Arama

Daniel Day-Lewis - Tek Mesaj #1

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
11 Ocak 2007       Mesaj #1
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Daniel Day-Lewis
29.04.1957 Londra doğumlu, gerçek adı Daniel Michael Blake Day-Lewis olan Daniel Day-Lewis sanatçılarla dolu bir aileden geliyor. Sevenoaks School'da eğitim gören sanatçı, Bristol Old Vic School'da oyunculuk okudu ve ilk olarak "Sunday Bloody Sunday" (1971) filmiyle sinema dünyasına girdi. Bristol Old Vic ve Royal Shakespeare Company tiyatrolarında oyunculuk yaptı ve 1982 yılına kadar bir daha hiç filmlerde oynamadı. "Gandhi"de (1982) rol aldı ancak önemli bir rolde yer aldığı ilk uzun metrajlı film "The Bounty" oldu. "My Beautiful Laundrette" ile "A Room with a View" gibi ilginç, şaşırtıcı yapımlarda izleyiciyi avucunun içine alan performanslar verdi. New York'da aynı gün gösterime giren bu iki film onu eleştirmenlerin favorisi haline getirdi. New York'lu film eleştirmenleri onu "En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu" belirlediler. Philip Kaufman'ın Milan Kundera uyarlaması "The Unbearable Lightness of Being" filminde Juliette Binoche ile başrolleri paylaştı. Jim Sheridan'ın "My Left Foot" filmindeki rolüyle Erkek Oyuncu dalında Akademi Ödülü kazandı. "The Last of the Mohicans" eleştirmenler arasında değilse de, gişede tam bir başarıydı. Birkez daha Sheridan'la birlikte çalıştığı "In the Name of the Father"da birkez daha Akademi Ödülüne aday oldu. "The Boxer" ise birçoklarınca yetersiz bulundu. Arthur Miller'ın McCharty dönemi eleştirisi oyunu "The Crucible"ın film versiyonunda birkez daha parlak bir performans veren Day-Lewis, filmleriyle olduğu kadar aşklarıyla da gündeme geldi. Isabelle Adjani, oyuncu eğitmeni Deya Pichardo ve Arthur Miller’ın aktis olan kızı Rebecca Miller’dan oluşan bir aşk dörtgeninde kararsız kalan Day-Lewis, en son Rebecca Miller’da karar kıldı. İkili şöhretin hengamesinden uzakta sakin bir yaşam için Floransa’ya yerleşse de Scorsese Day-Lewis’i rahat bırakmadı. İyi ki de bırakmadı, çünkü “New York Çeteleri”nde yine müthiş bir performans ortaya koyan Day-Lewis, hem filmi hem de kendi kariyerini yüceltti.
Ad:  danielday_lewis_galeri9.jpg
Gösterim: 327
Boyut:  8.5 KB

“New York Çeteleri”nin çekimleri için Martin Scorsese, Leonardo Di Caprio’yu da yanına alarak Daniel Day-Lewis’i ikna etmek için aktörün o sırada yaşadığı Floransa’ya gittiklerinde, ünlü aktör, satın aldığı küçük bir dükkânda kunduracılık yapıyormuş. Bu yıl Oscar’ın en güçlü adaylarından olan, daha önce de bu ödülü kazanmış ve defalarca önemli ödüllere aday gösterilmiş, başarısı her anlamda tescilli bir aktörün, olgunluk döneminde, şan-şöhret ve de paradan uzakta bir yaşamı tercih etmesi, ilk bakışta biraz tuhaf gözükebilir. Ama Day-Lewis’in oyunculuk kariyeri, daha doğrusu tüm yaşamı, böyle ‘ilk bakışta tuhaf gözüken’ olaylarla bezeli; çünkü o, ortalama bir bakışla algılanamayacak tuhaf ve de sıradışı biri.
Sıradışılığının boyutlarını sayıp dökmemiz pek de mümkün değil, ama fikir vermesi için bir örnek verebiliriz: Çıkış yaptığı film olan “Benim Güzel Çamaşırhanem”in seçmelerinde, yönetmen Stephen Frears, aristokrat bir aileden geldiğini ve kibar yaşam tarzının bu role uymayacağını söyleyince, Frears’a zekâ dolu küfürlerle bezeli zehir zemberek bir mektup kaleme almış ve mektubu şu tehdit cümlesiyle bitirmiş:
“Eğer rolü bana vermezsen bacaklarını kırarım.”
Bu mektup üzerine Frears’ın, onun gerçekten ‘sert bir çocuk’ olduğuna inandığı için mi, yoksa tehditlerinden korktuğu için mi fikir değiştirdiğini bilemiyoruz; ama hayırlı bir iş yaptığı kesin. O filmle çıkışını yapan Day-Lewis, bugün yaşayan en önemli aktörlerden biri.
Bu başarısının ve de sıradışılığının sırlarına erebilmek için, her biyografi yazısının tercih ettiği ‘psikoanalitik’ yaklaşıma kendimizi bırakmayı tercih ediyoruz.
Evet, 29 Nisan 1957’ye geri dönüyoruz. Kensington’da, varlıklı ailelerin yaşadığı Campden Hill Road’da 96 kapı numarasıyla işaretlenmiş hoş bir evin, ana caddeye bakan ön cephedeki odasındayız. Burası Daniel Day-Lewis’in dünyaya geldiği oda. Annesi ve doğumu gerçekleştiren doktorun dışında, odada birkaç kişi daha var. Bunlardan ikisi, ağırlıklarıyla odayı adeta dolduruyorlar: Kraliyet şairlerinden olan Daniel’in babası Cecil Day-Lewis ve o dönem İngilteresi’nin en önemli film yapımcılarından olan, 1937-1959 yılları arasında ünlü Ealing Stüdyoları’nın başında bulunmuş Sör Michael Balcon. Bunlara, annesi Jill Balcon’un da dönemin hatırı sayılır aktrislerinden biri olduğu bilgisini ekleyince, Day-Lewis’in çok başarılı bir aktör ya da ablası Lydia Tamasin’in belgesel film yapımcısı oluşunu anlamak o kadar da zor değil.
Herkesin kolaylıkla sahip olamayacağı bir ailede, genelde mutlu bir çocukluk geçirse de ergenlik döneminin ailesi açısından oldukça çetrefil geçtiğini söyleyebiliriz. Henüz altı aylıkken taşındıkları Greenwich’te İrlandalı bir Yahudi olduğu için arkadaş edinmekte güçlük çeken Daniel, ilk oyunculuk deneyimini o yılarda gerçekleştirerek hızla yörenin diyalektini ve de davranış biçimini öğrenip kopyalamaya başlamış. Oldukça isyânkar olduğu ve sık sık başını belaya soktuğu için ailesi tarafından, Sevenoaks adlı yatılı bir erkek okuluna gönderilen Day-Lewis, her ne kadar bu okulda nefret etse de, yaşamı boyunca vaz geçemediği iki yeteneği burada ortaya çıkmış: oyunculuk ve de marangozluk. “Cry, The Beloved Country” adlı oyunda siyah, küçük bir çocuğu canlandırarak oyunculuk kariyerini başlatmış oldu. Bu role dair en çok aklında kalanlar, vücudundaki siyah boyaları tam olarak temizleyemediği için her gece yatağını mahvettiği ve yatılı okulun katı disiplininden nasibini aldığı. Bugünden bakınca, daha ilk rolünde bile, muhtemelen farkında olmadan uyguladığı ‘metot’ oyunculuğunun bu kadar içine işlemiş olması dikkat çekici. Day-Lewis’in sinemada gözükmesi çok da uzun sürmedi. John Schlesinger’in eleştirmenler tarafından oldukça beğenilen filmi “Sunday, Bloody Sunday”de bir sokak çetesinde yer alan figüranlardan biriydi. Aslında bu filmdeki rolü, o sıralardaki yaşam tarzı sayesinde almıştı Lewis: küçük hırsızlıklar, bol alkol, bol duman ve serserilikler onun rutin bir gününün özetiydi.
Sevenoaks’tan ayrılıp, ablasının okuduğu Bedales’e gittiğinde de bu dağınık yaşamı sürdürdü; ancak oyunculuk konusunda ne kadar yetenekli olduğunu da görece daha mutlu olduğu bu okulda sahnelenen oyunlarda sık sık yer alarak göstermeye başladı. O günlerde Shakespeare'den uyarlanan The Winter's Tale’de canlandırdığı Prens Florizel karakterini bugün bile çok net hatırlıyor; çünkü bu, babasının onu sahnede ilk ve de son kez gördüğü rolüydü. Uzun bir hastalık döneminden sonra 1972’nin Mayıs’ında Cecil Day-Lewis, son kez gözlerini kapadığında; o, babasının elini tutuyordu. Bu olaydan çok etkilenen Daniel, oyunculuktan ziyade, kendiyle daha rahat baş başa kalabildiği marangozluğa ağırlık verdi.

Ad:  danielday_lewis_galeri1.jpg
Gösterim: 322
Boyut:  11.8 KB

Bedales’ten ayrıldıktan sonra bir süre National Youth Theatre’da sahneye çıktı. Bu sırada sahne arkasında dönenlerden inanılmaz rahatsız oldu ve oyunculuktan uzaklaşarak çeşitli yapım işlerinde çalışmaya başladı. Bir süre bu alanda çalıştıysa da kariyerini değiştirmek için biraz geç kalmıştı. Daha başarılı olduğu oyunculuğa geri döndü. 1980’ler geldiğinde, Daniel de bu işten yaşamını sürdürecek kadar kazanabileceği teklifler almaya başladı. “Artemis 81” adlı bilimkurgu filmi, TV için çalıştığı ilk filmdi. Hemen ardından Richard Attenborough’un bol Oscarlı epiği “Gandhi”de, Day-Lewis’i özellikle takip etmeyenlerin pek de dikkate almayacakları bir rolde göründü. Ancak hâlâ hayatta yapmak istediklerine dair net bir karar vermemişti. Bu sırada Londra’da genelde müzisyenler ve kendi gibi oyunculuk yapan kimselerin oluşturduğu bir komüne takılmaya başladı. Altı ay boyunca aynı dairede envai çeşit keyif verici maddeyle bezeli bir yaşam sürdü. Altı ayın sonunda, artık bunu yapmak istemediğine karar verdi ve kendini bu hayatın dışına çekti. Yeniden en iyi bildiği işe, oyunculuğa yöneldi. BBC prodüksiyonu olan “How Many Miles To Babylon?”da ve başarılı bir tiyatro oyunu olan “Another Country”de rol aldı. Anthony Hopkins’le birlikte yer aldığı “The Bounty”deki performansı fena olmasa da, ünlü eleştirmen Pauline Kael, filmle ilgili yazdığı eleştiride, Lewis için “kötü bir aktör gibi görünüyor” diyecektir. Ama Kael’in ondan bahsetmesi bile bir şeylerin değişmeye başladığını, Lewis’in artık beyazperdede de dikkat çekebildiğini gösteriyordu (reklamın iyisi kötüsü olmaz durumu).
Bir sahne uyarlamasında Dracula’yı oynadıktan ve yine BBC için “My Brother Jonathan” adlı bir filmde yer aldıktan sonra, pekçok sinemaseverin onu ilk kez hatırladığı film olan “Benim Güzel Çamaşırhanem”de (My Beautiful Laundrette) rol aldı. Hanif Kureishi’yle Stephen Frears’ın üretken işbirliğinin ürünlerinden biri olan bu filmde, amcasından devraldığı çamaşırhaneyi işletmeye çalışan Asyalı genç bir adama yardım eden, ırkçı eğilimli asi bir İngiliz’i canlandırıyordu Lewis. Asyalı gençle aralarında eşcinsel bir ilişkinin başlaması, bu gencin ırkçı eğilimlerini yenebilmesine de yardımcı oluyordu. Thatcher dönemi İngilteresi’ne içeriden bir bakış niteliğindeki bu filme önemli katkı yapan Lewis’in performası bugün bile akıllarda... Bu filmin hemen ardından Helena Bonham Carter’la birlikte “A Room With A View”de rol alınca, bu işteki ciddiyetini ve kalıcı olma isteğini de göstermiş oluyordu. Bu esnada, televizyon ve de tiyatroyla olan ilişkisini de sürdürüyordu. Richard Eyre'ın “Futurists” adlı oyunu ve Alan Bennett'nin “The Insurance Man” adlı TV filmi, o günlerden en çok hatırlananlar. Bu esnada “My Beautiful Laundrette” ve “A Room With A View” New York’ta aynı gün vizyona girince birden tüm dikkatleri üzerine çekmiş oldu. Üstelik New York Film Eleştirmenleri Derneği, onu En İyi Yardımcı Aktör dalında ödüle aday gösterdiğini açıklamıştı. Tüm bunlar, Hollywood’a başarılı bir geçiş yapması için uygun koşulları hazırlasa da o Philip Kaufman’ın ünlü Çek yazar Milan Kundera’nın müthiş kitabından uyarlanan “Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği”nde “The Unbearable Lightness Of Being” Lena Olin ve Juliette Binoche’la birlikte rol almayı tercih etti. Bir süredir sürdürdüğü, 'sette/sahnede oynadığı karakteri yaşama da taşıma' taktiği, bu filmin sekiz ay süren çekimleri boyunca Daniel’in yaşamındaki kişilerle olan ilişkisini oldukça kötü etkiledi; ancak o, yönteminden vaz geçmedi. Sarah Campbell’le sürdürdüğü uzun ilişki, bu filmin çekimlerinden sonra sonlanacaktı. Bu filmde oldukça cüretkâr sahnelerde yer aldıktan sonra, “Stars And Bars” adı bir kara komedide, yine bolca çıplak sahnede yer alınca, aktörlüğünün yanında bir seks idolü olarak da anılmaya başladı.

Ad:  danielday_lewis_galeri3.jpg
Gösterim: 446
Boyut:  12.7 KB

Jim Sheridan'ın sarsıcı filmi “Sol Ayağım”da “My Left Foot”taki rolü, bu tür yakıştırmalarla uzaktan yakından ilgisi olmadığını ortaya koyuyordu. Bu filmdeki müthiş performansı rolüyle birlikte yaşamasının, her rolünde ayrı bir karatere bürünmesinin bir sonucu olarak görülebilir. Öyle ki doğuştan gelen bir hastalık sonucu yalnızca sol ayağını kullanabilen Christy Brown’un gerçek yaşam öyküsüne dayanan bu filme hazırlanmak için Dublin’de benzer hastalığa sahip insanların bakıldığı bir kliniğin yanına taşındı ve aylarca bu hastalarla birlikte vakit geçirdi. Bu arada yalnızca sol ayağını kullanarak yaşamayı da öğrendi. Rolüne o kadar iyi hazırlanmıştı ki, sette tamamıyla Christy Brown oluyor, çekim aralarında da tekerlekli sandalyeden kalkmayı reddediyordu. Yerinin değiştirilmesi gerektiğinde, set çalışanları tekerlekli sandalyeyle birlikte Lewis’i de başka bir noktaya taşımak zorunda kalıyorlardı. 1989’da yine Richard Eyre’ın sahneleyeceği “Hamlet”te rol almayı kabul etti. Özellikle Hamlet’in, babasının hayaletiyle konuştuğu bölümleri oynamakta çok zorlanıyordu. Oyunun sahneleneceği ilk gün, tüm günü göz yaşları içinde sinir krizinin eşiğinde geçirdikten sonra başlama saatine yalnızca 45 dakika kala bu rolü kaldıramayacağını açıklayarak oyundan çekildi. Bu olay üzerine o kadar çok dedikodu üretildi ki, Daniel’in babasıyla olan ilişkisi, o sırada birlikte olmaya başladığı güzel aktris Isabelle Adjani’yle olan ilişkisinin önüne geçti. Bu olay, tiyatro camiasıyla arasının bozulmasına ve bir daha sahneye çıkmamasına yol açacaktı. “Sol Ayağım”daki performansıyla o yıl Tom Cruise ve Kenneth Branagh gibi isimleri geride bırakarak Oscar alınca, hakkında yazılan tüm kötü şeyler de rafa kalktı. Michael Mann’ın oldukça beğenilen filmi “Son Mohikan”da (The Last Of The Mohicans) sadece rol yapmıyor, adeta bir Mohikan oluyordu. Hemen ardından rol aldığı Scorsese filmi “Masumiyet Çağı”nda (The Age Of Innocence) bu kez bir beyefendiyi canlandırarak, adeta yeteneğinin sınırsızlığını tescilliyordu. “Philadelphia” ve “Schindler's List” filmleri için aldığı başrol tekliflerini kabul etmedi. Juliette Binoche’tan dolayı daha sıcak baktığı “The English Patient”taki başrolü de Jim Sheridan’ın yeni filmi “Babam İçin”de (In The Name Of The Father) rol almak için geri çevirdi. Bu üç film için onun yerine seçilen her bir oyuncunun (Tom Hanks, Liam Neeson ve Ralph Fiennes) daha sonra Oscar’a aday gösterilmesi; hatta Hanks’le birlikte aynı yıl Lewis’in de Oscar’a aday olması ve Oscar’ı Hanks’in alması da ilginç bir anektod olarak akıllarda yer etti. Daha önce iki kez reddettiği Arthur Miller'ın “The Crucible”ından sonra yine ne kadar iyi bir karakter oyuncusu olduğunu gösterdiği bir Jim Sheridan filmi olan “Boksör”de (The Boxer) rol aldı.
Oldukça çalkantılı geçen aşk hayatında, Isabelle Adjani, oyuncu eğitmeni Deya Pichardo ve Arthur Miller’ın aktis olan kızı Rebecca Miller arasında gidip gelen Lewis, Rebecca’yla nişanlanarak dedikodulara son noktayı koydu. Miller’la ilk çocuğu Ronan doğduktan bir yıl sonra kendini tüm bu karmaşanın dışına çekmek istedi ve ailesiyle birlikte Floransa’ya yerleşti. Burada küçük bir kunduracı satın alarak atakkabıcılık yapmaya başladı. Yaşamında hiç tatmadığı huzuru, Floransa’da bulduğunu söyleyebiliriz.
Bu huzur, Scorsese’nin yeni filmi “New York Çeteleri” için kendisine kafayı takmasıyla sona erdi. Söylentiye göre, Scorsese onu ikna edebilmek için çok ilginç bir taktik izlemiş. Rolü kendisinin teklif etmesi durumunda hem ikna olmayacağını, hem de kendisinden nefret edip dostluğunu bitireceğini bildiğinden Lewis’i ikna işini Leonardo Di Caprio’ya bırakmış. Bunun için de genç yıldızı, Lewis’e rolü kabul ettirmesi halinde kendi performasının da yüceleceğine ve başarısının katmerleneceğine inandırmış. Bu hikâye ne kadar doğru bilemeyiz, ama Daniel Day-Lewis’in bu hafta vizyona giren “New York Çeteleri”nde filmin başarısına büyük katkı yaptığı ve Scorsese’nin başarısını yücelttiği kesin. Bu rolle pekçok kişi için Oscar’ın en büyük adayı olması da cabası. Ne dersiniz, filmde Lewis’in gölgesinde kalarak ezilen ve adının esamesi okunmayan Di Caprio, usta aktörü rolü alması konusunda ikna ettiğine pişman olmuş mudur? Don't Know