Arama

Vergi Nedir? - Tek Mesaj #6

Safi - avatarı
Safi
SMD MiSiM
6 Mayıs 2017       Mesaj #6
Safi - avatarı
SMD MiSiM
VERGİ
Türkiye'de, Osmanlılar döneminde vergi sistemi şeri vergiler (tekâlifi şeriye) ve örfi vergiler (tekâlifi örfiye) olmak üzere iki temel gruba ayrılmıştı. Din kurallarına göre hazırlanan ve zekât, aşar, haraç ve cizyeden oluşan şeri vergilerin en önemlisi, devlet gelirlerinin yaklaşık üçte birini karşılayan aşardı. Mültezimler aracılığıyla toplanan bu vergi, tarım ürünlerinden onda bir oranında alınmakla birlikte, bazen bu oran yüzde elliye kadar varıyordu. Başlangıçta devletin olağanüstü giderlerini karşılamak için padişahın emirleriyle konulan ve geçici olmaları gereken örfi vergiler ise zamanla sürekli bir duruma gelmişti. Şeri ve örfi vergilerden ayrı olarak tımar, zeamet ve has sahipleri topraklarında çalışan çiftçilerin ürünlerinden belli bir oranda pay alırlardı.

Öte yandan, tekel niteliğindeki bazı tüketim vergilerinin toplanması da OsmanlI devletine borç vermiş olan yabancıların alacaklarına karşılık olmak üzere Düyunu umumiye idaresi'ne bırakılmıştı. Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra, ülkenin iktisat politikasını saptamak üzere 1923’te toplanan İzmir iktisat kongresi'nde izlenecek vergi politikasının da ana hatları ortaya çıktı. Nitekim, bu kongrede alınan kararlar doğrultusunda, şubat 1925’te aşar kaldırılarak, vergi sisteminde önemli bir değişiklik yapıldı. Ancak, aşarın kaldırılmasıyla devlet gelirleri de büyük ölçüde düştü. Bunu önlemek amacıyla, ağnam ve yol vergileri oranı artırıldı, arazi ve bina vergilerine ait tahrir değerleri yükseltildi, ayrıca, denizyolları ve demiryollan ile piyasaya sürülen tarım ürünlerine dolaylı bir vergi konuldu.

Bu dönemde, 1914'te yürürlüğe giren ve sanayi ve ticaret kesimini vergilendiren temettü vergisinin kaldırılarak yerine kazanç vergisinin konulması ikinci önemli bir vergi değişikliği oldu. 1926’da, satışları vergilendiren umumi istihlak vergisi ile hizmetleri vergilendiren hususi istihlak vergisi konuldu. Ancak, uygulamada başarılı olunamayan umumi istihlak vergisi 1927'de kaldırılarak onun yerine muamele vergisi getirildi. 1931'de arazi vergisi yeniden düzenlenirken, aynı yıl eski Müsakkafat vergisi kanunu’nun yerine yeni Bina vergisi kanunu çıkarıldı ve bu yasada safi irat esası benimsendi. Bu dönemin önemli yeniliklerinden biri de taşınmazların bağışlanmasında ve mirasçılara intikalinde alınan tescil harcının, 1926'da kabul edilen bir yasayla veraset ve intikal vergisine dönüştürülerek servet transferlerinde önemli bir adım atılması oldu. Türkiye'de, Lozan antlaşmasının getirdiği yükümlülükler gereği, 1929'a kadar değiştirelemeyerek 1916 düzeyinde tutulmak zorunda kalınan gümrük vergileri, ancak bu tarihte çıkartılan bir gümrük kanunu ile yeniden düzenlendi. Bu gümrük yasası spesifik bir gümrük tarifesi kurdu ve bu tarifenin uygulanmasıyla yerli sanayiyi koruyucu bir gümrük politikası izlenmeye başlandı. 1929 dünya iktisadi bunalımının Türkiye’yi de etkisi, altına alması üzerine kamu gelirlerini artırmak amacıyla 1931’ de iktisadi buhran vergisi, 1932’de muvazene vergisi, 1935'te Hava kuvvetleri’ne yardım vergisi konularak hizmetlilerin kazanç vergisini artırmaya yönelik bir uygulama başlatıldı.

1933-1938 yıllarını kapsayan savaş öncesi dönemde, kazanç vergisi yeniden düzenlendi. 1934'te çıkartılan yeni kazanç vergisi yasası iki önemli yenilik getirdi; kaynakta tevkif (stopaj) yönteminin yaygın bir biçimde uygulamaya sokulması ve bugünkü hesap uzmanlığının çekirdeğini oluşturan Hesap mütehassıslığı kurumu'nun oluşturulması. Aynı yıl, iktisadi buhran vergisinin kapsamına hizmetliler dışında sınai ve ticari kazanç sahipleri de alındı. 1936’da bina, arazi ve buhran vergileri il özel idarelerine bırakıldı, bina ve arazi değerleri aynı yıl yapılan bir sayımla yeniden değerlendirildi.

1939-1945 yıllarını kapsayan savaş yılları döneminde yürürlüğe giren iki önemli vergi 1941'de kabul edilen toprak mahsulleri vergisi ile 1942’de kabul edilen varlık vergisi oldu. Bazı tarım ürünlerinden nakdi, bazılarından ise ayni olarak alınan toprak mahsulleri vergisi, bir anlamda aşarın geri getirilmesi olarak kabul edilerek sert tepkilere yol açtı ve uygulamada da başarısız olunca 1944’te kaldırıldı. Savaş döneminde spekülasyon ve karaborsa yoluyla aşırı kazançlar elde eden ticaret kesiminin vergilendirilmesi amacıyla konulan varlık vergisi, uygulamada özellikle azınlıklara yönelik olarak büyük haksızlık ve eşitsizlikler yaratması nedeniyle iç ve dış tepkilere yol açtı ve 1943'te kaldırıldı. Savaş yılları döneminde sayım, muamele ve gümrük vergileriyle tütün ve alkollü içkilerden alınan vergilere zam yapıldı.

Türk vergi sistemi


savaşı izleyen 1946 -1949 döneminde reform olarak nitelendirilebilecek önemli değişiklikler geçirdi. Bu döneme kadar uygulanmakta olan kazanç vergisinin gelir sağlama kapasitesinin yetersiz olması, vergi adaletini zedelemesi, uygulamada güçlükler doğurması vb. nedeniyle 1949'da yapılan bir değişiklikle bu vergi kaldırıldı ve yerine gelir, kurumlar ve esnaf vergileri kabul edildi; bunun yanı sıra vergileme yöntemlerini düzenleyen Vergi usul kanunu çıkartıldı. Gelir vergisinin vergilemede şahsilik ilkesini getirmesi, gelirin gerçek tutarını kapsayabilmesi, müterakkiliği etkin bir biçimde uygulamaya sokması türk vergi sisteminde önemli bir aşama oluşturdu. Bu dönemde vergi yasalarında yapılan öteki değişiklikler de, dışalım mallarından ağırlık üzerinden alınan istihlak vergisinin kaldırılması, muamele vergilerinin kapsamının daraltılması, kahve ve çakmağın devlet tekeli dışında bırakılmasıdır.

1950-1960 yıllarını kapsayan dönemde türk vergi sisteminde şu değişiklikler yapıldı: küçük işletmelere uygulanmakta olan esnaf vergisi kaldırılarak (1955), yüksek gelirli esnaf gelir vergisi kapsamına alındı ve gelir vergisi tarifesi yeniden düzenlendi (1958); 1956’da kabul edilen Gider vergileri kanunu ile gider vergileri içindeki eski muamele vergisinin yerini istihsal vergisi ve hizmet vergisi aldı, aynı yıl yürürlüğe giren Gümrük kanunu ile spesifik matrahtan ad valorem esasına geçildi ve yeni gümrük tarife cetvelleri düzenlendi. Yine 1956'da Amme alacakları tahsili usulü hakkında kanun yürürlüğe girdi; 1957'de bir tür kısmi servet vergisi niteliğinde olan hususi otomobil vergisi konuldu; 1959’da veraset ve intikal vergisinde bağışıklık sınırları ve tarife yeniden düzenlendi; bu dönemde dolaylı vergilerde de geniş kapsamlı düzenlemeler yapıldı.

27 Mayıs 1960 devrimi'nden sonra başlayan planlı dönemde, türk vergi sistemi köklü değişikliklere uğradı. 1960 yılının sonunda 192 ve 193 sayılı yasalarla Kurumlar vergisi'nin oranı yükseltildi. Gelir vergisi tarifesi yeniden düzenlenerek, bu vergideki belirli istisna ve bağışıklıklar daraltıldı, tarım gelirleri vergi kapsamına alındı ve vergi denetim aracı olarak da servet beyanı esası getirildi. Aynı yıl, 213 sayılı yasa'yla Vergi usul kanunu yeniden düzenlenirken, 210 sayılı yasayla Gider vergisi kanunu'na vergileri ağırlaştırılacak hükümler konuldu. Arazi ve bina vergileri matrahlarına uygulanacak katsayılar yükseltildi. Ancak vergi gelirlerini artırmak için alınan bu önlemler önemli eleştirilere uğrayınca, vergi alanındaki bu ağırlaştırıcı önlemler kısa bir süre sonra yumuşatıldı. Bu arada, İngiliz Profesör N. Kaldor Türkiye’ye çağrılarak vergi reformu konusunda bir rapor hazırlaması istendi. Kaldor'un hazırladığı raporda, tarım arazisinin potansiyel ürünü üzerinden vergilendirilmesi önerilerek, böyle bir verginin, hem üretimi artıracağı, hem de yatırımları hızlandıracağı ileri sürülüyordu.

Ayrıca, alman maliyecilerden Profesör G. Schmöl- ders ile Profesör R Senf ve İstanbul'da yerli uzmanlardan kurulu Vergi reformu komisyonu da, hazırladıkları raporlarda özel sermaye birikimini hızlandırıcı nitelikte vergiler konulması konusunda öneriler getirdiler. 1963’te, 402 sayılı yasa’yla yatırım indirimi sistemi getirilirken, aynı yasayla esnaf ve küçük çiftçi bağışıklıklarının sınırları genişletildi. Aynı yıl, dışsatımda vergi iadesi kabul edildi. 1964'te ise, vergilerin ilan edilmesi ilkesi benimsendi. 1970’te, Finansman kanunu içinde yer alan bir dizi vergi çıkarıldı: taşıt alım vergisi, işletme vergisi, gayrimenkul kıymet artışı vergisi, spor-toto vergisi, bina vergisi ve emlak vergisi (ancak 1972’de uygulamaya konuldu).

Bu tarihte Emlak vergisi kanunu ile beyan esasına geçilirken, 1837 sayılı Bina ve 1833 sayılı Arazi vergisi kanunları yürürlükten kaldırıldı. Finansman amacıyla çıkartılan bu vergiler, 1970'li yılların ikinci yarısında yükselen enflasyon ve kamu harcamalarının giderek artması nedeniyle yetersiz kalınca yeniden reform arayışları başladı. Ancak, hazırlanan tasarılar 1980 yılı sonunda uygulamaya konulabildi. 1980’de gelir vergisi oranının % 40'tan başlatılmasına karar verildi (bu oran 1985' te % 25’e düşürüldü). 1982’de “hayat standardı esası" adıyla yeni bir uygulama başlatıldı. Vergi hâsılatının düşüklüğü ve denetimin yetersizliği nedeniyle başvurulan bu yöntemle, gerçek usulde gelir vergisine tabi olan ticari, tarımsal ve mesleki kazanç sahiplerinin zarar etseler bile belli bir oranda vergi vermeleri zorunluluğu getirildi. 1983'te, kendini daha çok hissettiren vergi gelirlerindeki yetersizlik nedeniyle vergi idaresi kamu gelirlerinde önemli bir artış sağlamak ve birikmiş vergi ihtilaflarını ortadan kaldırmak üzere 2801 sayılı "Bazı kamu alacaklarının özel uzlaşma yolu ile tahsili hakkında kanun” adıyla bir af yasası çıkardı. 1984’te, 3065 sayılı Katma değer vergisi kanunu çıkartılarak, harcamalar üzerindeki sekiz vergi kaldırıldı, böylece daha yaygın bir harcama vergisi sistemine geçildi. Aynı yıl 3074 sayılı akaryakıt tüketim vergisi konuldu.

Verginin konusu


Verginin temelinde, kamu idareleri harcamalarının finansmanı zorunluluğu yatar. Gerçi kamu idareleri her zaman kendilerine, özel kişilerle aynı koşullar içinde, bazı gelir kaynakları bulmuşlardır (devlet mülklerinin ya da sanayi işletmelerinin gelirleri, sunulan hizmetlerin karşılığı, istikrazlar vb.). Ancak, kamu idarelerine düşen görevler çoğalıp çeşitlendikten sonra bu gelirler yapısal olarak yetersiz kalmaya başladı. Muvazzaf orduları beslemek, görevleri durmadan çeşitlenen bir yönetimin gereksinimlerini karşılamak, toplumsal yatırımlara girişmek (yollar, okullar vb.) için çağdaş devletler, toplumdan, doğrudan bir karşılığı olmayan ve yükümlülerin ancak kapasiteleri ölçüsünde ödedikleri bazı paralar tahsil etmek zorunda kaldılar. Başlangıçta geçici nitelikte olan ve devletin başka gelir kaynaklarını pekiştirmek amacıyla tahsil edilen bu paralar, çok geçmeden sürekli olarak alınmaya başlandı. Öte yandan, kamu idareleri giderlerinin durmaksızın artması, vergi tahsilatından giderek daha çok randıman alınmasını zorunlu kılıyordu.

Bunun ilk sonucu vergi kaynaklarının artırılması zorunluluğu oldu ve bu da vergilerin çoğalıp çeşitlenmesine yol açtı. Nitekim, bütün çağdaş devletlerde vergiler pek çok ve çeşitlidir; böylece birbirlerinin sakıncalarını karşılıklı olarak giderir ve bir vergi sistemi oluştururlar Vergi hâsılatının artırılması gereği, ikinci olarak, vergi tarhının devletlerin iktisadi ve sosyal siyasetinin temel bir öğesi durumuna gelmesi sonucunu doğurdu. Gerçekten de, vergi tarhı, toplumsal servetin ancak marjinal bir bölümünü ilgilendirdiği sürece göreli olarak tarafsız kalabilir. Gerçi bir verginin seçimi ve alınma koşulları tümüyle tarafsız olamaz, çünkü yükümlünün etkileniş biçimini belirler ve ne tür malın ya da servetin vergi kapsamı içine alınacağını saptar, ama sözkonusu durumda yine de tarhiyatın toplumun işleyişi üstündeki yankıları asgari ölçüdedir.

Örneğin, Fransa'da kapı ve pencerelerden alınan vergi, mimari biçimi üzerinde etkili olmakla birlikte, içinde yer aldığı vergi sistemi, devlete, vergi tarhiyatı yoluyla servetlerin tahsis ve dağılımında belirleyici bir rol oynamak olanağı vermiyordu: demek ki, sözkonusu verginin alımı yalnızca mali bir amaç taşıyordu. Günümüzde ise, vergi alımları toplumsal servetin büyük bir bölümünü (dörtte birini ya da üçte birini) kapsar ve bu nedenle alınış biçimleri iktisadi karar birimlerinin davranışları üzerinde genellikle kesin bir etki yapar. Öyleyse, verginin mali amacı temel olmakla birlikte, onun tek amacı değildir; başka birçok ekonomik ve sosyal amaçlarla uyumlandırılması gerekir.

Verginin matrahı


Toplumun serveti, ilk önce çeşitli üretim etmenlerine yapılan ödemelerin toplamı olarak düşünülebilir. Yasa yapıcı, vergi matrahını bu ödemeler akımı içinde görecek olursa, koyduğu vergiye gelir vergisi denir. Bu tür vergi, duruma göre, emeği (ücretler, maaşlar), sermaye gelirlerini (kiralar, rantlar, taşınmazların gelirleri), işletmelerin kazançlarını (sınai ve ticari kârlar) ya da artı değerleri etkiler. Bütün bu durumlarda, verginin hedefi gerçek kişilerin (gelir vergisi) ya da tüzel kişilerin (kurumlar vergisi) servetidir.

Servet, ikinci olarak, yıl içinde yaratılan ve piyasada alınıp satılan mal ve hizmetlerin akımı olarak görülebilir. Yasa yapıcı, verginin matrahını bu akımlarda görecek olursa, koyduğu vergi, gider vergisi adını alır. Çünkü, gerçekleştirilen alım ve satımların tümü, mal ve hikmetler edinilmesine yönelik gelir ya da sermaye kullanımlarına tekabül eder. Demek oluyor ki, alım ve satım işlemleri ister tüketime, ister yatırıma yönelik olsun, bazı harcamaları temsil eder. Bu durumda vergi, duruma göre, ya gerçekleştirilen toplam iş hacmini (KDV ve daha genel olarak muamele vergisi) ya da bazı özel harcamaları (ivazlı intikal vergisi, gümrük vergisi, tüketim vergisi vb.) etkiler.

Nihayet, servet, statik görünüşü içinde (yani gelir akımları konsolide edilerek) ele alınabilir. Yasa yapıcı, verginin matrahını konsolide gelirlerde görecek olursa, sermaye üzerine vergi koyuyor demektir. Bu durumda vergi doğrudan doğruya malvarlığının zilyetliğini (ister zamana bağlı, ister karşılıksız iktisap yoluyla) etkiler (veraset ve intikal vergisi, ivazsız intikal vergisi). ister sermayeden alınarak, ister sermayenin gelirleriyle, İster yükümlünün başka gelir kaynaklarıyla (maaş, emekli aylığı vb.) ödensin, vergi belli bir malın zilyetliğini (örneğin taşınmaz mallar için emlak vergisi) ya da daha genel olarak, bir malvarlığının tümünü (servet üzerinden yıllık vergi) etkilediği zaman, bir sermaye vergisi sözkonusu demektir.

Randıman bakımından en kârlı vergiler, gider vergileridir: son derece kapsamlı bir matrah (alım satımların tümü) üzerine oturtulan bu vergiler, bütün yıl boyunca önemli ve düzenli girdiler sağlar (oranları düşürülse bile). Ayrıca, gider vergilerinin tahsil harcamaları da genellikle düşüktür, çünkü tahsildarlık rolünü bizzat verginin ödeyicisi oynar (örneğin tüccar KDV'yi müşterilerinden kendisi toplayıp kendisi yatırır). Nihayet, yükümlülerine kaçış yolu bırakmayan (çünkü yükümlü beslenmek, giyinmek, barınmak vb. zorundadır) gider vergileri, genellikle pek farkına varılmayan ve az külfetli vergilerdir. (Nitekim, yükümlülerin çoğu, hiç farkında olmadan, her yıl KDV olarak ödediklerinden çok daha az miktarda gider vergisi öderler.)
Buna karşılık, vergi adaleti bakımından gelir ya da sermaye vergileri genellikle gider vergisine oranla daha tercihe değer görünürler. Bu vergiler, her vergi yükümlüsünün gerçek yükümlülük kapasitesine uydurulacak biçimde şahsileştirilebilir Artan oranlı olan bu vergiler, vergi konusu olan şeyi daha az zorunlu olduğu ölçüde daha ağır bir biçimde etkiler. Gider vergisi ise, aksine, herkes için aynıdır ve az gelirli yükümlüleri nispeten daha ağır bir biçimde etkiler; çünkü bu yükümlüler, tüm gelir kaynaklarını yaşamlarını sürdürmek için harcamak ve üstelik de en zorunlu gereksinim maddelerine ayırmak zorundadırlar.

Ama, gelirlerin gerçek miktarı üzerinden değil de, ancak vergi dairesince bilinen miktarı üzerinden alınan gelir ve sermaye vergileri, kaçakçılığa daha elverişlidirler. Bu sakınca eşitsizliklere yol açar ve vergi oranı gelir kaynaklarını saklamak olanağına sahip olmayan yükümlüler zararına yükseldiği ölçüde bu eşitsizlikler de artar. Gider vergilerinin yararına belirtilebilecek bir nokta da şudur ki, bunların değişik oranlarda olması, bu tür vergilerin adaletsizliğini bir ölçüde hafifletir.

Analitik ve sentetik vergiler


Vergi matrahı yukarıdaki verilere göre şu ya da bu biçimde bir kere belirlendikten sonra, sıra onun alınış biçiminin seçilmesine gelir. Bu bakımdan iki büyük teknik kullanılır.
Vergi ya analitik olur ve her gelir (emek geliri ücret ile sermaye geliri-kâr arasında bu yoldan bir ayrım yapılabilir) ve gider kategorisini ve her malvarlığını ayrı ayrı etkiler ya da sentetik olur ve vergiye bağlı şeyin tümünü kapsar.
Gelir vergisi konusunda çağdaş devletler artık analitik (sedüler) vergileri bir yana bırakarak sentetik (üniter) vergiyi benimsemiş bulunmaktadırlar. Gerçekten de, ancak sedüllerin (ücret, tarımsal kârlar, taşınabilir sermaye gelirleri, sınai ve ticari kârlar) toplamını etkileyen genel gelir vergisi, vergi adaletinin gereklerini yerine getirebilecek artan oranlı bir baremin uygulanmasına elverişlidir.

Gider ya da sermaye vergisi konusunda ise, aksine, bu iki teknik birlikte kullanılır; çünkü, sentetik vergiler daha kolay tahsil edilebilir ve daha yüksek randımanlı olmakla birlikte, analitik vergilerin de göz ardı edilemeyecek birçok avantajları vardır. Bu tür vergiler, ilk olarak, örneğin aşırı derecede pahalı mallar satın almayı ya da bunlara sahip olmayı daha ağır bir biçimde vergilendirerek bu konuda bir ayrım yapmayı olanaklı kılar, ikinci olarak, devlete yalnızca vergisel olmayan amaçlar gütmek olanağını sağlar; örneğin, halk sağlığını korumak kaygısıyla alkollü içkiler ya da sigara üzerine vergi konulabilir; iç piyasanın korunması kaygısıyla gümrük vergileri alınabilir vb. Üçüncü olarak, analitik vergiler vergi makamlarınca, çoğu kez, farklı piyasaların denetlenmesi ve başka vergilerin alınmasında yararlanılabilecek bazı bilgilerin toplanması amacıyla kullanılabilir (örneğin, taşınmaz mallar piyasasını denetlemeyi ve servet durumlarını değerlendirmeyi sağlayan veraset ve intikal vergisi). Bu düşünceler, analitik vergilerin hâlâ varlığını sürdürmesinin nedenini açıklar. Gerçekten de, KDV (gider üzerinden), büyük servetlerden alınan vergiler ve veraset vergisi (sermaye üzerinden) gibi sentetik vergilerin yanı sıra, gerek gider (petrol ürünleri tüketim vergisi, alkollü içkiler vergisi, ivazsız intikal vergisi), gerekse sermaye üzerinden günümüzde de analitik vergiler alınmaktadır.

Vergi esaslarının takdiri


Vergi idaresi, verginin takdirinde belirtilerin değerlendirilmesi yöntemine başvurulabilir. Bu, vergiye bağlı şeyi açıkça gösterdiği kabul edilen birtakım dış belirtilere dayanarak vergiyi takdir etmek demektir. Gelişmiş ülkelerde artık bırakılmış olan bu yöntem ancak geçici bir biçimde, yükümlünün vergisini ödemekten kaçınması durumunda kullanılmaktadır. Gerçekten de, hesaba katılan belirtiler vergiye bağlı şeyin özünde içerilmiş bulunmadığından, bu yöntem fazlasıyla takribi ve kişisel sonuçlar doğurur. Bununla birlikte, daha az gelişmiş ülkelerde, vergi idaresi başka yola başvurmak olanağına sahip olmadığı için, sözkonusu yöntem hâlâ uygulanmaktadır (örneğin, gelirin hayvan sayısına göre vergilendirilmesi).
Daha dakik ve gerçeğe uygun bir başka yöntem de götürü vergilendirmedir. Bu vergilendirme yönteminde, vergiye bağlı şey birçok öğeye dayanılarak değerlendirilir ve bu öğeler vergiye bağlı şeyin özünde içerilmiş olduğundan onun miktarının yaklaşık olarak belirlenmesine olanak verir. Örneğin, bir tüccarın vergisi, gerçekleştirdiği iş hacmine (ciro), yaptığı alımlara ve stoklarının değerlendirilmesine vb. göre takdir edilin.

Ama, bu yöntem de sağlam bir vergi takdirine olanak vermez ve çoğu kez ortalamaya oranla performansı düşük yükümlülerin vergi esasları yüksek takdir edilirken, performansı yüksek yükümlülerin vergi esaslarının düşük takdir edilmesine yol açar. Bu sonuçlar vergi yükümlülerini performanslarını artırmaya özendirici bir rol oynasa bile, vergi adaletinin gereklerine ters düşmekten geri kalmaz. Bu nedenle, götürü vergilendirme yöntemi giderek ortadan kalkmaktadır. Bu tür vergi Türkiye'de ancak tarımsal kazançlar için, sınai, ticari ve serbest kazançlar konusunda da küçük yükümlüler ve ticari nitelikli kazançlar için uygulanmaktadır.

Yukarıdaki iki yöntemin yerini almaya doğru giden daha modern bir başka yöntem de beyanname yöntemidir. Bu yöntemde, vergi yükümlüsü, ödeyeceği verginin miktarını vergi dairesine bizzat bildirir ve gerektiğinde bildirim miktarının yeniden hesaplanmasına olanak sağlayacak öğeleri (muhasebe kayıtları, harcamalara ilişkin müsbit evrak vb.) saklar. Bu yöntem, takribi olmayan gerçek verilere göre vergilendirmeye yol açması bakımından, vergi samimiyetine ve adaletine daha uygundur. Ancak, bu yöntemin yaygın bir biçimde kullanılması bazen zorluklarla karşılaşabilir, çünkü bu yöntem çok gelişmiş ve gerekli denetimleri yapabilecek güçte bir vergi idaresine ve yükümlüler için de asgari bir yurttaşlık görevi duygusuna gerek gösterir.

Nihayet, bazı durumlarda vergi esasları, vergi dairesi tarafından tek yanlı olarak ve resen takdir edilebilir. Bu yöntem resen takdir ya da resen vergilendirme Türkiye'de vergi matrahının tümüyle ya da bir bölümüyle saptanmasına olanak bulunmayan durumlarda bir yaptırım olarak uygulanmaktadır.

Verginin tasfiyesi


Verginin tasfiyesi konusunda iki sorunla karşılaşılır: tarifenin saptanması sorunu ve tarifenin düzenlenmesi sorunu. Birinci konuda birbiri ardınca iki yöntem benimsendi. Bunlardan birincisi pratikte bırakılmış olan bölüştürme yöntemi- vergi hâsılatını önceden belirleyip, sonra da bunun yükünü sorumlular arasında paylaştınr. İkincisi ise yalnızca Fransa'da uygulanan paya göre vergilendirme yöntemi aksine, vergiyi, vergiye bağlı şeyin bir bölümü üzerine koyar. (Örneğin, KDV’nin iş hacminin °% 33'ü olarak alınması.) Tarifenin düzenlenmesine gelince, bu, aslında bir siyasi seçim sorunudur: vergi artan oranlı olabilir, aile bazında düzenlenebilir, vergiye bağlı şeylerin niteliğine göre bazı ayrıcalıklar gözetilebilir (sanat yapıtlarının, büyük servetlerden alınan vergiden bağışıklı tutulması gibi) vb. Nihayet, bir vergi sisteminin değeri, ne kadar iyi tasarlanmış olursa olsun, vergi idaresinin denetim gücüne bağlıdır.

Vergi denetimi


Türkiye'de, Vergi usul kanunu'na göre, ödenmesi gereken vergilerin doğruluğunu araştırmak, saptamak ve ödenmelerini sağlamak görev ve yetkisi hesap uzmanları ve yardımcıları, maliye müfettişleri ve yardımcıları, gelirler kontrolörleri ve stajyer gelirler kontrolörleri ile vergi dairesi müdürleri ve ilin en büyük mal memurlarına verilmiştir. Vergi denetimi yapmakla görevli olan bu kişiler, gerekli gördükleri durumlarda işletmeye ait iktisadi değerlerin fiili envanterinin yapılmasını isteyebilir ve incelemelerini beyannamelerde gösterilen konuları da kapsayacak bir biçimde genişletebilirler. Bu inceleme ve denetimler, yasalara göre defter ve hesap tutmak, evrak ve belgeleri saklamak ve istenildiğinde göstermek zorunda olan gerçek ve tüzel kişilere uygulanır. Denetim sırasında yasaya aykırı görülen hesap durumları bir tutanakla saptanır. Yükümlü bu tutanağı imzalamaktan kaçındığı takdirde, bu defter ve belgelere konuyla ilgili vergi ve cezalar kesinleşinceye kadar elkonur.

Kaynak: Büyük Larousse
SİLENTİUM EST AURUM