Arama

Hikayeler ve Öyküler -2- - Tek Mesaj #18

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
10 Aralık 2006       Mesaj #18
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Kirpiklerin Islanıyor

Bir ağacın üstünde görüyorum seni. Ömrünün on yaşlarındasın. Bir taş atmışsın, kardeşinin başını kırmışsın. Zeki peşine düşmüş senin. Kaçıyorsun, bir ağacın tepesine konuyorsun. “İn aşağı” diyor Zeki. Belli ki çok kızmış sana. Gülüyorsun sen ona, inmiyorsun inatla. Sonra bu kez Zeki taş yağmuruna tutuyor seni. Babayı çağırıyorsun. Ellerini saçlarında gezdiriyor Baba, koruyor seni, kolluyor dünyanın bütün tehlikelerine karşı. Mutlusun sen kanatları altında babanın, güvendesin, huzur içindesin.

Ya Anne? Onun gazabından nasıl kurtulacaksın acaba? Şikayet etmiş Zeki seni. Yeminler etmiş Anne sana, eline düşersen eğer, kim bilir nasıl cezalandıracak seni?..

Bir okulun ilkinde görüyorum seni. Yitirdiğin –yoksa senden alınmış mı desem-bir şeyler arıyorsun sana yabancı bir ortamda. Annenin diline benzemiyor öğretmenin kara tahtaya yazdığı basit cümleler. Acıktığını, yorulduğunu, korktuğunu söylemek istiyorsun kendi bildiğince… Şaşırıyorsun kendine tahtaya çıktığında. Kelimeleri yutmaz, dilin sürçmez, utanıp sıkılmazdın konuştuğunda. Babanın konuştuğu gibi anlatmamalarına şaşırıyorsun hayat bilgisi dersini. Lal oluyorsun adeta, ilkokulun iki arkadaşınla paylaştığın ilk sıralarında. Rahatlıyorsun sonra senin gibi başkalarının da olduğunu gördüğünde. Böyleymiş meğer diyorsun okulun dili, kabulleniyorsun.
Böyle geçiyor çocukluğun senin. Babanın bahçenizi süslediği ağaçların altında. Anneyle, Zekiyle ve bütün kardeşlerinle… mutlulukla, sevinçle, huzurla….

Bir denizin kıyısında görüyorum seni, ömrünün ilk gençlik yıllarında. Memleketinden, Babanın bahçesindeki çerçevesiz huzur ve güvenden uzak, Annenin kapısının önünden, anılardan, yaşanmışlıklardan kopmuş, gurbet ellerinin yabancılığında, zorlukların ilkbaharında olmanın şaşkınlıklarındasın…. Baba, Ağrı Dağı’nın eteklerinde kurulan kadim bir kasabanın kalender bir eski zaman adamı, Anne, penceresi denize bakan bir evin yalnızlığında, acılarını içinde büyüten olağan bir aşiret kadını. ‘Böyle olmasa keşke’ diyorsun sahneleri düşündüğünde. Düşünüp de kendine döndüğünde. Üniversiteye hazırlanan Nuri Abinin oturduğu masaya bakarak, bir gün senin de masan olsun diye büyümeyi düşlerken, bugün büyümüş olmandan acı mı çekiyorsun, bilmiyorsun. Aslında ne çok şey bilmiyormuşsun: Sobanın yanında, annenin işlemeli çeyiz yastığını katlayıp kolunun altına alarak uzanan, demli çay içip parmaklarıyla size çarpım tablosunun kestirme, kolay yöntemlerini öğretmeye çalışan Babayı izlerken, yıllar sonra onu çok özleyeceğini, adını anarken ağlayacağını da bilmiyorsun o an…
Kim bilir, belki beklediğin bir umudun ikliminde olduğu hissindesin orada…
Bir rüzgar esecek birazdan sanki, sen de onun bir parçası olacaksın zahir, yıkacak her tarafı, altını üstüne getirecek her şeyin; talan, tufan, boran olacaksın sanki… sonra, sonra yeniden kuracaksınız rüzgarla her şeyi, yeniden yapılanacak dünya, yeniden sen, yeniden hayat, yeniden çocukluk şenliği… Ama ya Baba, o da olacak mı acaba bu yenilikte? Neden olmaz babalar yeniliklerde? Anneler de olmaz üstelik! İstersin ki, bir parçası olduğun rüzgar, gezdirsin kulaklarında, Annenin kadife gibi yumuşak olan sesini… Mümkün olsa, keşke…

İşte, sana hayatının bir ilkini daha yaşatıyor sahne: Kirpiklerin ıslanıyor. Kirpiklerinden süzülen damlalar mı denizin tuzlu sularına karışıyor, yoksa, denizin tuzlu suları mı kirpiklerinin yaşı oluyor, anlamıyorsun…

Bir halayın coşkusunda görüyorum seni, ömrünün orta yaşlarında. Raks ediyorsun, ayaklarınla güzel kavisler çizerek. Üç adım önde, bir adım geride geziniyor aşina ve barışık olduğun temponun o gizemli döngüsünde. Hafif bir rüzgar esiyor, beyaz gelinliğinde nazenin dalgalanmalar oluşturuyor kesintisiz. Ne o, bedeninden azat olup, tatlı tatlı esen rüzgarın esintisinde, beyaz, alımlı bir ayrıntı mı olmak istiyor İstanbul terzilerinin hünerli ellerinin eseri?.. Rüzgarın tılsımına teslim edip kumaşını, senin ve kimselerin –belki kendisinin bile- bilemeyeceği ufuklarda, ellerini alınlarına siper etmiş uzak dağ köylerinin yorgun ve yoksul çiftçilerine, bir şeylerin artık değişeceğini mi anlatmak istiyor, şehirli edasının verdiği güvenle?... Üniversitelerin sosyoloji kürsülerinde okutulan büyük büyük adamlar da aynı şeyleri söylerler gerçi! Ama ya hiç değişmezse bir şeyler, elleri alınlarının siperinden hiç inmezse çiftçilerin? En iyisi rüzgâra kanmamak. Esintisinin tılsımına kapılamadan, büyük dağların dumanlı başlarında açan yabani çiçeklerin getirdiği kokusu ve çağrışımlarıyla yetinmek şimdilik… O nedenle durmalı kumaş üstünde, oturmalı bedenine ve sırf o nedenle tutmalısın ellerinle, direnmelisin daha şimdiden rüzgâra karşı…

Elinde biri mi var senin? A evet, biriyle ele ele oynuyorsun. Nişanlın olmalı. Sana bakıyor. Ayaklarını seninkilerle gezdiriyor, bedenini seninkiyle şekillendiriyor. Raks ediyorsunuz, ayaklarınızla güzel kavisler çizerek. Üç adım önde, bir adım geride geziniyor aşina ve barışık olduğunuz temponun o gizemli döngüsünde. Üç küçük adım öne, bir küçük adım geriye ve sizinle birlikte halayın bütün elemanları, elemanlarınızın bütün sevinçleri… Ona bakıyor kaçamak bakışların, gözlerinin içi gülüyor ya da insan doğasının bütün tebessümleri gözlerinde toplanıyor. Kan dolaşımını duyumsuyorsun damarlarında, hoşnut kalıyorsun böylece yaşadıklarından, hayatı selamlıyorsun çaktırmadan, hayat seni öpüyor, kirpiklerin ıslanıyor…

Bir mutfakta görüyorum seni. Mutfağının penceresinden denizin göründüğü bir evdesin. Yanında halaydaki tebessüm var; ne ki artık yaşamında yoldaşın, ruhunun simetriği, düşlerindeki elma küresinin öteki yarısı olacak, sonraki bütün yeni süreçlerinin….

Götürmek için gelmiş olmalı seni oralardan, uzaklaştıracak seni eski deniz manzaralı mekanlarından ve artık içinde annenin olmadığı ailenden. “Mutluyduk biz burada” diyorsun, zorunlu olarak kısalmış bir cümlenin kırık dökük hüznüyle. “Ben ve Zeki; ben, Zeki ve anne…” diyor boğazında takılmış bir ağlama öncesi düğümü… Yutkunmalısın şimdi, boğazına takılı düğümü terk etmelisin bütün tereddütlerin çelişkili ikilemlerine rağmen… Savaşmak bu olmalı belki insanın kendisiyle, büyümek ya da, büyümek bu olmalı, artık bir masan olsa da…. Düşleri bitmez çünkü insanın, eskiden olduğu gibi, yeni zamanlarda da… Zeki de evlenmişti hem, üstelik Anne de yoktu artık… Gitme günündü o gün senin, oralardan, öylece sessiz… Kirpiklerin ıslanıyor.

Bir balkonda görüyorum seni, yeni bir başlangıcın en ucunda. Yine tebessüm var yanında ya da bütün tebessümleri insanlığın, gözlerinde. Zeki arıyor seni, telefonda. Eski bir şarkı ulaştırıyor sana, yorumsuz, katıksız. Konuşmadan, bir şey söylemeden, kelimelerin anlamlarına sığınmadan. ‘Ağlıyor olmalı şimdi Zeki.’ Telefon elinde, sen telefonun çekim alanında…. Kirpiklerin ıslanıyor….