanın Sri Lanka'ya kadşp uzanan en güney ucu). Sayıları oldukça kabarık olan kaya resimleri (özellikle Madhya Pradeş'te), bazı hayvanları evcilleştirmiş olan bu avcı-toplayıcı kültürüne mal edilir. Yenitaş dönemi'nde, eşzamanlılık daha enderdir. Dekkan’ın güneyinde ve Belucistan'da varlığı saptanan, tarımın başlangıcının izlenebildiği “gerçek" bir yenitaş dönemi, kentleşmiş yerleşik Harappa öncesi ve Harappa kültürleriyle çağdaştır. Ayrıca, Belucistan’da çok erken ortaya çıkmış olan bakır ve tunç madenciliği, II. binyıl'da giderek önemli bir rol oynamış, öte yandan tarım, hayvancılık ve dokumacılık gelişmiş, cenaze töreleri görülmeye başlanmıştır (Brahma- giri. alt katlar). Buna karşılık, Güney’de, tarihsel dönemin başına kadar madenlere pek az rastlanmıştır. Bu görüşlerin ve coğrafya verilerinin ışığında, bölgelere göre I.Ö. 1100-500 yıllarına kadar sürmüş olan beş yerıitaş-bakırtaş kültürü grubu saptanabilmiştir. Bu kültür grupları taş (cilalı ve yontma), kemik, metal ve pişmiş toprak aletlerle birbirlerinden iyice farklılaşırlar.

Indus'uygarlığı ve öncesi.


IV. binyıl'ın sonuna doğru Belucistan’da (özellikle kuzey ve orta kesimlerinde) kentleşme biçimleri (Güney-doğu Afganistan etkisi: Mundigek) ve çokrenkli boyalı çanak-çömleğiyle (Nal, Külli, vb.) belirginleşen yerleşmeler ortaya çıktı. Bu kültür tipi Indus ovasına yayıldı (Sind [Amri, Kot Dici), Pencab [Harappa], Kuzey Racastan’ daki [Kalibangan] Harappa öncesi yerleşmeler) ve İ.Ö. 2300-1750 dolaylarında indus uygarlığı (ya da ilk incelenen yerleşimin adından Harappa uygarlığı) bu yörede gelişti, indus ovasının birçok önemli kentinde rastlanan (Harappa, Mohenco-Daro) indus uygarlığı, batıya (Mekran kıyısı: Sutkagen Dor), doğuya (Doab’ın kuzeyi: Alamgirpur), özellikle de güney- doğu'ya doğru (Kathıavar ve Cam bay körfezi: Rangpur, Lothal, vb.) yayıldı. Bu uygarlığı güney-doğu’da, yerel kültürlerle az çok karışmış Harappa sonrası bir evre izledi (İ.Ö. 1800-1100’e doğr.). Diğer yerlerde ise, indus uygarlığı ekonomik değişimlerin ve Ari akınlarının etkisiyle yok olmaya yüz tuttu; yerini, konutları ilkel düzeyde olan ve çanak-çömleği yerel özellikler taşıyan bakırtaş kültürlerime bıraktı. Bunların en özgünü, üstün nitelikli biçim ve yapımlarıyla dikkat çeken bakır eşya buluntularıyla ve gri boyalı çanak-çömleğiyle bilinen Doab kültürü (Ganj-Cumna), bölgede kent yaşamının başlamasından az önce ortaya çıkmıştır.

Demir çağı


edebi kaynaklara göre veda dönemine rastlar ve giderek ağır basar (İ.Ö. 1100-500’e doğr.). Demir çağı, Dekkan’da ve Güney bölgesinde genellikle karmaşık cenaze töreleri uygulayan megalitik kültürler’le ilişkilidir: çeşitli tiplerde (ayaklı, hayvan biçiminde) pişmiş toprak küpler, urnalar, lahitler; yuvarlak çukurlar (Maski), büyük boy levhalardan yapılma, kimi kez delikli cistalar (Brahmagiri). Bunlar Güney’de hıristiyanlık döneminin başına kadar kullanılmıştır (Suttukeni). Kerala'daki ilginç hypogeumlar için de aynı durum sözkonusudur (Koçin bölgesi, yaklş. İ.Ö. III. yy.-İ.S. I. yy.).

I. binyıl'ın ilk yarısında Doab’da, özellikle savunmaya yönelik bir kentleşme düzeni (Hastinapura, Ahicçatra) ile yeni alet ve çömlek türleri ortaya çıktı. Yaklaşık İ.Ö. 500 yıllarından başlayarak, Buddha ve Ci- na zamanında, kentleşmenin geliştiği (Ka- uşambi) ve damgalı (bakır ve gümüş) sikkelerin kullanıldığı gözlenir. Birkaç simgesel figürün, insan siluetleri ve taşoyması kursların (ana tanrıça tapınması) dışında, sanatın tam anlamıyla gelişmesi, ancak Maurya hanedanının hüküm sürmeye başlamasından sonra gerçekleşti. İ.Ö. VI. yy.'ın sonundaki pers istilalarının ve İskender'in seferinin, bu gelişime doğrudan hiçbir etkisi olmadı.

Hint sanatının temel nitelikleri.


İ.Ö. III. yy.’dan başlayarak ağırlığını koyan ve doruğuna klasik dönemde ulaşan (İ.S. IV. yy. ve sonrası) hint sanatı, öz olarak dinsel bir sanattır. Bu bakımdan da, veda biliminden kaynaklanan incelemelerden (şilpa-şastra) derlenmiş bir dizi kurala sürekli olarak uymak zorunda kalmıştır.

Mimarlık.


Ahşap kullanımının sürekli olarak önemli bir rol oynadığı kesindir (Pataliputra, İ.Ö. 320'ye doğr.); doğrama tekniklerinin taklidi, kaya içine oyulmuş ya da doğrudan inşa edilmiş yapılarda çok kez açıkça görülür. Buddhacılığın ve caynacılığın örnek.anıt tipinin İ.Ö. V. yy.’dan başlayarak stupa (tümülüs ya da kutsal kalıntı muhafazası) olduğu kuşku götürmez. Yüzyıllar boyunca gelişip güzelleşen stupa, özellikle kutsal yerleri (caitya') belirten basit anıtlarla (dikilitaş, bir ağacı çevreleyen çit) bağdaşır. Bu mimarlığın günümüze ulaşmış en eski örnekleri kaya mimarlığı türündendir. Başlangıçta din adamlarının basit hücreleri örnek alınmasına karşın (Barabar: Lomaşa Risi, İ.Ö. III. yy.) giderek, Hindistan’daki çeşitli dinlere yönelik, daha iddialı programlar uygulanmıştır (Acanta’daki mağaralar topluluğu, İ.Ö. II. yy. - VII. yy. başları). Bu mimarlığın en son ve en ilginç örneği, monolit bir tapınakla onun, kaya içine oyulmuş ek yapılarından oluşan Ellora’daki Kailasa'dır. Dayanıklı malzemelerin (tuğla ve özellikle kesmetaş) kullanıldığı tapınaklar V. yy.’dan önce görülmez. Önceleri çok sade olan tapınakların (cella'ya yalnızca din görevlileri girebilirdi) boyutları yüzyıllar boyunca giderek büyüdü; simgesel içerikleri yoğunlaştı, plan ve görünüşü etkileyen, Örtaçağ sanatının belirgin özelliği olan okullararası farklılaşma önem kazandı.

Heykel sanatı


her zaman dinsel ve simgesel içeriklidir. Ana tanrıça geleneğine dayanan ilk insan figürleri, koruyucu yerel tanrıça tasvirleridir (yaksa‘). Buddha, Cina ve brahmancılığın büyük tanrıları ise ancak İ.S. I. - II. yy.’a doğr. ortaya çıkarak ilk simgesel imgelerin yerini aldılar. Bu heykellerde çok özgün estetik kurallara uyuldu ve eski yunan anlayışının aksine, sıradan insanların çok üzerindeki varlıkların imgelendiği vurgulandı. Tantracılık kısa sürede, karma yaratık imgelerini yaygınlaştırdı ve simgesel nitelikli zengin bir teratolojinin ortaya çıkmasına neden oldu. Heykelciler, tunç sanatının dışında, gerçek anlamda tamoymaya yanaşmayıp yüksekkabartmadan esinlenen teknikleri yeğ tutmuşsalar da, her dönemde, alçakkabartma sahneler düzenlemekte tartışılmaz bir ustalık göstermişlerdir. Tunç idollerin yapımında, boyutlar ne olursa olsun, her zaman kayıp balmumu yöntemiyle döküm tekniği kullanılmıştır. Az sayıda tahta heykel bugüne kadar korunabilmiştir. Buna karşın, fildişinin sürekli kullanılmış bir malzeme olmasına dikkati çekmek gerekir.

Resim sanatı


çok erken ortaya çıktı (yenitaş dönemiyle birlikte son derece anlatıya dayalı kaya resimleri ve seramikler); İ.S. I - II. yy.'da Acanta'da mağara resimleri yapılmaya başlandı (IX ve X no’lu mağaralar). Bir tür tutkal boya ile yapılan bu resimler açık seçik çizgilere sahiptirler ve kesin kompozisyon kurallarına uyarlar. Resim sanatı doruğuna VI. yy.’a doğr. ulaştı (Acanta, I, II, XVII... no’lu mağaralar) ve giderek kuralcı bir nitelik kazandı (Ellora, IX. yy.’a doğr.). XIV. yy.’ın sonlarından başlayarak, Güney (Vicayanagar), daha anlatıcı, daha renkli, süsleme yönü yadsınamaz bir biçimde ağır basan bir resim anlayışına yöneldi (Lepaksi, XVI. yy.). Taşınabilir nitelikte olan resim türü artık yalnızca, en eskileri XI. yy.'dan öteye gitmeyen dinsel konulu, figürlü elyazmalarıyla temsil ediliyordu. Genellikle halk anlatımına dayanan, renkli bir dilin kullanıldığı bu elyazmaları, sonraları, İslam etkisine giren okulların karşısında ikonografi geleneklerinin (Cayna elyazmaları) koruyucusu durumuna girdiler. Dinsel resimler (XVIII. yy. ve sonrası), kimi kez halk sanatından, kimi kez de oldukça avrupalaşmış “Saint-Sulpice” üslubunda bir sanat anlayışından esinlendi. Takı ve tekstil sanatlarında ise daha özgün gelenekler varlıklarını sürdürebildiler.

Hint sanatı tarihi, siyasal gelişmelere az çok bağlı dört dönemde incelenebilir:

Mauryalar'dan Kaniska'nın hükümdarlığına (İ.Ö. 320’ye doğr. - İ.S. I.-II. yy.).


Pataliputra sarayı kalıntılarında, hatta Aşoka dönemi (273-236’ya doğr.) heykelciliğinde pers etkisi izlenebilse de, hint sanatını niteleyen temel eğilimlerin, Aşo- ka’nın hükümdarlığı sırasında yerleştiği söylenebilir. O dönemde sayıları çok yüksek olan stupalardan geriye pek bir şey kalmamıştır. Kayaların içinde oyulmuş yapılar da pek görülmez. Buna karşılık, monolitik ayaklarda (Sarnath'daki aslanlı ayak), aynı dönemin heykellerinde (yaksa, yaksini) rastlanan Hindistan’a özgü bir simge anlayışı ve bir yapım güzelliği görülür. Hanedanın sonuna doğru ortaya çıkan ve giderek pers etkisinden sıyrılan zengin oymalı süsler (Sarnath sütun başlığı), şunga ve kanva sanatlarının (İ.Ö. Il.-I. yy.) habercisidir. Aynı döneme doğru, Baktria’daki hint-yunan hükümdarlarının zoruyla yerleşen hellenistik etkiler (250-130’a doğr.), K.-B. bölgelerinin sınırlarını aşmaz (Oxus’un uç kesimleri: Surh Kotel, Ay-Hanum). Şungalar ve Kanvalar döneminde Magadha'da, daha sonra, Satavahanalar döneminde Dekkan’ın batısında, dekoratif temalarını özümlediği yabancılardan sanatın artık alacağı hiçbir şey kalmamıştı. Mimarlıkta hızlı gelişmeler kaydedildi (büyük stupalar: Bharhut, Sanci; Maharaştra'daki kayaya oyulmuş anıtlar), yapıtlar zengin^ heykelcilik örnekleriyle donatıldı. Önçeleri biraz acemice olan bu heykeller (Bharhut), kısa sürede olgunlaşıp gelişti (Sanci). Kaya mimarlığı İ.S. II. yy.'ın başlarına doğru olgunluk dönemine ulaştı (Karlı); o sırada, duvar resimleri de klasik nitelikler taşımaya başlamışlardı (Acanta IX, X no'lu mağaralar). Sıra artık Buddha, Cina ve büyük tanrıların heykellerine gelmişti.

Kaniska'nın hükümdarlığından Guptalar'a (İ.S. 320).


Klasik sanatın oluştuğu bu dönemde görülen en büyük ilerleme insan görünümlü dinsel imgelerin ortaya çıkması ve bunların korunduğu tapınakların yapılmasıdır. Bu alanda üç büyük okul sayılabilir: Kuzey ve Kuzey-batı Hindistan’da, Kuşana egemenliği altında, Gandhara ve Mathura okulları; Güney -Doğu’da andhra (ya da Amaravati) okulu. Çoğu kez “yunan-buddha" okulu da denilen Gandhara okulu, Hindistan ile Batı Asya, Orta ve Uzak Asya'nın buluşma noktasında, (başkenti Taksila'nın öneminden anlaşılacağı gibi) buddhacılığın en büyük merkezlerinden birine dönüşen bir bölgede gelişti. Bu buluşma sonucunda, I.- II. yy.'a doğru, hellenistik estetik anlayışından büyük ölçüde etkilenmesine karşın buddha metinlerine sadık kalan zengin bir heykelcilik sanatı (taş ve yalancı mermer) ortaya çıktı. Heykelciliği, kullanım amacıyla iyi uyuşan bir mimarlıkla birlikte yürüten bu okul, varlığını gupta dönemi sonrasında sürdürdü ve Hindistan dışında önemli ölçüde etkili oldu. Batı katkılarını ve Gandhara öğretisini yadsımamakla birlikte Mathura okulu Hindistan’a daha bağlı kaldı. Büyük hint dinlerinin beşiğinde doğan bu okul, gupta klasikçilğinin tohumlarını taşır. Güney’de eski buddhacıhğa daha bağlı kalan andhra okulu, imgeleri daha güç benimsedi ve bunları sonradan Güney-Doğu Asya'ya yaydı. Yapılar yıkılmış olduğundan, bu okulun mimarlığı hakkında ancak kazılardan ve üstün nitelikli alçakkabartmalardan (Amaravati, Nagarcunakonda, vb.) bilgi edinilmiştir.

Guptalar'dan Harsa’nın ölümüne (320 -647).


imparatorlukta Guptalar tarafından gerçekleştirilen ve Harsa'nın ölümüne dek süren birliğin hint kültürünün gelişmesinde katkısı oldu. Mimarlık alanında dikkate değer bir gelişme görüldü. Kayalara oyulmuş yapıların yeniden önem kazanması: eski (Acanta’daki en güzel mağaralar) ve yeni (Evrengabad, Bagh) sitler, brahman yapı toplulukları (Ellora. Elephanta); taş ya da tuğla kullanılarak inşa edilen yapıların gelişmesi: gösterişsiz örneklerin ardından (IV. yy: Sanci no. 17, Tigava), Ortaçağ’ın görkemli yapılarının habercisi olan büyük tapınakların inşa edilmesi (tuğla: Bhitargon; taş: Deogarh). Heykelcilik alanında, ısmarlanan yapıt ne olursa olsun, aynı klasik güzellik ve denge kaygısı görülür (Sarnath buddha okulu); heykel grupları (kaya içine oyulmuş ya da taş ve tuğla kullanılarak inşa edilmiş tapınaklarda), kompozisyon ve duruşların güzelliği açısından dikkati çeker. Duvar resimleri, yalnızca kayalara oyulmuş anıtlarda korunabilmiştir. (Acanta: V. yy.'dan kalma XVI ve XVII no’lu mağaralar; VII. yy. başlarından kalma I ve II no’lu mağaralar). Bu resimler de heykellerde görülen klasik ideali taşır.

Harsa'nın ölümünden Vicayanagar kralltğı'nın sonuna (1565).


Harşa'nın ölümüyle imparatorluğun birliğinin bozulması klasik dönemin sona ermesine yol açmadı, Ortaçağ döneminin özelliği olan yerel üslupların gelişmesine olanak verdi. Gupta egemenliğinden sıyrılan Güney ve Dekkan bölgelerindeki krallıklar, VI. yy.’dan başlayarak, sanat alanında önem kazandı. VIII. yy. - XII. yy.’ın sonu arasında, islamiyetin ilerleyişi kayda değer bir etki bırakmazken kimi kez birbirlerine düşman hanedanların dinsel alanda gayretleri ve rekabetleri, yerel okulların gelişmesine yol açtı. Hint incelemelerinde, Kuzey’in nagara üslubundaki tapınakları ile Güney’in dravida üslubundaki tapınakları arasında bir ayrım yapılır. Çoğu kez şikhara ve vimana türündeki tapınaklar arasında kolaycı bir karşıtlığa indirgenen bu ayrım, okulların çeşitliliğinin ve özgünlüğünün gözden kaçmasına neden olmamalıdır. Çoğu kez yok olmuş mimarlık örneklerinden (Nalanda) çok, oldukça donuk bir klasikçiliği yansıtan heykelleriyle tanınan pala sanatı (Bengal ve Bihar), gupta dönemi sonrası sanatını dolaysız bir biçimde sürdürdü. Orissa (Bhubanesvar, VIII.-XIII. yy.; Konarak, XIII. yy.) ya da Bundelkhand’da (Khacuraho, X.-XI. yy.), şikhara olağanüstü önem kazandı ve yapıları süsleyen heykeller zaman zaman eşsiz bir güzelliğe ulaştı. Batı'da (Gucerat Kathiavar Racastan) özellikle cina siparişlerinde (Abu dağı) iç yüzleri oymalarla bezeli, bindirme tekniğiyle inşa edilmiş yalancı kubbeler dikkati çeker. Güney’de (dravida sanatı), önceleri gösterişsiz tapınaklar (Mahabalipuram, VII.-VIII. yy.) gerçekleştiren pallava’ sanatı'nı giderek yükseklik kazanan tapınaklarıyla (vimana türü, Tancavur, XI. yy.) çola sanatı, daha sonra da, daha küçük boyutta olmalarına karşın dev gopura"’ surlarla çevrilmiş tapınaklarıyla (Tiruvannamalai, 1300'e doğr.) pandya sanatı izledi. Heykelcilikte, Kuzey'e göre daha ağırbaşlı bir anlayış egemendi. Daha çok brahmancı bir karakter taşıyan tunç heykeller ise (örn. Şiva Nataraca) üstün teknikleriyle dikkati çeker. Dekkan'da, mimarlıkta Kuzey ve Güney üsluplarının (Aihole; Ellora'daki Kailasa, kaya içine oyularak gerçekleştirilen mimarlığın doruğudur, 750’ye doğr.) özgün bir uzlaşması olan Çalukya" sanatı'nı (VI.-XII. yy.), daha özgün bir mimarlığa sahip olan ve heykelcilikte ince bir maniyerizme yer veren, aşırı süslemeli hoysala sanatı (Halebid, Belur, vb.) izledi. Başkenti (bugün Hampi) 1565'te yakılıp yıkılan Vicayanagar" krallığı'nın 1336’da kurulması, islamiyetin Dekkan'da ağır basmasının bir göstergesidir. Bu krallığın zengin ve kesiksiz sanatı (henüz az incelenmiştir) varlığını, hanedanın son kralları döneminde 1646'ya kadar, Güney'de de Nayaklar' la (Madura) XVIII. yy.'a kadar sürdürdü. Bu dönemde, heykelcilik, dravida sanatının yetkinliğini artık taşımamasına karşın, mimarlık doruğuna ulaştı (saraylar, "1 000 sütunlu” mandapa).

Kaynak: Büyük Larousse
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Son düzenleyen Safi; 13 Ağustos 2016 16:38
SİLENTİUM EST AURUM