Arama

Renk Nedir? - Tek Mesaj #3

Safi - avatarı
Safi
SMD MiSiM
2 Şubat 2007       Mesaj #3
Safi - avatarı
SMD MiSiM
—ANSİKL. Biyol.
Ad:  4.JPG
Gösterim: 2091
Boyut:  33.0 KB

Bitkilerin rengi


Klorofilli kara bitkilerinin ışık gören özümleyici kısımları (özellikle yapraklar), antosiyaninli bir pigmentin klorofili örttüğü durumlar (kırmızı kayın) dışında yeşildir. Işık görmeyen yapraklar (salata göbeği) açık sarı renktedir (ksantofil), çeşitli "sonbahar yaprakları"nın renkleri de ikincil pigmentlerden ileri gelir. Çiçektozunu yayan böceklere yol gösteren çiçeklerin rengi, tohumların dağılmasında rol oynayan meyve yiyici kuşları çeken meyvelerin rengi de yararlı bir rol oynamaktadır. Tamamen yeşil bitkilerin en önemli enerji kaynağı olan kırmızı ışığın girmediği derinliklerde, bazı deniz yosunlannın büyümesini sağlayan kırmızı ve kahverengi pigmentler için de aynı şey söylenebilir.

Hayvanların rengi


Birçok hayvanda renkteşleşme görülür; bunların esas renkleri her zaman üzerinde yaşadıkları yerin rengine benzediğinden, en azından insan gözüyle bunları fark etmek güçleşir. Parlak, canlı ve zıt renkler de (mercanlarda yaşayan balıklar) buna benzer koruyucu bir rol oynayabilir. Bu özel durumlar dışında, karada yaşayan omurgalılarda olduğu kadar balıklarda da sırt renginin karın renginden daha koyu olduğu görülür, oysa omurgasızlarda bu türden hiçbir farklılık yoktur. Bir yanlan üzerine yatarak yaşayan yassı balıklarda da (pisibalığıgiller) üst taraf renkli, alt taraf beyazdır. Renk, bir kısmı genetik kökenli (kimi zaman cinsiyete bağlı), bir kısmı ortama bağlı olan ve uyum sağlayıcı bir rol oynayan birçok etmene bağlıdır.

—Bot. ve Çiçekç. Normalde yeşil olan bir bitki ışıktan uzakta geliştiği zaman klorofil oluşmaz, palisat dokusu ve odunlaşma da olmadığından bitki sarı kalır (ksantofil, karaten). Bu özellikten daha beyaz sebzeler elde etmekte yararlanılır (hindiba, salata, kereviz vb).

Boyacılık


Bir boyanın rengi kullanıcı için çoğunlukla en önemli özelliğidir. Bu durumda, bir boya fabrikasında, görevi yalnızca firmanın tipik renk paletini hazırlamak değil, istek üzerine sözkonusu renkleri tekrarlamak olan renk uzmanının önemi anlaşılmaktadır. Gerçekten de, boyaya giren maddelerin oranları kesinlikle saptanmalı ve uygulama koşullarının düzenli bir biçimde korunması sağlanmalıdır. Kurumuş tabakanın rengi katı bileşenlerin (pigmentler ve katkı maddeleri) öğütme inceliğine, katı bileşenlerin kendilerine özgü niteliklerine (renkleçdirme gücü ve saydamlık örtme gücü), asıltı ortamlarının cins ve rengine bağlıdır (kuru tabaka az ya da çok parlak olabilir). Renklerin bağıl ölçümleri laboratuvarda çeşitli modellerde kolorimetrelerle yapılır.

Güztl sanat


Sanatçı için renk her şeyden önce, boya ve bağlayıcıdan oluşan ve bir yüzeye sürülen bir gereçtir. Tarihöncesi dönem resimlerinde kullanılan hayvansal, bitkisel ya da madensel birkaç maddeden, endüstri çağının son derece çeşitli gereçlerine gelindiğinde, tıpkı bağlayıcılar ve yüzeyler gibi renkler de çoğalmış ve çeşitlenmiştir. Çeşitli kültürlerde ve yüzyıllar boyunca renk sanatı, sanatçının yeteneklerinin ve kullandığı tekniklerin yanı sıra, tasarımın amacına, imgeye ve imgenin rolüne, renklerin simgesel, töresel ya da büyüsel işlevine bağımlı oldu ve bu karmaşık ilişkilere bağlı olarak gelişti.

Resmin özellikle duvarlara yapılması, nesneye bağlı ve değişmez bir rengin varlığına inanış, Antikçağ ve Ortaçağ'ın "renkli yüzey” anlayışını belirledi; bu dönemlerde gerçekleştirilen resimlerde yüzey; tonların belirginliğiyle vurgulanmıştır. Antikçağ'dan başlayarak, resimde derinlik duygusu ve gereç arayışlarına (fırça darbeleri vb) girişildi (Roma İmparatorluğunun ilk yıllarındaki resimler); aynı zamanda resim, duvardan bağımsız, taşınabilir bir eşya olarak ortaya çıktı (el-Fayyum portreleri). Ortaçağ sanatıysa, fresklerde, özellikle de tezhiplerdeki saf renk zenginliğinin yanı sıra, renk sorunlarına XII.-XIII. yy. cam ustalarıyla eğildi. Ancak, ışığın ve mekânın temel bir sorun haline gelmesi için ve yağlıboyanın (sonra da yavaş yavaş tuvalin), yani gerçek anlamda bir "ışıklı renk" anlayışının (Van Eyck) geliştirilmesine olanak sağlayan yeni ve daha esnek bir resim gerecinin kullanımıyla bu soruna bir çözüm getirilmesi için, XV. yy.’ı beklemek gerekti.

Bir yandan tablo kesin olarak özerkliğini kazınırken, öte yandan, İtalyan Rönesansı'nda çokça görülen "okullar”, renk anlayışı ve rengi verme bakımından çok değişik yollar izlediler; bunun üzerine, kuramsal incelemeler çoğaldı. Renk kompozisyonunun temel ilkeleri konusunda farklı eğilimler ortaya çıktı: kimi ressamlarda tabloya genel bir ton egemendir; mekânı oluşturmak ya da hacimlere biçim kazandırmak için, renklerin şiddeti değiştirilerek elde edilen çeşitli değerlerden yararlanılır (Vinci, il Caravaggio, Georges de La Tour, Rembrandt vb.). Kimilerinde de, "renkçilerin (Veronese, Rubens vb.) başlıca özelliği olan bir “çoktonluluk" içinde, eşit doygunluk ve şiddette renklerde bir uyum sağlanır. Orta bir yol da, Vermeer ya da “ortamcı" ressamlar (Constable, Corot vb.) gibi, renk/ışık ilişkisini incelemek, renk ve hacimlerin mekân içinde çözümlemesini yapmaktır.

Bu genel ilkeler belli bir dönemde ressamın sanatında ağır basabilirlerse de, hiçbir sanatçının üslubu, tarzı, tümüyle bu ilkelere indirgenemez. Resim tarihi, desen ve renk "tartışmaları”yla doludur (örneğin Raffaello yandaşlarıyla Venedikliler arasındaki tartışmalar). XVII. yy. fransız resminde, Krallık akademisi ile desen ağır bastı. Buna karşılık, Rubens ve Rembrandt'a hayranlık duyan Roger de Piles rengi savundu. XVIII. yy.'da (Watteau, Boucher, Fragonard, Chardin) renkçiler üstün geldi; ancak, David, XIX. yy.’da, biçime öncelik (İngres) verildi; Delacroix ve romantiklerse rengi yücelttiler.

Çeşitli renk anlayışları ve uygulamaları, resim tekniğinde değişikliklere yol açtı: Ortaçağ'ın beyaz zeminleri ve grizayla yapılmış taslakları, ışıklı bölümlerde saydam boyaların, gölgelerde de kalın boya tabakalarının kullanılmasına olanak veriyordu; XVI. yy.’ın sonundan başlayarak (ve XIX. yy.'a kadar), genellikle, gölgelerde koyu renk saydam boyalar, ışıklı bölümlerde de açık renk kalın boya tabakaları gerektiren kahverengi, kırmızı ve gri preparasyonlar ortaya çıktı. Ortaçağ’a egemen olan belirgin ve oldukça saf tonların yerine, derece derece açılmış (beyazla), matlaştırılmış (siyahla) ya da kırılmış (tümleyici ya da yakın bir renkle) renklerden oluşan çok daha geniş bir nüans yelpazesi kullanılmaya başladı. Bununla birlikte, XIX. yy.'ın sonundan başlayarak saf renkler yeniden yaygınlık kazandı.

Rengin bağımsızlığını kazanmasında ve "ışıklı renk” anlayışının ağır basmasında, bu dönemde bir dönüm noktasına ulaşıldı: Delacroix’daki renk ilişkileri ve fırça darbeleri, açık havada ışığın ve uğradığı değişimlerin incelenmesi (Constable, Turner, Corot, Daubigny, Courbet, Boudin), izlenimcilikle birlikte önem kazandı. Geleneksel resim yapma usulleri, yeni tekniklerin karşısında giderek yok oldu; renkler ve tonlar sayıca arttı (buna karşılık, bunların düşük nitelikleri kararmalara yol açtı), tuvalin beyazı da kullanılır oldu; belirgin ve saf tonların ilişki ve etkileşimlerinin, optik karışım ve karşıtlıklara dayalı renk uyumlarının, değişimlerinin vb. egemen olduğu karmaşık yapıtlarda parlak renkler kullanılmaya başladı. Kuramcıların (Chevreul) ve ressamların (Seurat Signac) arayışları, rengin üstünlüğünü doğruladı ve destekledi. Ancak, renk anlayışı farklı yönlerde gelişti: Câzanne, Van Gogh, Gauguin ve Nabiler, fovlar, Matisse, anlatımcılık ve kübizmden sonra soyutlama.

Soyut resimde renk, konunun kendisi olabiliyordu; ancak, Karıdinsky, Delaunay ve Mondrian gibi ressamlar onu farklı biçimlerde tanımladılar. Özerkliğini tümüyle kazandıktan sonra renk, artık biçim (Albers, Herbin, M. Bili vb.), mekân (Rothko, M. Louis, B. Newman, S. Francis vb.), duyum (kinetik sanat), yüzey (E. Kelly, K. Noland, F. Stella, Devvasne vb.) halini alabilirdi. Maddeci kuramsal çözümlemelerde renk, temel bir öğe olarak kabul edildi (Support/Surface grubu); “yeni figüratif akım” ise renge, imgenin oluşturulmasında önemli bir işlev verdi (Adami, Monory, Framanger vb.).

Metalürji


Parlatılmış bir demir ya da çelik lama, bir fırında ya da demirci ocağında hava temasında ağır ağır ısıtıldığında, sıcaklığın yükselmesine bağlı olarak tav renkleri denen şu renkleri alır: 260 °C'ta açık saman sarısı; 280 °C'ta saman sarısı; 300 °C’ta kehribar sarısı; 305 °C’ta altın yaldızlı kahverengi; 310 °C'ta güvercin boynu; 320 °C’ta mavi; 336 °C’ta gri -mavi; 350 °C'ta yeşil; 360 °C'ta gümüş grisi; 400 °C'ta kurşuni; 570 °C'ta koyu kırmızı; 635 °C’ta koyu kiraz kırmızısı; 746 °C’ta kiraz kırmızısı; 843 °C’ta açık kiraz kırmızısı; 900 °C'ta turuncu; 940 °C’ta açık turuncu; 996 °C'tasarı; 1 080 °C'ta açık sarı; 1 200 °C'ta beyaz. Demirciler, çeliklerin sıcaklık derecelerini anlamak için uzun süre bu renk değişiminden yararlandılar.

Optik


Renk, cisimlerin özgül bir özelliği değildir. Terimin fizyolojik anlamıyla renk ancak üç öğeye bağlı olarak vardır: görsel sistem, bir kaynaktan yayımlanan ışık ve bunları birbirinden ayıran ve ışığı oluşturan çeşitli ışınımları soğurma (ve kimi kez başka bir dalga boyuyla yayımlama) ya da süzme, yayma, yansıtma, kırma, girişim oluşturma özelliği olan ortam. Cisimlerin rengi, hemen daima ışık dalgalarının bu cisimlerin elektronlarından kimileriyle etkileşiminden kaynaklanır. Bu etkileşimler ancak yakın geçmişte anlaşılabilmiştir ve günümüzde renk, gerçekte maddenin yapısını belirleyen karmaşık ve anlaşılması zor, belli etkilerin görünür biçimi olarak gözükmektedir.

Tarihçe.
Geleneksel olarak, renklerin yapısına ilişkin düşünceleri açıklığa kavuşturan ilk bilim adamının Nevvton olduğu kabul edilir. Aslında, Antikçağ'dan bu yana çok sayıda alim ve araştırmacı bu sorun üzerine eğilmiştir. Örneğin Epikuros, cisimlerin renginin kendilerini aydınlatan ışığın yapısına göre değiştiğini biliyordu. En önemli adlar arasında, Daniel Conrad, Marci von Kronland, Thomas Flobbes, Grimaldi, Roger Bacon ve Descartes sayılabilir. Beyaz ışığı prizmayla ayrıştırma deneyi iyi bilinmekteydi; bununla birlikte günümüzde basit sayılan bu olay o dönemlerde, en önemlisini Goethe'nin yürüttüğü tartışmalara ve polemiklere neden oldu. Goethe’nin şu tümcesi anımsanmaya değer: "Dünyada çığır açmak için iki şey gerekir: iyi bir kafa ve büyük bir miras...; ben kendi hesabıma Newton öğretisinin hatasını miras aldım.”

Newton'un başarısını hiç tartışma konusu yapmadan, görünür renk sayısını olduğundan az gösterme eğiliminin, ışığın prizmayla ayrışmasından kaynaklandığı ve normal bir gözün tayf içinde ayırt edebileceği saf renk sayısının yüzü geçtiği söylenebilir. Newton’ dan sonra, renk olayına ilişkin çalışmalar yapanlar arasında Young ve Helmholtz ile ünlü topacıyla renklerin karıştırılabilme özelliğini ortaya çıkaran Maxwell'i belirtmek gerekir.

Renklerin algılanması


Renklerin algılanması, fizyolojik etmenlerin temel bir rol oynadığı öznel bir olaydır, insanın algıladığı renk duyumu, gözün çeşitli tipte hücrelerinden gelen bilgilerin beyin tarafından alınmasından sonra gerçekleşen, görece karmaşık bir süreçtir. Retina tabakasında üç hücre ailesinin bulunduğu, deneysel olarak doğrulanmıştır; bunların her biri sırasıyla yeşil, kırmızı ve mavi renkleri algılar. T. Young'ın (1801) ileri sürdüğü ve H. von Helmholtz'un geliştirdiği renklerin bu “üçrenklilik" kuramı, ana renkler denen üç rengin, yeşil, kırmızı ve mavinin önemini açıklar. Bu kuram renklerin algılanma mekanizmasını "katmalı bireşim” kavramıyla açıklamaya olanak verir: beyin, retinanın üç tip alçısından çıkan işaretlerin göreli önemini karşılaştırarak rengin algılanma bireşimini yapar. Bu süreç, ışığı bir prizmayla ayrıştırma (tayf) deneyindeki sürece benzer, ancak onun kadar gelişmiş değildir; çünkü her frekans için ışık ışımasının yeğinliğini sürekli olarak ölçmeye olanak vermez.

Renk algılama anomalileri içinde yer alan renk körleri (dikromatlar) kırmızı ve yeşil için ayrı konilere sahip olmadıklarından bu iki renk arasında ayrım yapamazlar. Aynı şekilde, mcııokromatlar da ancak siyahla beyaz arasındaki yeğinlik farklarını görebilirler; köpekler ve kedilerde sözkonusu olan durum budur. insanda görünür ışık dalga boylarının bölgesi 390 nanometreden (nm), 770 nanometreye dek uzanır; gözün maksimum duyarlığı 560 nm dolayındadır, bu da yeşil-sarı bir renge denk düşer. Güneş ışığı tayfı en yüksek yeğinliğine de tam bu dalga boyu dolayında ulaşır. 400 nanometre dolayında mor ışıkla morötesi ışınlar arasında bir sınır bölge bulunur. Dalga boyu arttıkça renk de gittikçe değişir: mor, mavi, yeşil, sarı, turuncu, kırmızı ve bütün ara renkler. 700 nanometrenin ötesi kızılaltı ışıma bölgesidir. Beyaz ışık kavramının temelini büyük ölçüde gün ışığının (Güneş'in yayımladığı ışık) oluşturduğu sanılmaktadır. Bir ışığın tayfı güneş ışığının tayfına benziyorsa beyaz gözükür ve bu durumda yukarıda sayılan renklerin tümünü verir.

Cisimlerin renklerinin kökeni


Bir cisim güneş ışığıyla aydınlatıldığında, ya bütün ışınımları tümüyle ve aynı şekilde yayımlar (bu durumda cismin yüzeyi “beyaz” gözükür), ya bunların kimilerini soğurur ve öbürlerini yayımlar (yüzey “renkli”dir), ya bütün ışınımları soğurur (yüzey "siyah”tır, bu da bir renk yokluğunu gösterir) yada bütün ışınımları kısmen, ancak aynı şekilde yayımlar (yüzey "gri"dir). Dolayısıyla renk, aydınlatılan maddenin ışık altındaki etkileşme davranışına bağlıdır. Çeşitli ışık kaynakları farklı ışınımlar verdiğinden aynı bir cismin renginin kaynağa göre değiştiği görülür. Cisimlerin gün ışığında ve akkor ya da flüorışı bir elektrik lambasının ışığı altında farklı renkte görünmesinin nedeni budur; bu durumda kaynakların aynı “renksel geriverim”e sahip olmadıklarından söz edilir. Sarı sodyum ışınımıyla (589/589,6 nm) aydınlatılan insan yüzlerinin ölü rengi aldığı görülmüştür. Saydam cisimler ışınımların ancak bir bölümünü geçirir (renkli filtreler ya da girişim filtreleri).

Yayınım ve soğurmadan başka renk üreten birçok mekanizma vardır; bunlar arasında özelikle flüorışı, girişim olayları, kırınım, gazlardaki boşalmaiar, kristal alan etkisi vb. sayılabilir. Bunların büyük bir bölümü aydınlatılan maddenin elektronlarının durum değişiminden kaynaklanır. Nitekim madde üzerine gelen ışık bu maddenin elektronlarını daha üst bir enerji durumuna getirir (uyarılmış durum); elektronların yeni durumları ile eski durumları arasındaki enerji farkı dalga boyuna ya da görünür frekansa denk düşüyorsa, elektronların eski durumlarına dönüşleri renklerin ortaya çıkışının nedeni olabilir.

Renklerin sınıflandırılması

Birçok araştırmacı renkleri sınıflandırma sistemlerini incelemiştir Bilinen en eski renk kataloğu Moses Harris’inkidir (1766). Ancak transız Jacob Christophe Le Blon daha 1731’ de üçrenkliliğin ilk kurallarını ortaya koymuştu; daha sonra, Gautier d'Agoty bunlardan yararlanarak kendi levhalarını gerçekleştirdi. Daha yakın çağlarda, Chevreul ile renk kataloğu büyük başarıya ulaşan Lacouture'un çalışmalarını anmak gerekir. Nihayet XX. yy.’da A. H. Munsell’in (1858-1918), daha sonra da Manfred Richter’in çalışmaları renklerin üç boyutlu niteliğini açık bir biçimde göstermeyi sağladı.
Bir renk şu özellikleriyle ayırt edilir:
tonluluğu; mavi, kırmızı, yeşil vb.;
seçikliği; sarı bir renk genellikle bir kırmızı renkten ve her zaman da bir mor renkten daha açıktır.
doygunluğu. Bu son kavramın algılanması öbür ikisinden daha zordur. Basit bir örnek bunu açıklamaya olanak verir Biri herhangi bir renkte öbürü birincisiyle aynı seçiklikte bir gri renkte olan iki boya çanağını ele alalım. Bu iki boya, farklı oranlarda karıştırıldığında aynı seçiklikte, ancak farklı doygunlukta ürünler elde edilecektir. Bu doygunluk grinin oranı arttığı ölçüde zayıflayacaktır. (RENK ÖLÇÜM.)
Alışık bir gözün ayırt edebileceği çok sayıda (yüz binlerce) renk göz önüne alındığında, bu renkleri adlandırma sorunu ortaya çıkar. Yukarıdaki üç çizelge buna ilişkin bir çözüm örneği vermektedir. Chevreul’den bu yana renklerin kontrast olayı iyi bilinmektedir Yan yana gelmiş farklı iki renk karşılıklı olarak birbirini etkiler; böylece, gölgelerin neden tümleyici rengi, yani renkli ışıklar sözkonusuysa birincisine katıldığında siyah veren rengi aldığı açıklanabilir. Aynı şekilde, kuvvetli bir ışıkla aydınlatılmış renkli bir nesneye uzun süre bakıldığında, öbür nesneler belli bir süre ilk nesnenin tümleyici rengini almış gibi görülür (ardışık kontrast). Daha genel bir deyişle, belirli bir kaynak altında algılanan renkler zamanla "kromatik uyum” larını değiştirirler. Renklerin simgeciliği konusunda birçok kitap vardır. Günümüzde, güvenlik nedenleriyle belli bir simgecilikten yararlanılır; örneğin kırmızı bir tehlikeyi ya da yasağı belirtir Renklerin insanın ruhsal durumu üzerindeki etkisini belirlemeye yönelik birçok çalışma da yapılmaktadır. Renklerin ruhsal durumu hiçbir biçimde etkilemediğini öne sürmek akla yatkın görünmemektedir; ne var ki veriler sağlam sonuçlara götürmeyecek kadar bölük pörçüktür.

Petrol


Renk, arıtılmış petrol ürünlerinin içindeki katışkı maddelerinin kolayca saptanmasını sağlar. Özel benzinler, vvhite-spirit, tıpta kullanılan yağlar ve kimi kerosenler su berraklığında olmalıdır; mazot uçuk sarı, yağlama yağları ise az ya da çok koyu renklidir. Buna karşılık, çe şitli yakıtlar, kolayca tanınabilmeleri için yapay olarak renklendirilir.

Petrokimya ve Yağlı maddde


Yağlı maddelerde doğal olarak renkli pigmentler (karotenler, karotenoitler, kimi kez klorofil) bulunur. Ayrıca renkli yükseltgenme ürünleri de içerebilirler. Renk giderme, renk giderici topraklar ve etkin kömürler üzerinde soğurmayla ya da kimyasal etkiyle (yükseftgeme, indirgeme) uygulanır. Besin yağlarının rengi yüzde tutma yöntemleriyle giderilir. Sanayi yağlarında ise bu işlem için genellikle doğal ya da etkinleştirilmiş soğurucu bir toprak kullanılır. Ûzütlemeli süzme yoluyla işlemede, yağ, akışmazlığının sağladığı düşük bir sıcaklıkta toprağın içinde yavaş yavaş dolaşır. Daha sonra toprak birkaç kez daha kullanılmak amacıyla, kavurma yoluyla yenileştirilir. Kontak yönteminde, yağ ve toprak sıcakta karıştırılır, sonra özel bir toprakla kaplanmış döner bir tambur üzerinde süzülür.

Tekstil


Tekstil sanayisinde, gerek tekstil maddelerini ağartmada (oksijenli su, Javel suyu vb.), gerek boya sökmede ve aşındırma baskı yoluyla kumaşlara baskı yapmada (sodyum hidrosülfit), gerek, nehre boşaltılmadan önce renk giderme işleminden geçirilmesi gereken boya atıklarını (ozon, morötesi ışınlar) işlemede özellikle renk giderme etkenleri kullanılır.

Elektrik


Elektrik yükü, elektromanyetik etkileşimlere göre neyse, renk de kuvvetli etkileşimlere göre kabaca odur. Kuvvetli etkileşimleri tanımlayan kuvantum alanları kuramına, kuvantum elektrodinamiği gibi "kuvantum kromodinamiği" adı verilir. Her biri ayrı bir kuark üzerinde bulunan üç ana renk ve bunların karşıtkuarklar tarafından taşınan karşıt-renkleri (yani tümleyici renkler) vardır. Gözlemlenebilen maddeyi oluşturan hadronlar “renksiz'dir, yani üç ana renkte üç kuark (baryonlar) ya da bütünleyici renklerde kuark-Karşıt-kuark çiftlerinden (mezonlar) oluşurlar. Rengin gözlenemeyişi kuarkların korunmasına eşdeğerdir barklar arasındaki etkileşim, "renk alanı” kuvantumları, yani glüonlar alışverişiyle yapılır.

Kaynak: Büyük Larousse
BEĞEN Paylaş Paylaş
Bu mesajı 1 üye beğendi.
Son düzenleyen Safi; 27 Mayıs 2017 23:39
SİLENTİUM EST AURUM