Arama

Bilim Nedir? - Tek Mesaj #16

Safi - avatarı
Safi
SMD MiSiM
24 Ocak 2019       Mesaj #16
Safi - avatarı
SMD MiSiM

ORTAÇAĞDA AVROPA BİLİMİ.


Ortaçağda Hıristiyan ve İslam dünyası arasında özellikle Haçlı Seferleri’yle kurulan ilişki, ilkçağ bilgilerinin Batı’ya aktarılmasını sağladı. İspanya’da Magriplilerin Toledo kentindeki ünlü kütüphaneleri, 1085’te Hıristiyanların eline geçince, rahipler özgün ya da çeviri Arapça kitapları hemen Latinceye çevirdiler.

18. yüzyıldaki Aydınlanma düşünürlerinin, ortaçağı boşinanlar ve karanlıklar dönemi olarak küçümsemesine karşın, bu dönemde çok canlı teknolojik gelişmeler oldu. At nalının ve koşum takımlarının bulunuşu, beygir gücünün denetlenmesini sağladı. Büyük gotik katedrallerin yapımı, el arabası, krank ve matkabın geliştirilmesiyle başarıldı. 14. yüzyılda mekanik saatin yapılmasıyla mekanik beceri en yüksek düzeyine çıktı. Bu buluş yalnızca zamanın daha doğru saptanması açısından değil, filozoflara doğanın kendisi için, yeni bir benzetim olanağı sağlamış olması bakımından da önemlidir.

Ortaçağ AvrupalIıarının yararcı bilgiye karşı güçlü önyargıları yoktu, ama bilimsel bilginin yararlı olabildiği alanlar da pek azdı. Bilim, Tanrı’nın yaratısını anlayabilmek olarak görülüyordu. Kitabı Mukaddes’in Tekvin bölümü Tanrı’nın ilk yaratısı olarak ışıktan söz ettiğine göre, ışığın yayılma yasalarını anlamak, az da olsa doğanın yaratılışını kavramak demek oluyordu.

Örneğin, gökkuşağının ne olduğunu anlamak için yakınına gidip inceleme olanağı bulunmadığından, gerekli koşulları yapay yoldan oluşturarak benzer bir olaydan sonuçlar çıkarılmaya çalışıldı. Yağmur damlaları yerine içi boş cam küreleri suyla doldurarak gökkuşağını inceleme yoluna gidildi. Bu yaklaşımlar, doğanın basit olduğu, yani birkaç genel yasayla yürütüldüğü ve benzer etkilerin benzer nedenlerden doğduğu düşüncelerine dayanıyordu.

Ortaçağ filozoflarının eski metinlere eleştirel yaklaşımı doğrudan ilahiyat açısından taşıdığı öneme bağlıydı. Örneğin her tür hareketin doğası özenle gözden geçirildi. Tanrı’nın var olması gerektiğini göstermek amacıyla Aristoteles’in görüşlerine dayapan Aquinolu Aziz Tömmaso, hareket eden her şeyin bir başka şey tarafından hareket ettirildiğini öne sürdü. Aksi takdirde, herhangi bir hareketin kaynağını sonsuza değin geriye uzatmak gerekirdi.

Ortaçağda din ile bilim arasında bilinçli bir çatışma yoktu. Tanrı hem doğa kitabının, hem de kutsal kitabın yazarıydı. Dolayısıyla iki kitap birbiriyle çelişemezdi. Kısacası bilim ve vahiy el ele yürümekteydi. Ortaçağ biliminin önemi felsefe, ilahiyat ve bilimin görkemli bir evrensel düzen içinde birleştirilmesinde yatmaktadır.

ÇAĞDAŞ BİLİMİN DOĞUŞU.


Ortaçağ sonlarında özellikle İtalya’da, zamanın siyasal istemleri teknolojiye yeni bir önem kazandırdı. Böylece askeri ve sivil mühendislik mesleği doğdu. Leonardo da Vinci bu mühendislerin en ünlüsüydü. Dahi bir ressam olarak insan anatomisini yakından inceledi ve resimlerine gerçeğe çok benzeyen biçimler aktardı. Bir heykelci olarak, zor metal döküm tekniklerini başardı. Sahne yapıtlarının yapımcı ve yönetmeni olarak, özel efektler sağlamak amacıyla karmaşık makineler geliştirdi. Askeri mühendis olarak bir kentin surlarından aşırılan havan topu mermisinin yörüngesini gözleyerek bu yörüngenin Aristoteles’in öne sürdüğü gibi iki doğrudan (eğimli bir çıkış ve ardından düşey düşüş) oluşmadığını belirledi.

Leonardo ve arkadaşları doğayı gerçekten bilmek istiyorlardı. Gerçek deneyimin yerini hiçbir kitap tutamazdı ve hiçbir kitap olgular üzerinde egemenlik kuramazdı. Gerçi antik felsefenin nüfuzu kolayca kırılamayacak kadar sağlamdı, ama sağlıklı bir kuşkuculuk da gelişmeye başlamıştı.

Eski otoritelerin gördüğü geleneksel kabule inen ilk önemli darbe, 15. yüzyıl sonunda Yenidünya’nın bulunuşu oldu. Büyük astronom ve coğrafyacı Ptolemaios, Avrupa, Afrika ve Asya olarak yalnızca üç kıtanın var olduğunu öne sürmüştü. Aziz Augusti- nus ve Hıristiyan bilginleri de bu görüşü benimsemişlerdi. Yoksa dünyanın öteki tarafındaki insanların baş aşağı yürümeleri gerekirdi. Yenidünya’nın bulunuşu, matematik çalışmalarını da hızlandırdı. Zenginlik ve ün arayışı denizciliğin gerçek bir bilime dönüşmesine yol açtı.

Rönesans’ta canlanan düşünsel etkinlikler, antik bilgilerin tümüyle gözden geçirilmesine olanak sağladı. Ortaçağ düşüncesinin temelini oluşturan Aristoteles’in yapıtlarına Platon’un ve Galenos’un yapıtlarının çevirileri ve daha da önemlisi Arkhimedes’in, kuramsal fiziğin geleneksel felsefenin dışında nasıl oluşturulabileceğini gösteren yapıtları eklendi.

Rönesans biliminin yönünü belirleyen antik yapıtların başında, Musa’nın çağdaşı olduğu kabul edilen efsanevi rahip, peygamber ve bilge Hermes Trismegistos’a dayandırılan Hermetika gelir. Hermetika yaratılış konusunda insana geleneksel metinlere göre çok daha önemli bir rol veriyordu. Tanrı insanı kendi suretinde yaratmıştı. Bir yaratıcı olarak ve yaratma sürecinde insan Tann’yı taklit ediyordu. Bunun için de doğanın gizlerini bilmek zorundaydı. Yakma, damıtma ve öbür simya işlemleriyle doğa işkenceden geçirilerek gizleri elde ediliyordu. Başarının ödülü, sıkıntı ve hastalıklardan kurtuluşun yanı sıra sonsuz yaşam ve gençlik olacaktı. Bu düşünce, insanın bilim ve teknoloji aracılığıyla doğaya boyun eğdirebileceği görüşüne yol açtı. Modern bilime temel oluşturan bu görüşün yalnızca Batı’da egemen olduğunu vurgulamak yerinde olur. Doğadan yararlanma konusunda yüzyıllarca geride bulunan Batı’nın Doğu’yu geçmesinde bu yaklaşımın önemli rolü olsa gerektir.

Hermetika, aydınlanma ve ışık kaynağı olan Güneş üzerine coşkulu bölümler içerir. Hem Platon’un, hem de Hermetika'nın çevirmeni Floransak Marsilio Ficino, 15. yüzyılda Güneş üzerine yazdığı incelemede adeta putperestçe hayranlığa varan bir üslup kullanmıştı. 16. yüzyılın başlarında bir PolonyalI öğrenci, İtalya’daki gezisi sırasında bu düşüncelerden etkilendi. Ülkesine döndükten sonra Ptolemaios’un astronoftıi sistemi üzerinde çalışmaya başladı. Görevli bulunduğu kilisenin yardımıyla, kilisenin gereksinim duyduğu Paskalya ve öteki yortuların tam günlerinin saptanması gibi önemli hesapların yapılmasında kullanılan astronomi gözlem aygıtlarını geliştirmeye koyuldu. Bu genç öğrencinin adı Mikotaj Kopernik’ti.

BİLİMSEL DEVRİM.


Kopernik.


1543’te, hasta yatağında yatan Kopernik, büyük çalışmasının müsveddelerini okumayı henüz bitirmişti. Kitabının yayımlanmasından hemen sonra da öldü. Onun De revolutionibus orbium coelestium (Göksel Kürelerin Dönüşleri Üzerine) adlı bu yapıtı öyle bir devrim başlattı ki, bu devrimin sonuçlan, insanlık tarihindeki bütün düşünsel olguların yol açtığı sonuçlardan daha büyük oldu. Bilimsel devrim insanlığın yaşam koşullarını ve düşünce biçimini köklü biçimde değiştirdi. Bunun etkileri günümüzde de sürmektedir.

Bütün bunların başlangıcı Kopernik’in evrenin merkezine Yer’i değil Güneş’i yerleştirmesidir. Bu düşüncesini doğrulamak için Hermes Trismegistos’a atıfta bulunmaktaysa da, Kopernik’in yaptığı felsefe değil, gözleme ve matematiğe dayalı astronomi çalışmasıydı. Kopernik tek vuruşta kaostaki karmaşıklığı zarif bir yalınlığa indirgeyivermişti. Gezegenlerin görünürdeki ileri-geri hareketlerini Ptolemaios sistemine yerleştirmek olağanüstü beceri gerektirirken, artık Yer’in yörünge hareketini gezegenlerin hareketine eklemek ya da çıkarmakla sorun kolayca çözülebiliyordu. Kopernik, Merkür ve Venüs’ün hiçbir zaman Güneş’e karşıt yönde görülemeyişini, bunların yörüngelerinin Güneş’e Yer’inkinden daha yakın olmasıyla açıklıyordu. Gezegenleri, hızlarını göz önüne alarak Güneş’ten uzaklıklarına göre sıralayan Kopernik, Ptolemaios’un göremediğini görmüş, yeni bir sistem kurmuştu. Bu sistem yalınlık, tutarlılık ve estetik niteliklerinden ötürü en yüce sanatçının Tanrı olduğuna kuşku bırakmıyordu.

Kopernik, Ptolemaios sisteminin tüm sorunlarını çözmeyi başaramamıştı. Onun kimi geometrik kural ve kabullerini olduğu kadar, Aristoteles’in kristal kürelerini de sisteminde korumuştu. Dolayısıyla bu sistemde oldukça düşündürücü çelişkilere rastlanıyordu. Örneğin, Yer’i taşıyan kristal küre neden Güneş’in çevresinde dolanıyordu? Yer, ekseni çevresinde, yüzeyindeki nesneleri, insanlar da içinde olmak üzere uzaya fırlatmadan nasıl dönüyordu?

Kopernik’in görüşlerini kabul etmek, Aristotelesçi toplumsal ve siyasal konumların ve ilahiyatçı hiyerarşinin yok olmasını gerektirmekteydi. Kopernik’ten sonraki bir buçuk yüzyıl içinde iki bilimsel hareket gelişti. Bunlardan biri eleştirel, öbürü ise bireşimsel nitelikliydi.

Tycho Brahe, Kepler, Galilei.


Eleştirel gelenek Kopernik’le başlamıştı. Tycho Brahe Yer’in hareketsiz olduğuna inanıyordu, ama yıldız ve gezegenlerin konumlarını en duyarlı biçimde ölçebilmişti. Kopernik, Aristotelesçi kristal küreler düşüncesini terk ederek bütün gezegenlerin Güneş’in çevresinde dolandıklarına Tycho’yu inandırabilmişti. Tycho da 1570’te ortaya çıkan kuyrukluyıldızın, Ay’ın kristal küresinin ötesinde olduğunu saptayınca, Aristoteles öğretisinden kuşkulanmaya başlamıştı. Ama en ciddi darbe, teleskopun bulunuşundan sonra Galilei’den geldi. Ay’da dağların, Güneş’te ise lekelerin bulunduğu, Jüpiter’in uyduları olduğunu açıklayan Galilei, Samanyolu’nun pek çok yıldızdan oluştuğunu da belirledi.

Galilei’nin teleskopuyla yaptığı araştırmaları Almanya’da Johannes Kepler kuramsal olarak yürütüyordu. Tycho’nun duyarlı ölçümlerine dayanan Kepler, Mars’ın (dolayısıyla öbür gezegenlerin de) Güneş çevresindeki yörüngesinin çember değil, odaklarından birinde Güneş’in bulunduğu bir elips olduğunu saptamıştı.
Galilei, Yer’in Güneş ve kendi ekseni çevresindeki dönüşü sorununu mantıksal çözümleme yoluyla ele aldı. Cisimlerin Yer’in yüzeyinden fırlamamaları, gerçekte çok yavaş hareket etmekte oluşlanndandı. Bir kulenin tepesinden bırakılan cisimlerin kulenin tam dibine düşmesi, kuleyle cisimlerin Yer’in dönme hareketini paylaşması yüzündendi. Kepler’in elipslerinden bilgisi olmayan Galilei, bir kez harekete geçirilmiş olan gezegenlerin sürekli olarak dairesel hareket yapacağını savunuyordu.

William Gilbert’in 1600’de Yer’in dev bir mıknatıs olduğunu bulmasından sonra Kepler bu düşünceye dört elle sarıldı. Güneş’ ten yayılan magnetik bir kuvvetin gezegenleri yörüngelerinde tuttuğunu ileri sürdü.

17. yüzyılın ilk çeyreğinin sonlarında Aristotelesçi yaklaşım geçerliliğini yitirmeye başlamıştı, ama onun yerini dolduracak doyurucu bir sistem ortaya konamamıştı. Rene Descartes’ın sisteminin başarısı, temelde, böyle bir boşluğun varlığına bağlanabilir. Descartes, doğal süreçlerin madde ve harekete dayanan mekanik modelleri yardımıyla her şeyin açıklanabileceği kanısındaydı. Bu görüşten yola çıkarak Kopernik’in temel sorunlarına el attı. Bir kez harekete geçirilen cisimler, bir başka cismin etkisi söz konusu olmadıkça bir doğru boyunca hareket ederlerdi. Hareketteki bütün değişikliklerin nedeni bu etkilerdi. Gezegenler de, bütün uzayı dolduran çok seyrek bir maddenin (esir) burgaçlarıyla süpürüldükleri için Güneş’in çevresinde dolanıyorlardı. Bütün olaylar için benzer modeller kurulabilirdi. Voltaire’in daha sonra belirtmiş olduğu gibi, Descartes’ın evreni, yaratılışta kurulmuş ve sonsuza değin çalışacak bir saat gibiydi.
kaynak: Ana Britannica
SİLENTİUM EST AURUM