Arama

Hikayeler ve Öyküler -2- - Tek Mesaj #32

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
16 Aralık 2006       Mesaj #32
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Yıldızlara sevdalı çocuk ve sevgi perisi 1

Bahardı.. İnce bir nisan yağmuru çiseliyordu. Ninemin ölümünden
sonra köye ilk gelişimdi bu. 50- 60 hanelik bu yoksul köyün, havası - suyu
gibi, insanları da temizdi. Çoğu evlerin duvarları kerpıc, beyaza boyanmış ya
da özensiz kaba taşlardan yapılmıştı. Bazılarının önlerinde küçük bostanları,
harman yerleri vardı. Bu evlerin damları toprakla örtülü, oldukça bakımsız
yapılardı.


Köyün etrafı onlarca söğüt, kavak, ceviz gibi ağaçlarla
çevrelenmişti. Bu köy; sırtını dayadığı dağlarıyla, çayırlarıyla, tarlalarıyla,
yaylalarıyla, rengarenk çiçekleriyle, benim gözümde eşsiz bir yerdi.Ama şimdi
ninemsiz köyüm bana; tatsız - tuzsuz, renksiz, ışıksız, kapkaranlıktı.Hele
geceleri....... Sanki gökyüzü aşağılara inmiş, o parlak yıldızlardan eser
kalmamıştı. Ninemin ölümüne bir türlü inanmak istemiyordum. Onun öldüğü
gerçeğini kabullenmek, kendimi buna zor da olsa inandırmak için mezarına
gittim. Ona kırlardan topladığım renk renk çiçeklerden götürdüm. Beni
duyacakmış gibi seslendim: ''Nineciğim!Huzur içinde uyu. Mor dağlardan esen
kekik kokulu rüzgar, ruhuna sükunet getirsin. Sana bütün özlemimi, sevgimi
getirdim. Bir tek isteğim var senden, benim sevgimi kabul et!" dedim.
Ninemi çok özlemiştim.Çocukluk ve ilk gençlik yıllarıma ait anılarımı
hatırladım.Gözlerim doldu. Bir yumruk geldi, tıkandı boğazıma. Daha fazla
konuşamadım. Anlatacağım ne çok şey vardı oysa! Yaşama dair, ölüme, sevgiye ve
özleme dair anlatacaklarım vardı... Sonra mezarının başına oturup, uzun uzun
düşünürken, daldım gittim. Öylesine dalmışım ki, ninemle, sağlığındaki gibi
konuştuk. Sanki birbirimizi görüyorduk, dokunuyorduk, hissediyorduk ve
duyuyorduk.

Bu, sıradan bir konuşma değildi, bir itiraftı. Yıllar boyu hiç
kimseye açamadığım dertlerimin, üzüntü ve sıkıntılarımın, özlemlerimin dile
getirilişiydi. Konuştukça açılıyor, kendime geliyordum. Sanki yeniden
yaşıyormuş gibi duygu ile doluyordum. Bütün gün böylece akıp gitmişti.. Ne
kadar zaman sonra eve geldim, bilmiyorum.
O gece sürekli yağmur yağdı. Bütün gece yatağımda gök gürültüsünü
dinledim. Şimşekler ardarda çakıyor, odanın içi gündüz gibi aydınlanıyordu.
Dışarıda müthiş bir fırtına vardı. Yatağımda; gök gürültülerini, yağmurun
camlara vuran iniltilerini dinleyip, şimşeklerin aydınlığını izlerken,
yastığımı ıslatan yaşları, neden sonra farkedebildim. Bütün gece çocukluğumu ve
ninemi düşündüm.Bu düşüncelerle uzun bir zaman boğuştuktan sonra, sabaha karşı
uykuya dalabildim.

O gece rüyamda ninemi gördüm.Şırıl şırıl suların aktığı vadide,
pırıl pırıl bakışlarıyla karşıma çıkıverdi. ''Nineciğim, nineciğim! Ölmedin,
yaşıyorsun değil mi?'' dedim. "Burdayım yavrum. Bak karşındayım işte." Dedi.
Birbirimize özlemle sarıldık.Saçlarımı okşadı, beni öpüp kokladı. Büyüklüğünü
yüreğime sığdıramadığım bir mutluluğu ve acıyı bir arada yaşıyordum. Onun
kolları arasında bütün acılara göğüs gerebilir, bütün zorluklara
dayanabilirdim. Ona sarılmak bu kadar mı güzel olur ya rabbim, bu kadar mı haz
verir insana! Bir özlem, bir sevgi bu kadar mı büyür insanın yüreğinde!...
Sonra nasıl oldu bilmiyorum, birden yitirdim onu.
Sabahleyin, her yanımda sızılarla ve ninemi yeniden yitirmenin
acısıyla uyandım. Bitkin durumdaydım. Başım zonkluyor, kulaklarım uğulduyordu.
Dışarıya çıkıp çevreme bakındım. Güneş çoktan doğmuş, yükselmeye başlamıştı
bile. Her yer eskiden olduğu gibiydi aslında. Hiç bir değişiklik, başkalık
yoktu, terkedilmiş ve yıkılmış evlerin dışında. Doğa ve hava öylesine güzeldi
ki! Ama içimin burukluğundan, bu güzelliklerin keyfini çıkaramıyordum.
Karmaşık duygular içersinde bir süre ne yapacağımı bilemedim. Sonra bir çöküntü
içinde dağlara doğru yürüdüm. Köyün yollarını çevreleyen akasya ve kavak
ağaçları, nazlı nazlı sallanıp, yapraklarını efil efil oynatıyorlardı. Kırlara
yayılmış koyunlar ve kuzular, uzaktan, bembeyaz pamuk tarlaları gibi
görünüyordu.

İnsan, bazen mutlu, bazen mutsuz yaşamında geçirdiği her evreyi,
yeniden yeniden yaşar. Bunlar, eskiyen silik fotoğraflar gibidir. Renkleri
solsa da, yırtılıp paralansa da; bakarsınız ki, o eskimiş dediğiniz zaman
dilimleri, zihninizde tüm renkleriyle birden canlanıvermiş. İşte bana da böyle
oldu.

Ninem her akşam bana, bazı hayvanlarla, daha çok kuşlarla, cinlerle,
perilerle ilgili masallar, efsaneler anlatır, şiirler, destanlar okurdu.
Kulağımı okşayan sözcüklerle sesi öylesine bir gizemliliğe bürünür,öylesine
etkili olurdu ki; bir şarkı söylüyormuş gibi, saatlerce gözlerimi kırpmadan
dinlerdim. Onu dinlemeye hiç bir zaman doyamaz, yeniden yeniden anlatmasını
isterdim. Çoğu zaman beni kırmayıp yeniden anlatırdı. Öyle tatlı bir anlatışı
vardı ki, sanki ağzından bal damlardı. Sıradan bir konuyu bile inanılmaz tat ve
güzellikte anlatırdı.
Hele uzak yerlerden, kıtalardan, ülkelerden, şehirlerden
konuşurken..... Avrupa, Asya, Afrika, Amerika'dan söz ederken; adeta nefesimi
tutarak dinler, bilgisine hayran kalır ve dünyanın bu denli büyüklüğüne, çocuk
aklımla şaşar kalırdım. Bana göre dünya; etrafını yüksek dağların çevrelediği,
her yanında buz gibi suların aktığı Caferli Köyü ve ona komşu birkaç köyden
ibaretti çünkü. Hele eşsiz bir güzellikle anlattığı efsaneler, masallar ruhuma
işlerdi.

Çoğu geceler ninemle gökyüzünde pırıl pırıl parlayan yıldızların
altında yatardık. Etraftan hoş kokular gelirdi. Aka suların coşkun sesi,
dünyanın en hoş nağmesiydi sanki. Yıldızlar değişik renklerde yanar sönerdi.
Sonra "O yıldız senin, bu yıldız benim!" diye ninemle yarışır dururduk. En
parlaklarını kendime alırdım tabi. "Keşke o zamanlar dünyanın bütün
yıldızlarını nineme bağışlasaydım." diye düşündüğüm çok olmuştur. Gökyüzü o
kadar esrarlı olurdu ki, samanyolunu mekan tutmak, gökyüzünün çocuğu olup
yıldızlarla arkadaş olmak isterdim. Mehtabı seyrederken ne kadar mutlu olurdum!
Her gece, ninemin anlattığı masalların etkisiyle olsa gerek, güzel düşler
görürdüm. Düşümde; gökler hep mavi, bulutlar hep bembeyaz olurdu. Gökyüzü kat
kat açılırdı. Ben de onun maviliklerinde kuşlar gibi uçardım. Öyle hafif
olurdum ki! Heyecandan, kalbim sanki vücudumun dışında çarpardı. Hemen her gece
, uçardım. Sabahları masmavi göklerin altında uyandığımda, bir kuş kadar hafif
hissederdim kendimi.

Çocukluk çağlarımda nasıl da mutluydum. Ninemin ardında kırlarda
koşarken; kuşlar kadar özgür, kuşlar kadar sevinçliydim..... O köyün
kırlarında, büyük bir sevinçle toplayıp kokladığım çiçekler, ne yazık ki bir
gün kuruyuverdi. Oysa, ben onları toplarken yağmur yağıyordu. Ardında ninemin o
güzel sesiyle, ninnilerini dinlemiştim. Yaşadıkça o çiçekleri saklayıp koklamak
istedim... Olmadı... Üzüldüm... Şimdi ise, kar yağıyor o anıların üstüne.
Anılarla birlikte yüreğime. Sanmayın ki kırgınım ve de mutsuz. Hayır! Çünkü
çocukluğum hala orada duruyor. Sevgim hala o köyün dağlarında nar çiceği, kır
çiçeği, gül kurusu, eşkin ve kekik kokusu olarak yaşıyor. Çocukluğum bana;
bazen toprak kokusu, bazen dağ, bazen serin bir pınar, bazen de, masmavi
gökyüzüdür. Uzak, çok renkli, çocuksu güzel düşlerdi bunlar. Küçük ve sıradan,
ama anlamı büyük, saf ve lekesiz bir yüreğin kurduğu; sevgilerin, özlemlerin
çoğalttığı düşler... Gördüğüm her nazlı çiçek, duyduğum her güzel söz, hala
bana o güzel günleri ve ninemi çağrıştırır...

Belki de düşler; bir çocuğun hayatında, izdüşümlerin sunduğu
güzelliklerdir.Çocuğun yaşamına açılan umut pencereleridir... O uzak kalmış,
gidilmemiş, terkedilmiş yıkıntılar arasında gizlenmiş umut pencereleri. Orada
ne bir düşbaz, ne de bir dost vardır artık.Düşman bile yok... Yalnızca
uzaklarda, tadına doyulmayan ve de dokunulmayan yaban çilekleri, alıçlar,
keklik yumurtaları ve çarşıt göbekleri var...
Keşke herkes, düşlerinde hasretini büyüttüğü bir yerlerde
yaşayabilseydi, yaşasaydı... Ya da yaşam, düşler gibi olsaydı . Dikenlerin,
taşların, zakkumların doldurduğu bahçelerde, yediveren gülleri açsaydı! Yabani
bitkilerin doldurduğu tarlaları, keşke altın sarısı başak başak ekinler
doldursaydı...

Düşleri elinden alınmış, sevdiklerinden uzaklaştırılmış, yalnızlığa
itilmiş bir çocuk, hangi duvara yaslanabilir ve kendi içinde ne kadar
gizlenebilir ki!... Düşler, yaşam mavisinin o güzel güneşi değil mi? Düşler
bittiğinde güneş batmaz, umutlar tükenmez mi?...


Yıldızlara sevdalı çocuk ve sevgi perisi 2

Ninem, anlatılmaz bir azim, sabır ve inat sahibiydi. Daima güler yüzlüydü.Çok güzel olan yüzünde ışıldayan gözlerinin bir defa olsun ne bana, ne de bir çocuğa kötü baktığını, kaşlarının çatıldığını hatırlamıyorum. Sesinde daima bir güven, yumuşaklık ve şefkat vardı. Kendini iyiliklere, güzelliklere
adamış fedakar bir insandı. Sanki bütün öksüzlerin, zayıfların, korumasızların barınağı; annesizlerin, sevgiye özlem duyanların sevgi perisiydi. Herkese
karşı duyarlı, sevecen, içten ve dostça davranırdı. Evimize gelen misafirlerleo tatlı diliyle sohbet ederken, bir yandan da misafirleri ağırlar; sofraların
biri kalkar, bir yenisi kurulurdu. Haramdan, yalandan, riyadan, iftiradan çok korkardı. Hep insanların iyiliğine çalışırdı. İnsan olarak iyiliklere, güzelliklere katkı yapması gereken ne varsa, yerine getirirdi. Hele bir dua edişi vardı ki, onu hep bir gökkuşağı hayranlığıyla dinlerdim.


Tanrısından; çocuklarını, yetimleri, düşkünleri korumasını dilerdi. Ninemin tanrısını ben de çok sevmiştim. Rikkatini, şefkatini, yüce gönüllülüğünü ve üstünlüğünü anlayacak kadar büyümemiştim henüz.
''Her şey ol ama zavallılara karşı zalim olma.Merhamet, insanı insan eden değerlerin en yücesidir''.derdi Düşkünlere karşı daima yumuşak ve tatlı dilliydi. Kendisini incitseler dahi, o kimseyi incitmezdi, kimseyi hakir ve hor görmezdi. Elinden geldiği kadar çaresize, yardıma muhtaç olana yardımcı olur, ama kimseden yardım beklemezdi. Durmadan nasihatler eder, büyük bir insan gibi
beni karşısına alır, saatlerce bıkmadan konuşurdu. Kadın-erkek, yaşlı-genç, büyük- küçük herkesin neden ona karşı son derece saygılı olduğunu, o
yıllardaki çocuk aklımla çözemezdim. Onun gücünden, bilgeliğinden korktuklarını sanırdım.

Bana sevgiyi, saygıyı, umudu, başkalarına acımayı, herkese ve her şeye karşı vicdanlı, merhametli, ahlaklı ve adil davranmayı öğretti. Çevremde gördüğüm her şeyi renkli bir nakış gibi ince ince ve usul usul usuma ördü. Yaşamı, hayvanları, bitkileri, insanları sevdirdi bana. Güvenebileceğim biricik insan, dert ortağım, gönül yoldaşım oldu. Yaşama o kadar bağlıydı ki, onun bu
sevgi ve bağlılığı benim de özüme karışıp en zor günlerimde bana güç verdi, ışık oldu, yol gösterdi.

Düşünebiliyor musunuz, bir çocuğun yaşamının sevgi ile dolu olması ne güzeldir! Ne özel ve özenilir bir yaşamdır o ! Yaşamın yelkenlerini sevgi ve
güvenle doldurarak zaman içinde yol almak, tüm dünyayı, tüm insanları sevgi ile algılamak, sevgi ile görmek ne güzeldir. Önyargılardan, kirlerden, kinlerden, düşmanlıklardan uzak, tüm insanları kardeş bilmek...

Bana gösterdiği her davranışın, her hareketin bir anlamı olduğunu bilmezdim o zamanlar. Ama benim üzerimde gittikçe ağırlaşan bir etki yaptığını
hissederdim. Bunun sonucu olarak da herkesten daha çok bağlandım ona. Aramızda bir mekik vardı sanki. Durmadan aramızda gidip gelerek, her defasında bir ilmek daha örerek, beni kendine bağlardı. Güzellik ve iyilik timsali bu kadını, yıllarca nakış nakış içime işledim. Çocukluğumu, gençliğimi, tüm yaşamımı onunla geçirdim. Nereye
gittiysem, gönlümün bir kıyısına oturup benimle birlikte gezdi.....Yıllar sonra sevdiğim bütün insanlar beni birer birer terk etti de, bir tek o terketmedi. En mutlu ya da en zor günlerimde hep yanımda oldu.

Ninemi sık sık bir yerde oturup dalgın gözlerle uzakları izlerken görürdüm. Çok üzgün ve bir o kadar dalgın bir şekilde. Bu çok dokunurdu bana.
Bir gün yine böyle bir durumda yanına yaklaştım.Beni görmemiş gibiydi. Gözlerini bir noktaya dikmiş öylece bakıyordu. Gözyaşlarının süzülüşünü her
gördüğümde duygulanır, gözlerim yaşarır, içim yanardı. Ona acırdım. Boynuna sarıldığımda o da duygulanır, sımsıkı bana sarılırdı.. Ve böylece aramızdaki bağlar her gün biraz daha kuvvetlenirdi.
O gün ona, neden dalıp dalıp gittiğini, neden gözlerinin yaşardığını sordum. "Tanrı, annem beni doğururken acıyı da birlikte vermiş." Dedi. Sonra
oturup uzun uzun hayat hikayesini anlattı: Çanakkale'ye sürgün edilişlerini, çektikleri korkunç yoksulluğu, zeytin toplamalarını, henüz bir haftalık gelin iken ilk kocasının Ruslar'a esir düşüp, kendisinden bir daha haber almadığını, zorunlu olarak dedemle nasıl evlendirildiğini anlattı.Anlatırken, bazı yerlerde gözlerinde iri iri yaşların akmasına dayanamadım.Onunla beraber ben de ağlamaya başladım. O an bana sarılarak; "Tanrı iyi ki, senin gibi zeki, duygulu, temiz bir torun bağışladı bana, yoksa bütün bu acıları çekemezdim.

İnsanın doğup büyüdüğü topraklardan, sevdiklerinden, yöresinden zorla koparılıp sürgün edilmesi ve yabancı yerlerde yaşamaya zorlanması çok acı. Yalnızlık duygusu, insana yapılabilecek en büyük kötülük ve işkence." dedi. "İnsan herşeye katlanabiliyor ama yalnızlığa katlanmak çok zor geliyor. Tam 12 yıl sürgün hayatı yaşadım. " diye devam etti....Çektiği bunca acılara rağmen yüzü
dinç ve aydınlıktı. Öfkelendiği zaman yanakları al al olur, gözleri içten gelen sıcak ve dehşetli bir ışıkla parlardı. Konuşmaları her zaman kendine özgü
biçimde uyumluydu. Sözcükleri, parlak ve renkli bir çiçeğin canlılığıyla belleğimde yer ederdi.

Gençlik yıllarımdı....Askerden dönmüş, arabayla köye doğru hareket ediyorduk. Keskin bir virajdan sonra şöföre, yavaşlaması için ricada bulundum.
Arabanın camını açarak çocukluğumun geçtiği bu yöreleri adeta gözlerimle taramak istiyordum.. Buraların şehirlere göre insanı ferahlatan temiz ve serin bir havası vardı. Her tarafı kekik ve çiçek kokuları sarmış, keklik sesleri doldurmuştu. Karlar eriyor ve dağlardan köylere doğru, çözülmüş su olarak akıyor; toprak, düşen cemrelerle beraber, gökyüzüne buharlar gönderiyordu.
Buranın; hiç bir kir taşımayan, duru ve insanın yüreğini dolduran bir havası vardı.

Büyük kentler hep bana; yığınla insanın, kim için, ne için yaşadığı belli olmayan ya da yaşamın anlamsızlaştığı bir yer gibi gelmiştir. Şehir insanının egsoz dumanıyla, onca beton yığını arasında yaşama nasıl tahammül ettiğine hep şaşmışımdır.Hala da şaşıyorum..

Köye yaklaştıkça heyecanım daha da artıyordu. Hayatta en çok sevdiğim varlığa biraz sonra kavuşacaktım. Kalbim heyecanla çarpıyor, içim
içime sığmıyordu. Nihayet o şefkat dolu, duygulu sesini duyabilecektim. O sesle içimdeki özlem ateşi dinecek, yüzünü, ellerini öpüp, mümkün olsa hiç ayrılmamak üzere boynuna sarılacaktım. Allahım benim için ne büyük mutluluktu bu.
Geleceğimi haber alıp beni karşılamaya gelen ninemle derin bir özlem ve sevgiyle kucaklaştım. O da beni aynı sevgiyle kucaklayıp öpüp bağrına bastı. ''
Gözlerim yollarda kalmıştı, nihayet geldin. Şükür kavuşturana!" dedi. Ninemin halsiz ve bir zamanlar kırmızı elma yanaklarının şimdi solgun olduğunu
farkettim. Gözleri sağanak olmuş, yanaklarını ıslatıyordu. Kelimeler dudaklarında kırık dökük, acıyla karışık dökülüyordu. Ayakta durmaya zorlanıyor, iki kişinin yardımıyla ayaklarını sürüyerek yürüyordu.

Hayatı boyunca yetimlere, hastalara, yoksullara hizmet eden, onların acılarını duyarak yardımına koşan ve yürürken ayaklarının altında yer titreyen bu kutsal kadın; şimdi yardımsız yürüyemiyordu ve başkalarına muhtaçtı. Artık ayakta durmakta bile zorlanıyordu. Dizleri tutmaz olmuştu. Neredeyse yığılıp kalacaktı.

Sonunda ayrılık zamanı gelip çattı. Hollanda'ya babamın yanına gidip, orada kalacaktım. Ninemden, köyümden ayrılmak bana çok zor geliyordu.
Daha köyden ayrılmadan içime bir acı çökmüştü. O bunu farkettiğinde ''Üzülme! Hasretler de güzeldir, ancak hasretin acısını duymamız, onu yenmemiz ve içimize sindirmemiz gerek.'' demişti. Kimsesizliği ancak ninemden ayrıldıktan sonra öğrendim. Ninemle vedalaştım, eliyle gözyaşlarını silerken yüreğim sızladı. Dönüp baktığımda el salladığını gördüm. Ben de el salladım.
Çocukluğumun ve yaşamımın en güzel günlerini, burada beraber geçirdiğim bu kadına, bir kez daha sevgiyle baktım. Onu bırakıp Hollanda'ya geldiğimde, bir parçam o yerde, onunla birlikte kaldı hep. Yürek nasıl bölünürmüş, insanın yarısı nasıl geride kalırmış, asıl o zaman öğrendim. Bu köyün her bir kıvrımını, her bir tepesini, taşını, toprağını, suyunu gözlerimle öper gibi özlemle taradım. "Elveda!"
dedim. "Güzel köyüm, sevgili ninem, kardeşlerim, annem, arkadaşlarım, dostlarım! Elveda!"

Ölümünden iki gün önce son bir mektup yazıp göndermişti bana:''Oğlum, bir tanem! Beni bırakıp gitmeyi hiç istemedin sen. Saçlarını, tenini gül
kokularıyla yıkayıp gezmelere götürdüğüm günleri çok özlüyorum.Hiç ayrılmazdın yanımdan. Arkadaşlarınla oynamaz, yanımda otururdun. Bilinmeyen dünyalardan
masallar, efsaneler anlatmamı isterdin. Her defasında ben de seni kıramaz, anlatırdım. Bunların çoğunu gönlün kalmasın diye, ben uydurup anlattım. Sanki,
benim uydurduklarım değilmiş gibi, sonra kendim de inanırdım bunlara. Ah ne güzel günlerdi o günler! Bilsen seni ne kadar çok özlüyorum. Mecbur olmasaydın yine gitmezdin, biliyorum. Sen beni bırakmak istemezsin ama ben seni bu dünyada bırakıp gideceğim bi-tanem. Ölüm, herkes için alınyazısıdır. Her doğan ölecektir. İnsan dünyaya kimsesiz gelir, yine kimsesiz gider. Hastaların,
yaşlıların ayıklanması gerek ki, yeni nesiller gelişsin. İhtiyarlamış bir ağacın ana kütüğünü keserler ki, yanlarından çıkan sürgünler boy versin. Ölüm
insanlığın budanmasıdır. Zamanın elinde her şey eskir ya da değişir, her canlı ölür ve yitip gider. Önemli olan bu dünyada insanın insan gibi yaşaması ve yaşadıkça alnının açık, başının dik durmasıdır. Biliyorum, ölümüme en çok sen yanacaksın ama üzülme, ben daima seninle beraber olacağım. Sen yaşamının baharındasın henüz, önünde daha kocaman bir ömür var. Gençlik, umut ve heyecan doludur, sen yaşam kitabının daha ilk sayfasındasın. Biliyorum ki, için bütün kötülüklerden uzak nadide bir çiçek bahçesi gibidir. Açılacak daha binlerce gül goncası vardır sende. Senin de acılarla, istemediğin olaylarla tanışacağın, karşılaşacağın zamanların olacaktır. Acılara da katlanmasını bileceksin. Tanrı kuluna ne vermiş de, kul katlanmamış!. İnsan gençken bunları pek aklına getirmez ,biliyorum...

Mektubumu Şeyh Edebali'den bir kaç sözle noktalıyorum. ''Bir baş ol ki oğul, dimdik durasın, çiğnenip ezilmeyesin. Bir göz ol ki oğul, iyiliği
göresin, peşinden yürüyesin. Bir dil ol ki oğul, zehire bal süresin. Bir el ol ki oğul, yoksulları giydiresin. Bir yürek ol ki oğul, her zaman hak diyesin. Ayak olursan oğul, karınca ezmeyesin. Vakit kıymetli oğul, sakın boş gezmeyesin''

Munzur Dağı'nın eteğinde olan bu köy; yazın buz gibi soğuk suları, pınarları, ırmakları, çağlayanları ve geçit vermeyen dorukları, kötülüklerden uzak, sevgi, saygı dolu insanları ile bir cennet köşesi gibiydi. Özenle bakılması gerekirken, köyümün kimsesizliğine, yoksul bırakılmışlığına hayıflandım içimden.

Sonra düşündüm:Köyden her ayrılışımda ninem beni gediğin son dönemecine kadar getirir, orada el sallayıp yaşlı gözlerle beni yolcu ederdi. Son ayrılışımda gelmedi, içime tarifsiz bir keder çöktü. Bu köyde ninemle olmaya öyle alışmıştım ki, onsuz kendimi yapayalnız ve emniyetsiz hissediyordum. Oysa köyün bütün insanları, çocukları oradaydı. Beni uğurlamak için gelmişlerdi. İnekler böğürüyor, danalar zıplıyor, koyunlar, kuzular, keçiler meleşip duruyordu. Ama ben bağrımda, hiç kimsenin bilmediği ve içimin derinliklerinde tutuşan bir ateşin acısıyla ayrılıyordum oradan.




SEVGİNİN RENGİ

Ne zaman “bayram” dense
Gizli bir körük yelpazelenir yaram üstünde
Tozu gözümü yakar, közü yüreğimi
Bir yerde sevgiler ağlar benimle


Küçücük bir çocuktum o zamanlar. Yedi veya sekiz yaşlarinda. Kokusuna doyamadigim, sicakligini doyasiya içime sindiremedigim annemi kaybetmiştim. Saçimi okşayacak bir anam yoktu artik. Ne de sirtimi örtecek şefkatli bir el. Amansiz bir hastalik dediler adina, çocuk aklim ermedi. Çocuk aklim ermedi anayi yavrusundan ayiran, eti tirnagindan söken, sevgileri linç eden, adina “ölüm” denen bu “göç” ü. Geceler benimle ağladı sessiz sessiz günlerce... Sabahlar benimle...
Bulutlarda yüzü şekilleniyordu sanki anamın gökyüzünde, her özlediğimde baktığım. Yağmur yağmur iniyordu elleri yüzüme okşarcasına. Yağmurun elleri anam kadar sıcaktı... Bir okadar soğuktum ben, bir okadar ürkek, bir okadar masum ve korunmaya muhtaç.
Bulutlar ve ben hep ayni yerdeyiz hala. Özlemlerin vuslatında.
Bulutlarda bir resim.
Elimden tutuşunu hatirliyorum bir gün babamin,”Hadi gel” deyişini.”Köye gidiyoruz, ninenler bizi bekliyor, seni oraya birakacagim” Küçücük yüregimden taşan acilarimla son bir kez daha bakip odama selamliyorum bulutlari.
Yeşilin her tonu, göz alabildigince, sözleşmişçesine, burada toplanmişti sanki. Adini bilmedigim dünya kadar böcek ve kuş. Gökkuşagi bir hali gibi serilmişti çiçek çiçek... Topragin sesi yükseliyordu çiplak ayaklarimin altinda. Mutluydum...
Bulutlar ve ben hep ayni yerdeyiz hala...
Yaşamimi renklendiren analiyi kuzuyu orda tanidim işte, adini Berfin koydugum. Küçücüktü. Simsiyah gözleri, ağzı ve kulaklarıyla bir sevgi yumağıydı sanki. İçimdeki boşluğu dolduruvermişti bir anda. Hissetmiş miydi ne öksüzlüğümü? Ne zaman dalıp gitsem dünlere, bitiveriyordu yanı başımda binbir türlü oyunlarla. “Al bu kuzu senin olsun, istediğin gibi bak ona” dediler. Dünyalar benim olmuştu sanki. Bir kuzum vardı artık. Yalnız değildim. Ben, kuzum ve de anası...
Sonradan Serfin’ de katıldı aramıza. Serfin: evimizin haşarı bir o kadar da sevimli köpeği.
Artık, Serfin ve Berfin’in bakımları bana aitti. Bu sorumluluk altında her sabah erkenden kalkıyor ellerimle onları doyuruyordum. Ne güzeldi Berfin’in annesinin peşinden koşması! Annesiyle oyunlar oynaması ne güzeldi! Ama, ne yazık ki uzun sürmedi bu “analı kuzu” mutluluğu. Bir eve bir öksüz yetmezmiş gibi acı bir haber dağlayıverdi yeni baştan çocuk yüreğimi. Kuzucuğumun anası yediği bir ottan zehirlenerek ölmüştü.
Ölüm bir kez daha çöreklenmişti kapimiza.
Kuzucuğum öksüz kalmıştı. Daha bir sıkı sarıldım sanki bu olaydan sonra Berfin’e. Ona yalnızlığını unutturmam lazımdı. Öksüzlüğünü... Serfin olayların farkında gibiydi. Ya da bana öyle geliyordu. Ne zaman melemeye başlasa Berfin, hemen onun yanına gidiyor bir şeyler yapıp onu neşelendiriyordu.
Aradan ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Biz üçümüz üç dost, üç kardeş, üç sirdaş gibiydik. Biraz geç uyansam ikisi birden kapimda bitiveriyordu.
Yemyeşil kirlar bizimdi uçsuz bucaksiz.
Bir de bulutlar vardı
Mavi bulutlar
Beyaz bulutlar
Bulutlarda şekiller vardi
Bulutlarda iki resim
Yağmur daha çok yağıyordu sanki
Bulutlar ve ben ayni yerdeyiz hala
Bulutlar ve kuzum da ayni
Bir tatlı koşuşturmaca başladı gülerden bir gün evin içinde. Bir telaş. Çarşı pazar alışverişleri. “Hadi sana bayramlık alalım” dedi ninem. Hep beraber kasabaya inip bir şeyler aldik. Çiçekli basma entarim ve kirmizi ayakkabilarim çok güzeldi. Kirmizi kurdele de isterim diye tutturdum. Berfin’e, Serfin’e ve bana. Kırmadılar. Aldılar. “Birazda kına alalım” dedi ninem. “Ellerine yakarız. Berfin’i de kınalarız” Sevindim.
Çarşi kalabalikti. Hiç bu kadar insani bir arada görmemiştim. Meydanlar koyun, kuzu ve danalarla doluydu. Şimdiden kinalamişti hepsi. Bir anlam veremedim. Çocuk yüregimin coşkusuyla yarinin heyecani sarivermişti içimi. Yarin bayramdi... Kurban bayrami...
Ne zaman “bayram” dense
Gizli bir körük yelpazelenir yaram üstünde
Tozu gözümü yakar, közü yüreğimi.
Bir yerde sevgiler ağlar benimle.
Kınalar yakıldı ellerime. Berfin’in başina kınalar yakıldı o gece.
Anlayamadığım bir fısıltı vardı evin içinde. Sanki duymamı istemiyorlarmış gibi gizli gizli konuşmalar. Berfin ve Serfin çoktan uyumuştu. Ben de uyumalıyım. Yarının heyecanı daha şimdiden sarmıştı içimi. Ayakkabılarımı sildim, ninemin kınalı ellerimi bağladığı bezlerle, parlattım. Bir daha sildim. Şimdi daha parlak olmuştu. Elbisemi kapının arkasına astım. Gözümün önünde dursun diye. Uyandıkça bakarım. Üç tane de kırmızı kurdele duruyordu başucumda. Biri benim için, biri kuzucuğuma biri köpeğime bağlayacağım.
Kınalı ellerimin kokusu karıştı bahar kokulu odama. Gece bir başka güzeldi sanki. Perdemi araladım, bulutlar yıldızlara bırakmıştı gökyüzünü. Göz kırptı biri, diğeri yer değiştirdi... Kaydı gitti... Tutamadım...
Boğuk bir ulumayla uyandım. Köpeğim, kapımın önünde havlıyordu. Önce ellerimin bağını çözdüm kurumuş kınaları topladım. Kapıyı açar açmaz yatağıma atladı Serfin. Eteğimi tutup bir yerlere götürmek istercesine gözlerimin içine baktı. Acı çektiği her halinden belliydi. Daha yataktan kalkmamıştım ki kuzucuğumun acı meleyişini duydum. Birden bahçeye attım kendimi. Kınalı kuzumun gözleri bağlıydı ve sürüklenircesine bir ağacın altına yatırılıyordu. Kocaman bir çukur açılmıştı yanı başında.
Ninemin sesi duyuldu. “Berfin’i kurban ediyoruz. Sana başka bir kuzu daha alırız sonra. Bugün kurban bayramı”

Toprak kaydı ayaklarımın altından
Bulutlar kaydı ayaklarımın altına
Sesler çığlıklara karıştı
Kızıla döndü yeşil
Ellerimdeki kına sızladı
Kapının arkasındaki basma entarim
Çaresizliğim büyüdü kocaman çocuk gözlerimde
Hiç bir şey yapamamanın acizliğiyle yandım
Gök yere indi gürültüsüyle
Şimşek şimşek
Başimi sokup yorganın altına
Yitip giden sevgilere ağladım...

Ne zaman “bayram” dense
Gizli bir körük yelpazelenir yaram üstünde
Tozu gözümü yakar, közü yüreğimi.
Bir yerde sevgiler ağlar benimle.


Bulutlar ve ben hep ayni yerdeyiz hala
Bulutlarda üç resim

Haykırabilseydim nefreti
Haykırabilseydim sevgiyi
Yapamadım.
Kara bir bulut gibi çöreklendi o bayram sabahı küçücük yüreğime.
Kimse anlamadı.
Kimseye anlatamadım
Bayramları neden sevmediğimi.


Yaşamın Yankısında Sevgiyi Paylaşmak

Merhaba!


Siz, siz olun insani değerlerinizi öldürmeyin! Ağlamaksa ağlamak, gülmekse gülmek, hüzünlenmekse hüzünlenmek, sevmekse sevmek. İnsan bir makina değil, duygusuyla, merhametiyle, sevgisiyle insandır.

Ve nitekim yaşamak. Tek bir dokunuşta, bir bakışta gizli, hissetmekle kalan sahici değerler... Yapay değerlerimizde büyüttüğümüz, her şeyi lükste,parada, maddiyatta aramanın, hırsın, bencilliğin, çürümüşlüğün gerçek değeri ne olaki.

Hayatımıza o kadar çok karmaşa ve ucuz değerler girdiki, her gün biraz daha kaos, biraz daha karmaşa içinde yaşamın farkına varmadan kaybolup gidiyoruz. O kadar çok acele yaşıyoruzki hayatı. Bir tabloya bakarken yada bir şiiri okurken bile neyi anlattığını, üzerinde durup düşünmeye fırsat bulamıyoruz.

O kadar çok sevgi varki yarım kalan, bu acelecilikten sevgileri bile yaşayamıyoruz, paylaşamıyoruz. Dostluklar bile sahte ve çıkar ilişkilerinden öteye geçmiyor. Farkında mısınız? ne kadar çok özlüyoruz doğal dostlukları ve sevgileri.

Peki biz gerçekten dost olabiliyor muyuz insanlara, çıkarsız sevebiliyor muyuz insanları?

Neden hep yalnızlığı seçiyoruz çoğunlukla, neden hep boğulduğumuzu sanıp kaçıyoruz insanlardan? Bu acelecilik bu korku bu kaçış niye? Sevgileri gerçek dostlukları öldürmüyor muyuz hep beraber, sevgilerimizi de öldürecek kadar sevgi katili olmuyor muyuz?

"Bir gün sormuşlar Bektaşi erenlerinden birine:"Sevginin sadece sözünü edenlerle, onu yaşayanlar arasında ne fark vardır? "diye."Bakın göstereyim" demiş ermiş.

Önce sevgiyi dilden gönüle indirememiş olanları çağırarak onlara bir sofra hazırlamış.Hepsi oturmuşlar yerlerine. Derken tabaklar içinde sıcak çorbalar gelmiş ve arkasından da derviş kaşıkları denilen bir metre boyunda kaşıklar.

Ermiş "Bu kaşıkların ucundan tutup öyle yiyeceksiniz" diye bir de şart koymuş. "Peki" demişler ve içmeye teşebbüs etmişler. Fakat o da ne? Kaşıklar uzun geldiğinden bir türlü döküp saçmadan götüremiyorlar ağızlarına.En sonunda bakmışlar beceremiyorlar,öylece aç kalkmışlar sofradan. Bunun üzerine "Şimdi..." demiş ermiş.

"Sevgiyi gerçekten bilenleri çağıralım yemeğe."Yüzleri aydınlık, gözleri sevgi ile gülümseyen ışıklı insanlar gelmiş oturmuş sofraya bu defa."Buyrun" deyince her biri uzun boylu kaşığını çorbaya daldırıp, karşısındaki kardeşine uzatarak içmişler çorbalarını. Böylece her biri diğerini doyurmuş ve şükrederek kalkmışlar sofradan.

"İşte" demiş ermiş."Kim ki hayat sofrasında yalnız kendini görür ve doymayı düşünürse o aç kalacaktır.Ve kim kardeşini düşünür de doyurursa o da kardeşi tarafından doyurulacaktır şüphesiz.

Şunu da unutmayın:Hayat pazarında alan değil, veren kazançlıdır her zaman..."

Biliyoruzki, düşündüklerimizle yaşantımız arasındaki ilintiler çoğu kez özlenenin, umulanın dışında kalıyor. Toplum olarak da, bireysel olarak da, durmadan bir karamsarlığa bir yılgınlığa doğru sürükleniyoruz. Bunları söylerken edebiyat yaptığımı yada bilgiçlik tasladığımı sanmayın. salt bireycilik, bireysel saplantılar değil bunlar. toplumsal bir yangına dönüşmüş durumda.

Bunları yazarken bir arkadaşımın anlattığı ve yazarının ismini bilmediğim kısa bir öykü geldi aklıma. Hatırladığım kadarıyla öykü şöyleydi.
""Dağlık bir bölgede adam küçük oğluyla yürürken, oğlan ayağını taşa çarpar ve can acısıyla, “Ahhhhh!”diyebağırır. Dağdan, “Ahhhhh!” diye bir ses gelir ve bu sesi duyan çocuk hayret eder. Merakla “Sen kimsin?” diye bağırır ; ama aldığı tek yanıt “Sen kimsin?” olur. Çocuk bu yanıta kızar ve, “Sen bir korkaksın!” diye bağırır.Dağdan aldığı yanıt “Sen bir korkaksın!” dır. Babasına bakar ve “Baba ne oluyor?”diye sorar.

"Oğlum, dikkat et!” diyen baba, vadiye doğru, “Sana hayranım!” diye bağırır.Ses “Sana hayranım!” diye yanıtlar. Baba “Sen harikasın!” diye bağırdığında, bu kez dağdan “Sen harikasın!” yanıtı gelir. Çocuk şaşırmıştır, ama hala ne olduğunu pek anlayamamıştır.

Baba oğluna durumu açıklar: ”Oğlum, insanlar buna yankı derler ama; ama gerçekte YAŞAM’ın kendisidir. Yaşama ne verirsen sana onu yansıtır. Yaşam senin davranışlarının bir aynasıdır. Eğer yaşamında daha çok sevgi istiyorsan, insanları daha çok sev. Eğer sana saygılı davranılmasını istiyorsan insanlara saygılı davran. Eğer başkaları tarafından anlaşılmak istiyorsan, önce başkalarını anlamaya gayret göster. Eğer insanların sana hoşgörülü ve sabırlı davranmasını istiyorsan, önce sen insanlara karşı hoşgörülü ve sabırlı olmalısın.
Oğlum yaşamda ne ekersen onu biçersin. Bu doğa yasası yaşamın her yönü için geçerlidir.”

İnsanların yaşamı tesadüfler sonucu oluşmaz; insanların yaşamı onların davranışlarının yansımasından başka birşey değildir...

Bazen karşımızdakilerin varlığına bile tahammül edemiyoruz, çarpık sağlıksız bir kişiliğe doğru sürükleniyoruz. Salt “Sevmeyi bilmek” başlıklı yazımdan dolayı onlarca tehtit ve küfür maili aldığımı yazsam inanır mısınız?

Ey siz sessiz sevgilerin sessiz ortakları... Bu serin gecenin ıslak damlacıkları bedeninize yayılırken, üşüyüp kaçmak yerine, Yüreğinize sevginin sıcaklığını esir edin... Ve bunu kendinize bahşedilmiş en kutsal ödül sayın. Sevin yalnızca sevin...
Dünyanın en güzel şeyi insanların sevildiğini bilmesidir, daha da güzeli sevebilmesidir,sevmeyi bilmesidir. Sevmek hiç bir zaman çılgınlık değildir. Sevmek insan tarafımızı bulmamızdır. Dünyada sevmeyenlere, sevemeyenlere acımalı. Sevebilen insan kendini ve yaşamı keşfeden insandır, talihli insandır. Duygulu duyarlı ve güzel insandır.
Sevgidir insanı yücelten, insanın yaşamına anlam ve derinlik kazandıran. Sevmeyenler ve sevemeyenler ot gibi yaşayıp, ot gibi gidenlerdir. Ah evet, sevgisiz bir dünyada hala sevmeyi bilen siz duyarlı dostlara selam, bilmeyenlere de bir mesaj iletiyorum bu şekilde...

‘”Dünyayı şairler yada çocuklar yönetse, o zaman dirlik düzenlik olur; çünkü ikisininde yüreği sevgi doludur, ikiside açık yüreklilikle yaklaşır hem beyninin hem yüreğinin sorunlarına” diyen yazara katılmamak mümkün mü?.

Beynimi beynininizin aydınlığına yaslayıp, yüreğimi yüreğinizin sıcaklığına, güzel, yalın yapmacıksız duygularınızdan öpüyorum.

Yaşamı savunma sorumluluğu ve bilinciyle
mutluluklara