Arama

Ertuğrul Fırkateyni - Tek Mesaj #9

Safi - avatarı
Safi
SMD MiSiM
14 Eylül 2016       Mesaj #9
Safi - avatarı
SMD MiSiM
Ad:  Ertuğrul Fırkateyni10.jpg
Gösterim: 479
Boyut:  61.7 KB

YOKOHAMA-İSTANBUL


DÖNÜŞ İÇİN HAZIRLIK


Osman Paşa, Bahriye Nezareti'ne gönderdiği yazıda, Ertuğrulun Japonya'daki görevini yerine getirdiğini ancak dönüşte güney rüzgarına rastlayacağını ayrıca Ekim’e kadar olan zamanın da tayfun mevsimi olduğundan, değil Aden'e, Singapur'a kadar bile gitmesinin zor ve tehlikeli olacağını belirtiyordu. Bu sebeple, Japonya'nın Uraga, Hyogo ve Nagasaki ve hatta Çin'in Şangay gibi limanlarına uğranarak, buralarda birer ay beklemenin ve bu zamanın bu şekilde geçirilmesinin, o zaman esmeye başlayacak rüzgarlarla dönmenin uygun olacağını ifade ediyordu. Nezaret, Mabeyn'e gönderdiği tezkerede, Osman Paşa'nın birer ay bekleme önerisinin, geminin Singapur'da uzun süre kalmasından dolayı çıkan asılsız söylentileri önlemek için olduğunu ve ayrıca kalabalık bir Müslüman ahalisi bulunan Kalküta'ya da uğramalarının münasip olacağını bildirmiştir.

15 Haziran'da Osman Paşa'ya bildirilen talimatta, belirlenen limanlara uğranılıp buralarda belirlenen sürelerden fazla kalınmaması, uygun rüzgarlardan yararlanarak, kömürden tasarruf ederek bir an evvel İstanbul'a varılması, dönüş masrafı için de beşbin lira gönderileceği ve bundan başka para istenmemesi bildiriliyordu.

Bahriye Nazırı bu kez geminin hareket ettiği takdirde Uraga ve Nagasaki'den sonra, hava müsait olursa güneye yönelerek Batavya'ya gitmesi, burada Osmanlı Konsolosu ile görüşmesi ve Felemenk limanlarına uğraması halinde bu durumun önceki güzergahına nisbeten dört yüz milden fazla yol gitmesini gerektireceğini, bunda bir mahsur yoksa da siyasi olarak bir sakıncasının olup olmadığını 23 Temmuz'da Hariciye Nezareti'nden sormaktadır. Bunun üzerine Kamil Paşa iki gün sonra, Ertuğrul'ıın buralarda dolaşmasının siyasi bir sakıncasının olmadığını, aksine Müslüman halkı memnun edeceğini bildirmiştir. Dönüş yolculuğunda Ertuğrulun Felemenk limanlarına uğraması gerektiğini, Osmanlı Devleti'nin Lahey Sefareti de belirtiyordu. Lahey Sefiri Karaca Paşa, geminin Japonya'ya giderken, Hint Denizi'nden geçtiği sırada Sunda adalarındaki Müslüman ahali arasında, Hollandalıların Hindistan'daki limanlarından bazılarında Osmanlı sancağının dolaşacağı haberinin duyulması ile, hilafete bağlı olan yerli halkın Osmanlı sancağını görmeyi ümit ettiğini, ancak geminin uğramaması üzerine, bütün hayallerinin boşa çıktığını yazmaktadır. Müslüman ahali, Ertuğrulun limanlarına uğrayacağı haberine kendilerini o kadar kaptırmıştı ki Hindistan'daki Hollanda Deniz Kuvvetlerinin amirali Ertuğrul'u karşılamak için büyük bir özenle hazırlanmıştı. Ertuğrulun buralara uğramaması, halk üzerinde hayal kırıklığına sebep olmuş, Hollandalıların ise bu durumdan memnun olmalarına yol açmıştır. Hollandalılar bunu Osmanlı Devleti'nin aleyhine kullanmışlar ve aleyhte pek çok yazılar yayınlamışlardı, Lahey'deki Osmanlı Sefiri Karaca Paşa, bu yayınlara karşılık başkonsolos Rıfkı Bey'in ilişkilerinin iyi olduğu gazetelerle cevap verildiyse de pek başarılı olamadıklarını, bu sebeple dönüşte geminin buralara uğramasının iyi olacağını da ifade etmektedir. Karaca Paşa, geminin Sunda Adası'nı ziyaret etmesini savunurken, Açe'ye uğramasını istememektedir ve bu fikirden vazgeçilmesini önermektedir. Çünkü Açe'nin yerli hükümdarı, Hollanda idaresinde olmayı kabul etmediğinden, Hollandalılarla muharebe ve İslam Halifesine bağlılığını ifade etmektedir. Bu sebeple, Osmanlı sancağının burada görünmesi, Açe hükümdarına destek vermek gibi anlaşılabilirdi. Bu da devlete zarar verebilirdi. Yani Hollanda ile ilişkilerimizi bozabilirdi. Ayrıca, Hollandalılar gemiyi iyi karşılayarak, Müslüman halk üzerinde, "...Sultan, Hollandalıların Müslümanları, daire-i itaate almasına manen yardım ediyor..." diye halifenin manevi desteğinin kendilerinden yana olduğu şeklinde propaganda yapabileceklerini, bu yüzden Ertuğrul'un Açe'ye uğramamasının daha iyi olacağını söylemektedir.

Geminin Açe'ye gelmesi Osmanlı Devleti ile Hollanda arasındaki ilişkileri bozabilirdi. Ancak, Hollanda'nın bu bölgedeki hakimiyeti zaten Almanlarca tehdid ediliyordu. Hollanda'nın bir savaşa girmesi mümkün değildi. Ayrıca Hollanda ile Osmanlı Devleti'nin sınırı da yoktu. Halife de savaş istemediğine göre, mesele bir iki diplomatik protesto notasından ileri gitmeyecektir. Diğer taraftan daha Abdülmecid ve Abdülaziz devirlerinde kendilerini Hollanda esareti yerine dini reis ve hamileri Osmanlı Devleti'ne ve İslam Halifesi'ne bağlamak isteyen ve bunun için müracaat eden bu insanlar lehine küçük bir manevi destek, askeri yardımdan daha etkili olacaktı ve Hollanda'nın bir iki protestosu da pek bir şey ifade etmeyecekti. Osmanlı Hariciyesi'ndeki bu tutum, ancak meselenin mahiyetini idrak edememe, basiretsizlik ve kendine güvenin olmayışı ile izah edilebilir. Zira Osmanlı Devleti bu bölgede hakimiyet için diğerinin açığını kollayan Almanya ve Fransa'yı devreye sokabilirdi. Böyle bir ortamda da burada manevi hakimiyet kurmak mümkün olabilirdi. Bu da askeri bir başarıdan daha etkili olurdu. Ancak II.Abdülhamid ve devlet erkanının prensibi buna mani olmuştur. Bu da başta İngiltere olmak üzere sömürgeci devletlerle problem çıkarmama prensibidir.

Dönüş için yol güzergahı bu şekilde hazırlanırken, Ertuğrul'u bir şanssızlık daha yakaladı. Burada kolera salgınına yakalandılar. Nagaura'da Ertuğrul ile birlikte mürettebat da karantinaya alınmıştır. Mürettebattan otuz altı kişi hastalanmış, on iki kişi vefat etmiştir. Bu rakam Ceride-i Bahriye'de hastalanan otuz beş, vefat eden on bir kişi olarak verilmektedir. Karantinadan dolayı hareket tarihi yine ertelenmiştir. Ertuğrul, Eylül'de hala Yokohama'da bulunuyordu. Burada bir ay kalınması planlandığı halde üç ay olmuştu.
Bütün bu gelişmelerin neticesinde Ertuğrul, 15 Eylül 1890'da Yokohama'dan İstanbul'a hareket etmiştir.

FACİA


14 Temmuz 1889'da İstanbul'dan ayrılan Ertuğrul altı ayda gitmesi planlanan yolu on bir ayda tamamlayabilmiş ve yukarıda belirtildiği gibi 15 Eylül 1890'da dönüş yolculuğuna başlamıştı.

Ancak Yokohama'dan Kobe'ye giderken Kashinozaki fenerini geçtiği sırada kayalıklara çarparak batmıştır. Bu bilgiyi Ceride-i Bahriye'den alan Süleyman Nutku kaza tarihi olarak 18 Eylül akşamını vermektedir. Japonya İmparatoru'nun saray nazırı tarafından ve Japonya Hariciye Nezaretinden Osmanlı Hariciye Nezareti’ne gönderilen telgraflarda 16 Eylül tarihi verilmektedir. 23 Eylül 1890 tarihli Sadaret tezkeresinde de, Japonya Bahriye Nezaretinden alınan telgrafa dayanılarak, Ertuğrul'un batış tarihi 19 Eylül gecesi olarak verilmektedir. Japonya Bahriye Nezaretinden Osmanlı Bahriye Nezareti’ne gönderilen telgrafta ise 16 Eylül verilmektedir. Kazanın kesin tarihi 16 Eylül 1890 olmalıdır. Çünkü bu tarihten sonra kaza ile ilgili telgraflar gönderilmiştir. Aradaki bir iki günlük fark, facia haberinin ulaştırılması sırasında geçen zamandan kaynaklanmaktadır.

Kaza İstanbul'da duyulunca bunun halka nasıl açıklanacağı düşünülmüş ve Ceride-i Bahriye’de ilan edilmesine karar verilmiştir. Dergide çıkan yazıda Ertuğrul'un her gittiği yerde yerli Müslüman ahali tarafından coşkunlukla karşılandığı, Osmanlı sancağını dalgalandırdığı yazılmış ve övülmüştür. Kaza hakkında da biraz bilgi verilmiş ve kazadan hiç kimsenin sorumlu olmadığı anlatılmaya çalışılmıştır.

Kaza hakkında Japon gazetelerinde de pek çok yazı çıkmıştır. Bu yazılarda geminin kazanının patlamasının sebebi olarak Japon kömürü gösteriliyordu. Yokohama'da iken çarkçıların Japonya kömürünün kullanılamayacağını söylemelerine dikkat çekiliyordu. Bunun yanında geminin karaya çok yakın seyretmesinin kazaya sebep olduğunu söyleyenler de vardı. Asıl tehlike buydu ve geminin kazanı patlamasa bile zaten bu sebeple kayalıklara çarpacaktı.

Deniz Müzesi'nin kurucusu, Ceride-i Bahriye ve Mecmua-i Fünun-ı Bahriye dergilerinin naşiri Süleyman Nutku, "bu sefer için tedbirde kusur eden nazır suçludur' demektedir. Yapılan uyarılara rağmen işi takdire bırakmak büyük bir hatadır. "Nazır Paşa kızının hatırı için damadını ölüme gönderdi" diyenlere karşı da, "Altı yüz güzide bahriyelinin ne kabahati vardı?" demektedir. Nutku, II. Abdülhamid'e de gemiyi gönderme konusunda çok yükleniyorsa da, bu konuda Padişah'tan çok Bahriye Nazırı Bozcaadalı Hasan Hüsnü Paşa'nın raporları yanıltıcı olmuştur. II. Abdülhamid, geminin arızaları hakkında duyum aldığını ve onarımın gerekli olduğunu belirtmiş olmasına rağmen Bahriye Nazırı bunların dedikodu olduğunu öne sürerek sarayı yanıltmıştır.

Kaza ile ilgili haberler sadece Türk ve Japon basınında yer almıyordu. "Times"'ın 20 Eylül 1890 tarihli nüshasında bu kazaya yer verilmiştir. Bu makalede Ertuğrul ve mürettebat övülmüştür. Hatta İngiliz gemilerinden bu şekilde batanlar da örnek olarak verilmiştir.

Yine Londra'da neşredilen "Standart" gazetesi bu olaya yer vermiştir. Bu makalelerde bir Japon posta vapurunun battığı ve bir kişinin de öldüğü yazıyordu.

Hyogo'daki Lloyd Acentası da gönderdiği telgrafta kazadan bahsetmiş ve tarihten benzer olayları örnek vermiştir.

Bu olayı Osmanlı Devleti'nin aleyhine kullanmak isteyenler de vardı. Bunlardan biri Paris'te çıkmakta olan "Tan" gazetesiydi. Bahriye Nezareti, bu gazetenin yurda sokulmamasım istemiştir.

ŞEHİTLER VE KURTULANLAR


Geminin mürettebat sayısı hakkında, daha önce de belirtildiği gibi, verilen rakamlar farklıdır. Bu kez şehit olanların sayısı da karşımıza farklı çıkmaktadır.

Ertuğrul'un mürettebat sayısının 685 olduğu, kazada ise 586 kişinin öldüğü, 99 kişinin de kurtulduğu Japonya Bahriye Nezaretinden bildirilmiştir. Kurtulanlara ait sayının abartılı olduğu açıktır. Çünkü elimizdeki belgeler kurtulanların sayısını daima 69 olarak vermişlerdir.

Kaynaklar şehitlerin sayısını 587, 580, 581, 540 olarak vermekle birlikte, kurtulanların sayısının 69 olduğu hususunda hemfikirdirler. Şehitlerden 56, kurtulanlardan da 6 subayın isimleri mevcuttur. Bunlardan başka şehitlerin isimleri toplu olarak hazırlanmıştır. Deniz Arşivinden alınan bu listede 531 şehitin adı zikredilmektedir. Kurtulan 6 subayın adı da bilinmektedir.Sadece faciadan kurtulan erlerin isimlerine ulaşılamamıştır.

Şehitler arasında Şehremaneti Mektubi Kalemi (Belediye Yazı İşleri)’nden Padişah emriyle, seyahat hakkında not tutmakla görevlendirilen Ali Ruhi Bey vardı. Ali Ruhi Bey, Padişah'a takdim olunmak üzere bir seyahatname yazacaktı. 13 Temmuz 1889 tarihli tezkerede, Ali Ruhi Bey'in bu iş için görevlendirildiğinin belirtilmesinin yanında ayrıca, aldığı maaşın, Japonya'dan donünceye kadar Ertuğrul Fırkateyn-i hümayunu sandığına aktarılması ve kendisine buradan her ay maaşının verilmesi gemi komutanlığına bildirilmiştir. Kendisinin Singapur'da hastalanarak burada öldüğü veya geminin batması esnasında boğulduğu söylenmektedir.

OSMANLI DEVLETİ'NİN JAPONLARA TEŞEKKÜRÜ


Osmanlı Devleti, şehitlerin denizden çıkarılması ve yaralıların da tedavi edilmeleri konusunda Japonların gösterdikleri ihtimama karşılık vermek istemişti. Kazazedelere yardım eden köylülere üç bin yen gönderilmiştir. Japonya'dan yardım edenlerin isimleri tek tek istenmiş ve bunlara çeşitli rütbelerden nişan ve madalyalar verilmiştir.

ERTUĞRULUN EŞYASI


Ertuğrul'a ait eşyayı çıkarmak için Japonya Hariciye Nazırı, Osmanlı Devleti'nden izin istemiştir. İzin verilmesiyle yapılan çalışmalar tamamlanmış ve gemi mürettebatının ruhları için de bir ayin düzenlenmiştir. Geminin enkazı arasından çıkarılan eşyalar, Yokahama'ya, oradan da Mesajeri Kumpanyası vapurlarından biriyle İstanbul'a getirilmiştir. Bu kumpanya memurlarına da hizmetlerinden dolayı nişan verilmiştir. Ertuğrul'a ait toplar ise elde fazla top bulunmaması sebebiyle Osmaniye Fırkateynine konulmuştur.

Bu çalışmalara katılanlara da çeşitli rütbelerden nişanlar ve madalyalar verilmiştir. Japonya Salib-i Ahmer (Kızılhaç) Cemiyeti'nin Başkanı Prens Komaço'ya da tahlisiye madalyası gönderilmiştir. Bu madalyanın yerine ulaştığını, daha sonra kazazedeleri İstanbul'a getirecek olan Japon gemilerinden Hiyei'nin komutanı Tanaka İstanbul'a bildirmiştir.

Osmanlı Devleti, Ertuğrul'un batmasından sonra Ertuğrul'un mürettebatının, eşyalarının denizden çıkarılması ve sonrasında, Japonların gösterdikleri yakın alaka karşısında daima memnuniyetini ifade etmiştir. Bu ifade şekli para yardımı, genellikle de yararlılıkları olan Japonların isimlerinin tek tek öğrenilmesi ve onlara nişanlar verilmesi şeklinde kendini göstermiştir. Başta Japon İmparatoru'nun saray nazırı (başbakan) Nagasaki ve Japon İmparatoriçesi olmak üzere Japonya devlet erkanı (harbiye, bahriye, hariciye nazırları gibi) ve diğer memurlara çeşitli rütbelerden nişanlar gönderilerek, Osmanlı Devleti'nin bu konudaki hassasiyeti ortaya konulmuştur. Bunlara karşılık Japonya da, bu münasebetlerde yararlılıkları görülen Osmanlı devlet erkanı ve bazı memurlara nişanlar göndermiştir. Japonya da gönderilen nişanları, derecelerini ve kimlere verildiğini ayrıntılı olarak Osmanlı Devleti'ne bildirmiştir.

KURTULANLARIN İSTANBUL'A GETİRİLMESİ


Kazazedelerin İstanbul'a getirilmeleri işini Ruslar ve Japonlar üstlenmek istemiştir. Ancak her iki devletin de teklifi Osmanlı Devleti tarafından reddedilmiştir. Japonların gemisinin harp gemisi oluşu, Ruslar açısından da mevsimin uygun olmaması redde sebep teşkil etmiştir. Netice olarak kazazedelerin İstanbul'a posta vapuruyla getirilmelerine karar verilmiştir. Ancak daha sonra Japonya'nın ısrarı üzerine, Japon harp gemileri ile getirilmeleri uygun görülmüştür. Osmanlı Devleti, Japonların, kazazedeleri İstanbul'a getirme hususundaki isteklerini kabul etmiş olmakla birlikte, gemilerin Çanakkale Boğazı'ndan geçmesine müsaade etmeme kararı almıştır.

Hiyei ( komutanı Tanaka ) ve Kongo ( komutanı Hideka ) adlı bu iki Japon harp gemisi kazazedeleri alarak yola çıkmıştır. Türk hükümeti, kazazedeleri alarak, İstanbul'a getirmesi için İngilizce bilen İzzeddin Vapuru Ko¬mutanı Rıza Bey'i Port Sait'e göndermişti. Rıza Bey, Japonlara kazazedeleri İstanbul'a kendilerinin götürmek istediklerini söylemiş, ancak Japonlar imparatorlarından kendilerinin götürmeleri konusunda emir aldıklarını ifade etmişlerdir. Birlikte Beşike'ye gelmişlerdir. Gemilerin Çanakkale Boğazı'ndan geçiş izni yoktu. Bu izin çıkıncaya kadar Beşike'den İzmir'e gelmişlerdi ve İzmir'de beklemişler, izin çıkınca da kendilerini karşılayan Talia ve İzzeddin Vapurları ile birlikte İstanbul'a hareket etmişlerdir. Japon subayları ve erlerinin karaya çıktıklarında Rum, Ermeni ve İtalyan serserileri tarafından rahatsız edilmemeleri için de bahriyeden subaylar ve erler görevlendirilmiştir. Bunlar İngilizce bilenler arasından seçilmiştir. Japonların kentteki gezileri sırasında, tercümanlar, dellallar ve tüccarlar tarafından rahatsız edilmemeleri ve uygunsuz kişileri yanlarına yaklaştırmamaları için, özellikle Ertuğrul'dan kurtulmuş olanlar arasından yardımcılar da görevlendirilmiştir. Öyle sıkı önlemler alınmıştı ki, sadece bir kez Yahudi bir sarrafın para değiştirirken hile yaptığı şikayetinin alınması üzerine bu işi kapatmakla hahambaşı görevlendirilmiştir.

Yine bir defasında da Fındıklı'da şeker satın alan Japon erleri bunları ceplerine sığdıramayınca artanı sebilin üstüne bırakıp gitmişlerdi. Bunun üzerine derhal karakola haber verilmiş ve şekerlerin başına bir zaptiye neferi yerleştirilmiştir. Japonlar akşama döndüklerinde, şekerlerini bıraktıkları gibi bulup almışlardır.

Bu iki Japon gemisi mürettebatına çeşitli rütbelerden Osmani ve Mecidi nişanları, tahlisiye, iftihar ve zayi madalyaları verilmiştir. Madalya verilen Japon subaylarının isimleri ilgili belgelerde kayıtlıdır.

Japon gemilerinin kumandanlarına ayrıca Padişah tuğralı, elmas işlemeli, altın sigara kutusu hediye edilmiştir. Japon İmparatoru'na verilmek üzere de II. Abdülhamid'in teşekkürlerini ihtiva eden bir mektup da hazırlanmıştır.

Hiyei ve Kongo'nun İstanbul'u ziyareti Türk kamuoyunu etkilemiştir. Buna örnek olarak Tercüman-ı Hakikat gazetesinde "Japonya Medeniyeti" başlığıyla yayınlanan Mustafa Refik'in makalesindeki şu bölüm verilebilir:

"Bugünkü Avrupa uygarlığını kabulde bir sürat-ı fevkalade ile hareket eden milletlerin en birincisi Japonlardır. 'Münteha-yı Şark (Uzakdoğu) Fransızları olan Japonlar, Fransızlar kadar nazik, dostluğu ve misafirperverliği sever bir kavimdir. Cihanın dikkat-ı nazarını ve teveccühünü artık tamamıyla çekmeye başlamış olan işbu 'Doğu Fransızları' ile biz de yeni bir şekilde iyi ilişkiler kurmakta bulunduğumuzdan dolayı ne kadar iftihar etsek yine azdır".

"Kaya Alp" müstearı ile "Genç Kalemler"de bir Japon'dan tercüme ettiği, Japonya ile ilgili bir makalesi yayınlanan Ziya Gökalp de, iki Japon gemisinin ziyareti ve Japonlar hakkında oluşan Türk kamuoyu ile ilgili şunları yazmaktadır: "Rüşdiye mektebinde coğrafya okurken Japonya'yı da diğer memleketler gibi öğrenmiştim. Bu sırada idi ki Japon sularında gark olan Ertuğrul gemisinin bahtiyar bir tesadüfle kurtulan mürettebatını hamil iki Japon gemisi İstanbul'a gelmişti. Coğrafya kitabındaki o kelimeler, Japon kelimeleri, bu iki gemi ile canlanmıştı. O bize hiçbir mana ifade etmeyen satırlar gözümüzün önündeki iki gemi ile bariz bir şekil almıştı.

Herkes onları, dünyanın öbür ucundan gelen ve avam lisanındaki (Yecüc Mecüc) ifadesine canlı birer kahraman teşkil eden küçük boylu, sarı benizli adamları görmeye, gemilerini gezmeye gidiyordu. Gemileri görmeye gidenler o küçük adamların misafirperverlik eseriyle dönüyorlardı: Tütün içenlere ince, sarı bir tütün, yahud ince kağıtlar hediye ediyorlardı.

Bir gün birkaç Japon zabiti, bulunduğum mektebe gelmişti. Bütün arkadaşlarım gibi bende o zabitlere hayretle, hayretten ziyade onlarda bize benzemeyen bir şeyler aramak, görmek gayretiyle bakıyordum. Fakat hayrete, taaccüb-ü şayan bir şey görememiştim. Bunlar küçük, bellerindeki kılıçlar da bir bıçak kadar ufak idi. O zaman Japon ismi küçüklüğe, inceliğe delalet eden bir sanat olmuştu. İşte ilk hatıralar bundan ibaret idi.

Japonya'yı yeniden meydana çıkaran Çin harbi oldu. Japon-Çin harbi, herkesi yeniden Japonya'ya göz attırdı. Pek az zaman içinde Çin'in payitahtına kadar muzafferen yürümeleri herkesin dikkat-i gözlerini kendilerine çevirecek mühim bir hadise idi. Bundan sonra Japonya'yı ve Japonları bu kadar iğtişaşında, daha sonra Rus-Japon harbinde görüyorduk. O küçücük adamlar buralarda büyümüş, pek büyümüştü.

İlk tanıdığımız zaman nasıl küçük, ince, zayıf görüyor ve insanlardan, bizden başka bir mahluk gibi telakki ediyor idiysek sonra da büyük, pek büyük, kavi, korkunç ve yine de insanlardan, bizden pek başka bir mahluk olmak üzere tanıyorduk. Hala bu büyük Japonya'nın terakkiyatını hayretle, fakat ibretle görmeliyiz.

Garbın en müterakki, en mütemeddin milletlerini kıskandıracak derecede ileri giden, en kuvvetli, en müthiş hükümetleriyle boy ölçüşen bu aksa-yı şark İngilizlerinin nasıl ilerlediklerini öğrenmeliyiz".

Görüldüğü üzere artık Japonya, kimine göre "Münteha-yı Şark Fransızları", kimine göre de "Aksa-yı Şark İngilizleri" idiler.

İki Japon gemisi yirmi gün kadar İstanbul'da kalmış, 10 Şubat'ta buradan ayrılmış, Yunanistan'ın Pire limanına da uğrayarak 10 Mayıs 1891'de Shinagawa koyuna varmışlardır.
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 2 üye beğendi.
SİLENTİUM EST AURUM