Arama


Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
24 Ocak 2007       Mesaj #1
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Nusayriler

Yemen'den kalkıp kaçgöç dalgaları halinde Anadolu'ya kadar geldiler. İnanışlarından dolayı karşılaştıkları baskı ve aşağılama her yerde izledi onları. Büyük kırımlara tabi tutuldular ama "Ehlibeyt yolundan dönmediler". İbadetlerini, törenlerini, geleneklerini gizlilik içinde yürüttüler. Sır tutmayı zorunlu ve kutsal saydılar. Zamanı geldiğinde topluluğun her üyesini sınavdan geçirdiler, mihenk taşına vurdular ve "cemaate ilişkin sırları saklayacağına, kurallara, ahlak ve öğretiye uyacağına" dair defalarca yemin ettirdiler. Yemine sadık kalmayanlar dışlandı, disiplin temel kural haline geldi. Cumhuriyetin "din ve inanç hürriyeti" ile rahatladılar ama eski alışkanlıklarını ve gizliliğe dayalı yaşama biçimlerini aynen sürdürdüler. Mersin, Tarsus, Adana, İskenderun, Antakya ve Samandağ'ın uzandığı Akdeniz kıyı şeridinde yüzyıllardır iyilik yolunun dervişleri geziniyor. Pek çoklarının "Fellahlar", bazılarının "Arap uşakları", tanıyıp bilen çok az kimsenin de "Nusayriler ya da Arap Alevileri" dediği cemaatin yaşadığı bu topraklarda sırlar hâlâ kadrini bilene veriliyor, emanet ehline teslim ediliyor..
Çukurova, bildiğimiz Çukurova değil; o doğal, o gizemli, o vahşi doğayı barındıran, nice eşkıyaya, kurda kuşa, börtü böceğe yataklık eden Çukurova yok artık. Köyler, beldeler, ilçeler, şehirler kenetlenmiş; koskoca bir `metropol' olup çıkmış. Gökdelenler matkap misali bakir semayı deliyor; beton yığını konut kooperatifleri, bir zamanlar sazlık ve bataklık ovanın tabiatına meydan okuyor. Aslında sadece Çukurova'ya değil, tüm bölgeye bir haller olmuş. `Yer demir gök bakır' olmaktan çıkmış; yer gök yağmur artık. Asi Nehri, asiliğini yapmış. Antakya-Samandağ arasını tufana, afete boğmuş. Semadan gazap yağınca, koca ağaçlar kökünden devrilmiş, meyve bahçelerinin dibi bir metre kalınlığında kumla kaplanmış, 2.5 metre yükselmiş sel. Denizden esen tuzlu rüzgârlar, bostan mahsulünü kurutmuş; Akdeniz ötesinden gelen kum fırtınası, güneşi balçıkla, gökyüzünü dört kat tozla sıvamış. Alevi Araplar da denilen Nusayrilerin yoğun yaşadığı yerlerden biri Hatay'a bağlı Samandağ ilçesinde bir cenaze töreni.. Nusayrilerin inanç ve gelenekleri, tüm törenlerde yansıyor. Cenaze töreni de bunlardan biri. Cenaze uğurlanırken erkekler önde, kadınlar arkada yürür. Uzaklık ne olursa olsun mezarlığa dek yaya gitmek esastır. Yol üstünde aralıklarla bekleyen birkaç kadın, konvoydakilere kolonya serper. Definden sonra cenaze yakınları sıraya dizilir, katılanlar ise önlerinden geçerek `başsağlığı' dileğinde bulunur. Taziye genellikle eller havaya kaldırılarak bildirilir. Her yağmur sonrası gökkuşağı oluşuyor. Birinin altından geçebilsek muradımıza erer miydik? Yüzyıllardır bu bölgeyi yurt edinmiş bir cemaatin sır kapılarını aralayabilir miydik? Tüm isteğimiz, Nusayrilik hakkında bilgi verecek, konuşacak, görmüş geçirmiş insan bulmak. İlk temas olumlu. Dr. Ömer Uluçay (Arap Aleviliği: Nusayrilik adlı kitabı var) sayesinde Adana'da yaşayan makine mühendisi ve işadamı Hasan Atıcı, serbest meslek sahibi Ali Naci Gökçe ve tüccar Tahsin Yıldırım'la görüşüyoruz. Aydınlatıcı bilgiler alıyoruz. Örf, âdet, düğün, dini merasim gibi toplumsal etkinlikleri yakalayabilmek umuduyla Tarsus'a hareket ediyoruz. Bir pastane işleten Abidin; tanıdıkları devreye sokuyor. Görüşmeye gelenlerden biri öğretim görevlisi, diğeri mermerci, üçüncüsü makine mühendisi. Şeyh Nazım adında bir din adamını salık veriyorlar. Şeyh, Mersin'deki bir cemaat toplantısında olduğundan, iki oğlu karşılıyor bizi. Büyüğü, hiç yakınlık göstermedi; ne bir insan, ne mezar, ne türbegâh ismi verdi. `Hakkımızda yazılanlar eksik ve yanlış; size bir şey açıklamayız. Mezar orada, kendiniz gidin görün. Bizi rahat bırakın!' dedi. Küçük kardeş daha nazik: `Babam sizinle görüşmez. Ne yazılırsa yazılsın, ne söylenirse söylensin; bizim inancımıza dair her şey yüzeysel kalır!' Ertesi gün, Nusayri genci Cenap Koca'nın yardımıyla kuyumculuk ve yeminli tercümanlık yapan, aynı zamanda Musalla Mahallesi din hocası Sait Yapıcı ile tanışıyoruz. Başlangıçta bize kuşkulu davranıyor. Sait Hoca, yaklaşık 300 yıllık bir geçmişi olan "El Ammar" ailesinden. Arap Aleviliğine ilişkin sorularımızı, `çok sert' buluyor: `Biz bir alt toplum, alt kültür değiliz. Bir kazanın kulpu yerine konmak, ayrımcılık yapmak yanlıştır. Bu toplumun bir parçasıyız' diyor tepkiyle. Anadolu Alevilerinde olduğu gibi Nusayrilerin inancında da Hz. Ali'nin çok özel bir yeri var. Kendilerini `Ali yandaşı' olarak tanımlarlar. Bu inanç hepsinde yok. Ali'ye ilişkin değerlendirmeler öyle önemli ki, onun semadaki konumu hakkındaki görüş ayrılıkları mezhep içinde alt kolların ortaya çıkmasına neden olmuş. Bölgedeki türbe ve ziyaretgâhların tamamında olduğu gibi, Tarsus'taki Yedi Uyurlar Ziyaretgâhı da Ali posteriyle dikkat çekiyor. Sait Hoca, bize türbegâhı gezdiriyor. Beyaza boyalı, kubbeli bu yapının önünde adak ve dini merasim yemekleri için yapılan masalar, ateş yakılacak ocaklar, kesim yeri olan bir bahçe bulunuyor. Şeyh Hatim el Tevbani isimli bir evliya ile Hoca'nın ata dedesi Şeyh Ali Ammar'ın mezarları burada. Duvarlarda, Hoca'nın şeyh sülalesinin şeceresi fotoğraflarla belgelenmiş. Yaklaşık 300 kişinin niyaz edebileceği, halı, motifli yastık ve minderlerle kaplı mekânda ayrıca şeyh sehpası, Kuran, Hz. Ali'nin çerçeveli posteri, Esma-ül Hesna (Allah'ın isimleri), dualarla süslenmiş bir Zülfikâr posteri, bizzat Sait Bey tarafından yapılmış bir ebced takvimi, buhurdanlık, bağış kutusu dikkat çekiyor. Sait Hoca açıklıyor: `Her kabir, her mezar türbegâh değildir. Bir zatın adına türbegâh yapılabilmesi için, Allah tarafından teşrif ve tekrim (şereflendirilmesi ve saygın kılınması) edilmesi gerek. Sözgelimi toprağına ayan beyan nur yağmalı. Şeyh Hatim, yağmur duasının kabul olmasıyla ünlendi. Dip dedem Şeyh Ali ise, bir türlü yanmayan ateşe karşılık olarak, ateşsiz yemek pişirme konusundaki kerametiyle tanındı. İnancımızdaki evliyalar, muhayyerin sınıfındandır; kimisi adlarına yapılan bu türbegâhlarda yatar, kimileri burada yoktur; zira onlar gelir, giderler.' Sait Hoca, türbegâhtaki dini merasim ve adakları yöneten kişi aynı zamanda. `Fıkhi (mezhep hukuku) ve batıni (içsel, öze ilişkin) konularda kimseye cevap vermeyiz' dedikten sonra defteri kapattık ve Antakya'ya doğru yola koyulduk. Nusayrilerin yaşadığı Mersin, Tarsus, Adana, İskenderun, Antakya ve Samandağ coğrafyası bumerangı andırır. Attığınızda, size geri dönebilen cinsten bir coğrafyadır burası. Günlük bir gazetenin promosyon olarak verdiği kitapta, Nusayrilik, `gerici tarikatlarla' eş tutulmuş, öteden beri kimi din ve mezhep bağnazlarının, Arap Aleviliğine yönelik karalamalarına yer verilmişti. Bu yüzden gittiğimizde tepkiler tazeydi, öfke dinmemişti. Yani yöreyi sadece sel basmış değildi; Arap Alevilerinin yürekleri de tufana yakalanmıştı. Kime gittiysek, hangisine dokunduysak, `bin ah' işittik. Dert ve şikâyet dinledik. Öfkelerine tanık olduk ve hikâyelerini toplamaya devam ettik. İnanç mensuplarını, ilim erbabı Nusayrileri dinledik. İşte söylenenler: `İslam toplumu, uygarlığı ve tarihinin ayrılmaz bir parçasıyız. Müslüman olmak için gerekli beş şartı yerine getiriyoruz. Dahası Ehlibeyt ve On İki İmam yolundayız. Kuran, Sünnet ve Hüccetü'l- Akl (yani aklın gereği) üzre amel eyleriz. Kuran'da mesnedi olan, Ehlibeyt'in onaylayıp imamların ilettiği hadisleri (peygamber sözleri) doğru belleriz. Peygamber vasiyetine uyarız.' Adanalı Ali Naci Gökçe açıklıyor: `On birinci İmam Hasan el Askeri'nin müridi Muhammed bin Nusayr'a izafeten Aleviliğin bir kolu olan Nusayri denir bize. Bunda maksat, Nusayri topluluğunun diğer bid'at çevreleriyle (din adına sonradan âdet çıkaranlarla) karışmasını önlemektir. Muhammed bin Nusayr peygamber değildi; yeni bir din ve mezhep kurmamıştı; kendince dine bir ekleme de yapmamıştı; Ehlibeyt'in kutsal akidesini (öğretisini) yayıp savunmakla yetinmişti. Bizde namaz niyaz, oruç, zekât var. Biz Alevi-Sünni diye ayrım yapmayız; sadece Ehlibeyt'i mağdur edip, bu kutsal aileye 1001 ay boyunca sövüp sayanlar için Emevi takipçileri sıfatını kullanırız.' İşadamı, makine mühendisi Hasan Atıcı konuyu tamamlıyor: `Bizde Allah tektir, birdir; Arapça belirtirsek, `Allahü ahad'dır. Yani O, sayıya gelmez; sıfatlardan münezzehtir. Kuran, Allah kitabıdır. Ona hiçbir batıl yaklaşamaz. Namaz niyazımız, Sünnilerinkinden ayrıdır. Niyazda mekân, hareket önemli değil; Allah'a yönelme ve ibadet esastır. Kıyamet gününe, ruh göçüne (tenasüh, reenkarnasyon, yeniden bedenlenme) inanırız. Bu fikri Hint felsefesinden değil, bizzat Kuran'dan alırız. Ruh göçü şöyle yansır: Haksızlık yaparsak, bunun hesabını vermek için kıyamete kadar beklemeyeceğiz. Yeniden bedenlenme sayesinde hesabı verilecektir.' İskenderunlu 81 yaşındaki din adamı Mahmut Reyhani, cumhuriyetle birlikte dinsel/mezhepsel baskıdan kurtulduklarını, şeyh unvanlı Alevi Nusayri din hocalarının eskiden beyaz sarık, ortasında kırmızı fes bulunan başlıkları ile cüppelerini attıklarını; yerine fötr taktıklarını, genelde takım elbise giydiklerini söylüyor. Çokça ziyaret ettiği Arap ülkelerinde, kıyafetine yönelik bu tip eleştirilere, Atatürk'ü ve laikliği savunarak karşılık veriyormuş. Antakya Harbiye'deki köklü bir aileyi temsil eden Şeyh Nasreddin Eskiocak da benzer tavır sergiliyor. Hasan Atıcı, Suriye'yi yöneten Nusayrilerle ilişkinin çerçevesini çiziyor: `Hafız Esad, mensubu olduğu Nusayriliği Şiiliğe dayandırıyordu. Türkiye'de iyi kötü özgürlük var; demokrasi çerçevesinde inanç ve ibadetlerimizi yerine getiriyoruz. Suriye'de bu rahatlığı göremeyiz. Atatürk'ün sağladığı laiklik içinde kendi rengimizi yansıtıyoruz. Buradaki Nusayrilerden, kimsenin Suriye'yi tercih ettiğini duymadım.' Şeyh Mahmut Reyhani, Birinci Dünya Savaşı sonrasında `Fransızların sundukları özerk Nusayri bölgesi, mezhep mahkemesi ve Arapça okullar türünden ayrıcalıklara itibar etmediklerini; Türkiyeli Müslümanları koruyup kolladıklarını' aktarıyor. Yaklaşık 1200 yıllık tarih boyunca altı büyük göç, sayısız felaket yaşayan; bu arada Halep'teki büyük yerleşimleri sırasında Hamdani devletini kuran, Yavuz Sultan Selim'in Mısır Seferi sırasında binlerce Nusayri'yi kırmasıyla Lazkiye Dağları'nın doruklarına çekilen Nusayriler, bir anlamda göçebelik, tehcir, tecrit ve yoksulluğa mahkum edildiler. Nusayri adını, 11. İmam Hasan el Askeri'nin müridi Muhammed bin Nusayr'dan aldıkları yolundaki rivayet akla yatkın. Başka bir rivayete göre ise, ikinci halife döneminde bölgeye gönderilen 450 kişilik takviye kuvvet burada düşmanı yendikten sonra bölgede ikamet etmiş. Hz. Ali yandaşı olan bu kuvvete `nasara/nüsra' (yandaş, zafer kazanan) adı verildiğinden, yörenin sarp dağlarına yerleşen herkes aynı isimle anılmış. Kaçgöç dalgaları Nusayrileri açlığa ve yoksulluğa mecbur etmenin yanı sıra, sürek/surak/suvarik (sürgün sözcüğünden bozma) sıfatıyla horlanmalarına neden oldu. Yoksul halk, açlıktan ölmemek için sarp dağların verimsiz topraklarını işleyerek, ağaçları kesip tarla haline getirerek ayakta durmaya çalıştı; Arapça `fellahü'l-ard' (toprağı işleyenler) ibaresinden, kendilerine `fellah' adı verildi bu yüzden. Uzun süre Hıristiyan ve Müslüman ağaların yanında marabalık yaptılar. Zamanla toprak sahibi olup rençberlik, bağcılık, bostancılığı bir meslek haline getirince, bu kez, Arapça `fellah' (rençber, köylü, çiftçi) deyimi iyice yerleşti. `Arap uşağı' yakıştırması, Atatürk zamanındaki kimi siyasetçiler tarafından, üstün bir unvanmış gibi sunulmuş olmasına rağmen, aslında Osmanlının son demlerinde, bu toplumu aşağılamanın ifadesi olarak kullanılmıştı. Osmanlı tahrir defterlerinde ise `Garipler Cemaati' olarak kayda geçmişlerdi. Samandağlı Abdullah Vural, tam 115 yaşında. `Eskiden el örmesi dizkapağına inen gömlek giyerdik' diyor. İç çamaşırı bulamadıklarını; dağda ağaç, çalı çırpı toplama sırasında bu gömlek yırtılmasın diye, çırılçıplak iş gördüklerini ve bedenlerindeki yara berelerle dolaştıklarını anlatarak o zamanki yoksulluğun boyutunu gösteriyor. Osmanlı zamanında Nusayrilerin mal mülk sahibi olması, Kuran satın alıp okuması bağnazlar tarafından adeta yasaklanmıştı. Çarşıya bile inemezlermiş. Aleviler Kuran elde edebilmek için Hıristiyan din adamlarını devreye sokarlarmış. Nusayri din adamlarının sarıkları önce arkadan ateşle tutuşturulur; sonra ateşi söndürme bahanesiyle ayaklar altına alınıp çiğnenirmiş. Nusayri selamını almamak için yüzlerini çevirenler; omuz atıp geçenler varmış. Arap Alevilerinde din işlerini yürüten şeyhlerin otoritesi tartışılmaz. Dini vecibeleri yerine getirip merasimleri yönetiyor, cemaat toplantılarında Kuran okuyup öğüt ve nasihat veriyorlar. Deva, şifa ve çözüm arayan ziyaretçileri için dua ediyorlar. Kapıları herkese açık. Samandağ'daki Şeyh Ali Yazıcı ile Harbiye'deki Nasreddin Eskiocak'ın ziyaretçileri hiç eksik olmuyor. Halkın durumunu göz önüne alan Şeyh Ali, bazı eski âdetler ile zekât (hımıs: beşte bir) adı altında din adamlarına sunulan bağışları kaldırmış. Yardımcı şeyhlere ise Nakib deniyor. Bunlar, şeyhlerin talebesi konumunda olup, iyice eğitim gördükten sonra şeyhliklerine karar veriliyor. İmamlar (hocalar), Sultan Abdülhamid'in Alevileri Sünnileştirme, köylerine cami yaptırma siyaseti çerçevesinde ihdas edilen bir sınıf. Bunlara fahri imam denilebilir. Samandağ'daki cenazede karşılaştığımız Tahsin Yılmaz, bunlardan biriydi. Bir ocak niteliğindeki şeyh ailesinde, makam babadan oğula geçiyor. Yalnızca Hz. Ali'nin soyundan geldiklerine inanılan ve şeyh ailesi olarak bilinen ailelerin çocukları şeyh olabiliyor. Ancak genel kurala rağmen şeyh oğlu isterse, din işleriyle uğraşmayabiliyor. Burada yetkinlik, dini eğitim, disiplin, ahlâk ve dürüstlük yani liyakat esas. Bu da pek çok aşamadan geçmeyi gerektiriyor. Şöyle ki; ergenlik çağına giren erkekler, dini eğitim için aday gösterilir. Adayın dürüstlüğüne, temiz insan oluşuna kefil gerekir. Kefillik, öncelikle aile çevresinde aranır. Yedi gün, bir ay gibi bir süreden sonra eğitimin abecesini öğrenen talebe (aday) yeniden cemaat huzuruna getirilir, konu komşudan kefil olmaları istenir. Birkaç ay sonra tekrar toplum huzuruna çıkarılıp sınanır, mihenk taşına vurulur ve ona kefil olmaları talep edilir. Her sınanma aşamasında kurban kesilip, toplu yemek verilir. (Bu gelenek eskiden sadece Nusayrilerin yaşadığı mahallelerde gerçekleştirilirdi. Gizliliğe dayalı bir inancın bu işleminin, şimdi farklı mezheplere mensup insanların yaşadığı ortamlarda uygulaması söz konusu değil.) Ailesi fakirse, çocuğu eğiten şeyh masrafları karşılar. Şeyhlik eğitiminin ne kadar süreceğine şeyh karar verir. İlk aşamanın adı `meşveret cemiyeti', ikincisinin `melik cemiyeti'dir. Yeni hayata davet merasimi merhalesi, masraflı bir törendir. Samandağ, Hz. Hızır Makamı içindeki yüksek beyaz kayanın çevresi mermerle kaplı. Ziyarete gelenler, makamın eşik kapısının iki yanını öperek içeri giriyor, beyaz kayanın kaidesine yüz sürüyorlar. Birkaç kez tavaf edip, dualar okuyarak dilek tutuyorlar. Arap Aleviliğinde cemaate kabul edilmek de, karmaşık bir yol izler. Davranış ve ritüeller simgeseldir. Nakib ve Necib unvanlı iki kişinin, sağı ve solunda 12'şerden toplam 24 kişi yer alır. İmam huzuruna çıkan, nefis terbiyesi için o anda belli pratikleri yerine getiren aday, tam ortada yer alır. Hırka giydirilmek ve sembolik içecek veya içki (kutsal içki genellikle taze sıkılmış üzüm suyudur) sunulmak suretiyle, kendisine, `şahitlerin önünde cemaate ilişkin sırları saklayacağına, kurallara, ahlâk ve öğretiye uyacağına' dair defalarca yemin ettirilir. Dışarıdan birinin Nusayriliği kabul edilmez. Nusayrilerde hac (zorunlu değil, ekonomik gücü olanlar gider), zekât, şehadet hak bilinir. Bunlar şekilde değil, özde insanı olgunlaştırmalı. Yalan, haram, haksızlık, zulüm, kötülük olmamalı. Nusayrilerin rağbet ettiği Batıni namaz şekle, yere, zamana bağlı değil. Her mekân ve zamanda, uygun hal üzereyken Allah'a yönelmek, O'nu yüceltmek temel kural sayılır. Nusayriler, `Ehlibeyt 1001 ay boyu camilerde lanetlendiği için, oralara gitmiyoruz. Cami ve mezheplere siyaset karıştı' diyorlar. Bayramlar, törenler de oldukça bol Nusayrilerde. İrili ufaklı 85 kadar bayram, özel dini münasebet, anma günü, hayrat, şölen yapılıyor. Kurban Bayramı, Nuh Gemisi, Salip (Haç), Saint Barbara, Hac, Unsura, Hz. İsa'nın miladı, Nevruz gibi bir kısım bayramlar; diğer inançlara karşı hoşgörüyü somutlaştırma ve aynı geleneklere sahip başka inançtan olanlarla yaşamı paylaşma babından kutlanıyor. Mesela Salip Bayramı, tarım/hasat şöleni gibidir. On iki bayram esastır; bunun sekizi kameri takvime göre, yani değişmeyen (ebced hesabınca sabit kalan) günlerde, dördü ise miladi takvime göredir. En önemlisi Gadir Bayramı'dır; zilhicce (hacca gitmenin içinde yapıldığı Arabi 12. ay) ayının 18. gününe denk düşer. Peygamber Muhammed'in Gadir Humm Vadisi'nde, Veda Haccı sırasında Hz. Ali'yi halife ve vasi tayin ettiği, Ehlibeyt'i yücelttiği gün kabul edilir. Kutlamadan sekiz gün sonra, ikisi arasında `Aşiyet-i Cuma' (Cuma akşamı) denilen bir münasebet daha kutlanır ki, 36 yılda bir Gadir Bayramı'yla aynı güne rastlar. Bayram'da çarşı pazarda, evde hayat durur; kadın-erkek hiçbir iş yapmazlar. Dikiş dikilmez, ev süpürülmez. Küsler barışır, akşamleyin Hızır İlyas Makamı'na akın edilir. Hızır İlyas inancı ise burada, Anadolu'nun hiçbir yerinde görülemeyecek ölçüde köklü ve yaygın. Her Nusayri yerleşim merkezindeki asıl ziyaretgâh, mutlaka Hızır Makamı'dır. Ölümsüzlüklerine ve aramızda yaşadıklarına inanılan iki nebinin (Hızır ve İlyas) buluşması hikâye edilip ikisinin sentezi, `Hıdırellez' merasimlerine dönüştürülmüş. 6 Mayıs-18 Aralık arasındaki 186 günlük döneme aynı isim takılmış. Küçüklüğünden beri Samandağ Hızır makamının hizmetini gören 1927 doğumlu Şeyh Sait Dönmez açıklıyor: `Burası makam değil, teşrife'dir. Hızır ölmemiş ki, kabrinde yatmış olsun. O, her gün bir yerde gezer; daha çok deniz kenarlarında bulunur. Kuran'daki Mecmau'l-Bahreyn ibaresinin sözlük anlamı iki denizin buluştuğu yer demektir. Gerçekte, derya gibi iki nebinin, Hz. Musa ile Hz. Hızır'ın buluşması kastedilir.' Antakya, Harbiye'deki Hızır Makamı da aynı inancın devamı. Ermiş/evliya türbeleri ise ikinci derecede önemli ziyaret yerleri sayılır. Samandağ Aknehir Tepesi'ndeki Şeyh Muhammed el Arabi Türbegâhı bunlardan biri. Bu zatın, manastırda yaşayan 40 kadar keşişi, keskin zekâsıyla Müslüman yaptığı söylenir. Harbiye'de türbesi bulunan Şeyh Yusuf el Hekim, bomboş kilere rağmen keramet gösterip 40 misafir kervancıyı doyurmuş; develerin taşıyabileceği kadar ihsan ve ikramda bulunmuş. Şeyh ailesinden İskenderunlu Davud Tümkaya, `ålimleri bilmiyoruz; türbe ve kubbeler çok gerekli değil. Aslolan ermiş ve âlimlerimizin eserlerini bilip, tanımaktır' diyor. Gelenekler hızla çözülse de, bugün daha çok düğünlerde yansımaya devam ediyor. Eski renkliliği bulmak kolay değil ama Nusayri toplumunun düğünleri gene de başlı başına bir hazine. Eskiden kız verilmesi uygun görülse dahi, dünürün üç veya yedi kez, kız babasının kapısını çalması gerekirdi. Kız istemek için vekil tayin edilir; söz kesilir, mekli (kızın kardeşine verilen harçlık), mehir (başlık yerine geçer, genellikle altın) verilirdi. Artık mekli yok ama mehir varlığını sürdürüyor. Bu para, tümüyle gelinin çeyizine sarf edilir. Önce küçük, sonra büyük nişan yapılır. Bir tepsi içinde kapı kapı dolaştırılıp sunulan havlu veya yemeni düğün davetiyesi yerine geçerdi. Şimdi şeker ve kolonya eşliğinde davetiye dağıtılıyor. Perşembe akşamı `kız kınası'; cuma gecesi `oğlan kınası' (artık aynı gün yapılıyor) ve cumartesi ise `damat tıraş günü' olmak üzere üç gün sürer düğünler. Damat kına yakılması için hemen elini açmaz; `düğün olmuyor' sözü üzerine, kendisine bir şey armağan (ev, tarla, bahçe, vs.) edildiğine dair açıklama yapılır. Böylece damat elini kınalar. Masraflı ve yemekli yapılan (yerel dilde kırgım) düğünde; meydancı, yemek sonuna doğru herkesi `şebeş'e (takı işlemi) davet eder. Damat tıraşında mahalle berberi, işi uzattıkça uzatır; bir esans döker, mevval, cezayiri türünden gazel çeker; bir kıl keser, şiir okur; yeniden esans alır damadın başına döker; bir jilet vuruşundan sonra fıkra anlatır. Her fasılda berbere bahşiş verilir. Düğün yemeğinin ardından `hamama götürme müzayedesi' başlar. Ortalık, bir hayır yarışına dönüşür; biri, 50 kişilik bir davetli grubunu `hamamda kebap yemeye' çağırır; diğeri, davetlilere tatlı yedirmeyi üstlenir. Pazar günü tören hazırlığı başlar. Konvoy halinde, gelin evinden alınır; buhur, dua ve zılgıtlar eşliğinde büyük bir tur atılarak damat evine getirilir. Gelin damat evi bitişik komşu bile olsalar, düğün alayı özellikle büyük bir tur atar ki, güya gelin yolu kolay belleyip baba evine gidivermesin. Hem gelin, hem damat övülür; kem gözlere nazar edilir. Antakya, Samandağ yöresinde cezayiri (uzun hava) okunur; debke (halay) arci (yöresel halay) çekilir; Adana civarındaki oyunun ismi ise `raksa'. Bu kadar değil; düğünle ilgili gelenekler gerdekten sonrasına da uzanıyor. Ancak pek çoğu günümüzde daha çok köylerde yaşıyor. Bazı âdetler de yok olmuş. Örneğin, şimdilerde kına var, masraflı açık artırmalı yemek faslı yok. Mahallelerde konvoylu çeyiz dolaştırma geleneği ise köylerde hâlâ görülebilir. Nusayriler örf, âdet, kimlik ve kökenlerini araştırma döneminin henüz başında. 1938'de Hatay'ın Türkiye'ye katılması sürecinde Güneş Dil Tezi savunucuları, `yöre halkının Eti Türklerinden olduğunu' döne döne tekrarlayıp durmuştu. Nusayrilerin inançlarını da dikkate alan kimi siyasetçiler, `Hz. Ali'nin orduları Arap değil, Türklerdendi. Horasan erenleri de Ali askerleri arasında bu bölgeye gelip yerleştiler' yolunda yazılar yazmışlardı. Günümüz Nusayrilerinin bir kısmı, bu propagandaya inanmış görünüyor. Ama çoğunluk, kökenlerinin Yemen'den kalkıp Irak, Suriye, Halep üzerinden Lazkiye yöresine göçen, yaklaşık 700 ila 300 yıllık süreçte Suveydiye (Samandağ), Antakya, İskenderun, Adana, Tarsus, Mersin'e yerleşen büyük aile efradına dayandığına inanıyor. Şunu diyorlar: `Ezilmişliğin verdiği hırsla, herkes eğitime sarıldı. Diyeti ise Arapçadan, asıl kültürümüzden vazgeçmek oldu. Türkçe, giderek Arapçanın yerini alıyor; iki kuşak sonra evimizde Arapça konuşulmaz olacak. Ama Araplık, siyasi ve milli bir dava değil bizim için. Etnik köken ve Arap kültürü ile eşanlamlı, o kadar. Bu kimliğimizle varız, Türkiye Cumhuriyeti'nin bir rengiyiz. Bu yeterlidir. Yoksa, bizi Eti Türk'ü sayıp asimile etmenin âlemi yok. Dışlanmadan, horlanmadan, iftiraya uğramadan bu toplumun bir parçası olmak esastır.' Antakya'daki Çağdaş Sanat Atölyesi (ÇESA) hem Arap folklorunu derliyor, hem de `Grup Nidal' adıyla bir orkestra kurarak, halk türkülerini yaşatıyor. Mütevazı tiyatro topluluğunun Arapça dillendirdiği amatör oyunlar, halk arasında rağbet görüyor. Samandağ Belediye Başkanı Ganım Canpolat eğilimi özetliyor: `Kültürümüz ileriye dönüktür; her türlü değişime açığız.' Nusayrilerin sayısı konusunda kesin bir veri bulunmuyor. Bir milyona yakın oldukları sanılıyor. Adana'da Akkapı, Yamaçlı, Güneşli, Seyhan, Haydaroğlu, Cumhuriyet, Havuzlubahçe, Havutlu, Mirzaçelebi, Sucuzade, Mıdık mahalleleri ile Yüreğir ve Karataş; Mersin'de, Cumhuriyet, Turgutreis, Alsancak, Hamidiye mahalleleri; Tarsus'ta Eski Ömerli, Eski Hatay, Musalla ve Yeşil mahalleleri; İskenderun Arsuz, Karaağaç ve Nardüzü beldeleri; Antakya'nın başta Harbiye olmak üzere büyük bir bölümü, Samandağ, Aknehir yöresinin tamamında Aleviler oturuyor. Nüfus oranı Samandağ'da yüzde 90, Antakya'da yüzde 60-70; İskenderun'da yüzde 40; Adana'da yüzde 25, Tarsus'ta yüzde 80, Mersin'de yüzde 20-25, Lazkiye ve Halep'de (Suriye) yüzde 15. Tarih boyunca horlanan ancak, cumhuriyetin `vatandaşlık, laiklik, din ve vicdan hürriyeti' ile inanç ve ibadetlerini daha rahat yürüten Nusayriler, geleceklerini yeniden kurdular. Emek harcayarak mal mülk sahibi oldular; eğitime ağırlık verip kendilerince sınıf atladılar. Tarsuslu Nusayriler genelde kabzımallık, kebapçılık, mobilyacılık ve kuyumculuk yaparken; Adanalı kardeşleri bürokrasi ve iş hayatının belli kademelerinde ilerledi. Antakya Harbiye'de hizmet sektöründe çalışanlar ve atölye sahipleri bulunuyor. Samandağlılar ise modern tarımın yanı sıra, çoğunlukla yurtdışında nasiplerini aramakla meşguller.

FAİK BULUT
ATLAS dergisinde yayınlanan bu yazının orjinalini resimleriyle birlikte gormek icin Bin Yemin web adresine tiklayabilirsiniz.