Arama


sehrazat2415 - avatarı
sehrazat2415
Ziyaretçi
25 Ocak 2007       Mesaj #3
sehrazat2415 - avatarı
Ziyaretçi
5. İŞÇİ SINIFI VE KÜBA'NIN SANAYİLEŞMESİ[6]


Bizimki gibi halk tarafından ve halkın iradesiyle yapılan bir devrim alman her tedbir tümüyle halka maledilmedikçe ilerleyemez. Coşkuyla bu tedbirleri almak için, devrimci süreci ve canla başla bu tedbirleri almaya neden ihtiyaç duyulduğunu bilmek gereklidir, însan kendini feda ediyorsa, bunu neden yaptığını bilmelidir. Ortak refaha varan sanayileşme yolunu aşmak güç bir iştir.
Ayrıca, dünyada çelişkiler keskinleştiği ve dünyanın az gelişmiş bölgelerindeki halk hareketleri Birleşik Devletlerin saldırgan ekonomik emperyalizminin yerini aldığı ölçüde, Kuzey Amerika'nın saldırganlığı kendi denizinin[7] yani Karayiplerin çerçevesi [sayfa 27] dışına çıkamıyor. Diğer kelimelerle, her yerde gördüğümüz büyük uyanış Küba için tehlikeler doğuruyor. Artık, bütün bu olayların kısmen sorumlusu olduğumuzun bilincine varmalıyız.
Az gelişmiş ülkelerde apaçık bir uyanış görülüyor; Küba örneği belirli bir ölçüde bunda katkıda bulunmuştur, örneğimizin, Latin Amerika'da, Japonya'dakinden daha güçlü bir etki yarattığını söylemeye bile gerek yoktur. Bununla birlikte sömürgeci güçlerin eskiden sanıldığı kadar güçlü olmadıkları kanıtlanmıştır.
Kanımızca her türlü saldırıya karşılık yine de gelişecek olan uluslararası dayanışmanın olumlu yönü budur. Saldırıdan sözederken, yakında, şeker kotalarımız konusunda, Birleşik Devletler Temsilciler Meclisi'nden gelecek olan ekonomik saldırı gibilerinden değil, gerçek saldırıdan sözetmek istiyorum.
Önümüzde aşılacak zor bir yol var. İşçilerin, köylülerin ve geleceğe doğru yürümek zorunda olan tüm yoksul sınıflarımızın birliğinden güç alıyoruz.
Konferansım, köylülere değil doğrudan doğruya işçilere sesleniyor. Bunun iki nedeni var. Önce, köylüler birinci tarihi görevlerini tamamıyla yerine getirdiler, toprak üzerindeki haklarını elde etmek için enerjiyle savaştılar ve artık zaferlerinin meyvelerini topluyorlar. Köylülüğümüz tümüyle devrimin izindedir, îşçi sınıfıysa, tersine olarak, henüz sanayileşme nin ürünlerini almış değildir. Bu, niçin böyledir? Buna verilecek açık cevap şudur: sanayileşme için önce bir temel yaratmamız gerekiyordu, bu temelse tarımın yapısında değişiklik istiyordu. Tarım reformu sanayileşmenin temelini yarattı.
Şimdi sanayileşme yoluna çıkıyoruz. İşçi sınıfının [sayfa 28] rolü çok büyük bir önem kazanmıştır. İşçiler tüm görevlerini ve yaşadığımız ânın önemini anlamalıdırlar. Bunlar olmasaydı sanayileşmiş bir toplum yaratmayı başaramazdık.
Bunun çok açıkça anlaşılmasını istiyorum, devrimcilerle konuşurken kaçamak yollara sapmanın gereği yoktur. Bütün zayıf yönlerimizi bilmemiz ve bu zayıflıklarımızı yenmeye çalışmamız daha iyidir. Devrimci hareketin önce köylüler arasında temellendiğini ve ancak daha sonra işçi sınıfı içinde kök saldığını saklayamayız. Bunun birçok sebepleri vardır, önce, en güçlü ayaklanma hareketi köylülüğün yaşadığı bölgelerde ortaya çıktı. Ayaklanmanın en büyük prestije sahip yöneticisi olan Fidel Castro köylülerin yaşadığı bir bölgede bulunuyordu. Fakat çok önemli ekonomik ve toplumsal nedenler de vardır: Küba, bütün az gelişmiş ülkeler gibi güçlü bir proletaryaya sahip değildi.
Bazı sanayi dallarında, özellikle tekelci sermayeye bağlı yeni dallarda, işçiler bazen ayrıcalıklı bireylerdiler. Şeker kamışı işleyen işçi üç ay süreyle güneş altında saatlerce ter dökmek, geri kalan dokuz ay boyunca ise, diğer işçiler bir yıllık işe sahipken ve altı kat fazla ücret alırken açlık çekmek zorundaydı. Bu durum işçi sınıfı içinde büyük bir ayrılık yaratıyor ve bölünmelere yolaçıyordu. Sömürgeci güçlerin de istediği buydu; kurulu düzeni devam ettirmek isteyecek bir azınlığa ayrıcalıklar sağlayarak işçi sınıfını bölmeye çalışıyorlardı. İşçiye ancak kendi çabasıyla yükselebileceği, ortak eylemle bir şey başaramayacağı söyleniyordu. Bu yüzden proletaryanın dayanışması kırılmıştı. [sayfa 29]
İktidarı ele geçirdiğimizden beri Mujal'ın[8] temsilcilerine karşı amansız bir savaş yürütmemizin nedeni budur. Bu temsilciler sendika hareketinin gelişimini durduruyorlardı. Bugün geçmişin bu temsilcilerinin tamamıyla dağıtıldığını söyleyemeyiz, fakat yakında bunlardan bir eser kalmayacaktır.
Bununla birlikte işçi sınıfında hâlâ sorunları patronla işçi karşıtlığına bağlı olarak ele almak gibi bir ruh hali varlığını sürdürüyor, buysa gerçeğin çok basite indirgenmiş bir analizidir. Bugün, sanayileşme sürecimize başladığımız ve devlete en ön planda bir rol verdiğimiz şu sıralarda, birçok işçinin devleti herhangi bir işveren olarak düşündüğünü görüyoruz. Devletimiz bir patron devletin[9] tam tersidir; bunun sonucu olarak bu durumun iyice belirtilmesi için, işçilerle uzun görüşmeler yapıldı. Şimdi işçiler tutumlarını değiştiriyorlar, fakat gelişmeyi kısa bir süre için frenlemişlerdir.
Bazı örnekler verebilirdim, fakat ne bireysel örnekler üzerinde tartışmak, ne de herhangi bir kimseyi parmakla göstermek gereklidir, çünkü birçok hallerde sorunun kötü niyetten değil de kökünden koparılıp atılması gereken bir eski zihniyetten doğduğuna inanıyorum. İşçiler devrime engel olmak istemiyorlar. Fidel'in kısa bir zaman önce söylediği şu [sayfa 30] sözler herkes için çok açıktır: en iyi sendika yöneticisi, işçilere günlük ekmeklerini sağlamaya çalışan kimse değildir. En iyi sendika yöneticisi, herkesin günlük ekmeği için savaşan, devrimci süreci çok iyi kavrayan ve devrimci süreci analizleyip en ince yönlerine varıncaya kadar anlayarak hükümeti destekleyen, bazı devrimci tedbirlerin nedenlerini açıklayarak yoldaşlarını ikna eden kimsedir. Fakat bunun anlamı, sendika yöneticisinin çalışma bakanı yada başka bir hükümet yöneticisinin söylediklerini tekrarlamakla yetinen bir papağana dönüşmesi gerektiği değildir.
Hükümetin yanlışlar yapacağı ve sendika yöneticisinin dikkatleri bu yanlışlar üzerine çekmek zorunda olduğu açıktır. Bu yanlışlar tekrarlanırsa sendika yöneticisi dikkatleri daha büyük bir güçle bunların üzerine çekmelidir. Bu yalnızca bir yöntem sorunudur. Hükümette pek çok halk temsilcisi var; bunlar halka hizmet etmek istiyorlar ve yapabileceğimiz her türlü yanlışı düzeltmeye hazırlar. Bunun istisnası yoktur. "Batı dünyası,, diye adlandırılan bu kıtanın en büyük ekonomik ve askeri gücüne karşı çarpışarak hızlı bir gelişme sürecinin yükümlülüğü altına giren bir grup genç adamın daha önceden edinilmiş deneyleri olmadığından hata işlenmesi doğaldır. Sendika yöneticisinin görevi onların hatalarını halkın temsilcilerine göstermek, gerekliyse onları inandırmak, ve bu yanlışların düzeltilmesi için gerekli tedbirler almana kadar bu tutumu sürdürmektir. Sendika yöneticisi yapılan yanlışları yoldaşlarına göstermeli, bunların üstesinden nasıl gelineceğini, herşeyin nasıl değiştirilmesi gerektiğini anlatmalıdır; fakat bütün bunlar tartışmalarla yapılmalıdır. [sayfa 31]
Devletin çalıştırdığı işçileri greve gitmeye zorlayacak biçimde uzlaşmaz ve saçma bir tutum takınması yüzünden -burada sanayileşme sürecinden, yani çoğunluğun devlete katılmasından sözediyorum- işçilerin grev yapması bizim açımızdan büyük bir yanlıştır, bu bizim sonumuzun başlangıcı olur. Bu başımıza geldiği gün, halk hükümetinin son bulması yaklaşmış demektir. Bu, öğrettiğimiz herşeyin inkârıdır. Hükümet bazen işçi sınıfının bazı kesimlerinden kendilerini feda etmelerini isteyebilir. Şimdiye kadar, iki kez, şeker kamışı işçileri büyük fedakârlıklar yaptılar; onlar, işçi sınıfının en savaşçı ve sınıf bilincine en yatkın kesimidir, bunu bütün içtenliğimle söylüyorum. Gelecekte hepimiz devrimci görevlerimizi yerine getirmek ve ortaklaşalığın yararına ayrıcalık ve haklarımızın bazılarından geçici olarak vazgeçmek zorunda kalacağız. Burada da sendika yöneticisine başka bir görev düşer: Fedakârlığın gerektiği anı saptamak, bu anı analiz etmek ve işçilerin fedakârlığının elverdiğince az olmasını sağlamak zorundadır; fakat aynı zamanda yoldaşlarını fedakârlık yapmanın zorunluluğuna da inandırmalıdır. İşçiler bu isteğin yerinde olduğuna inanmalıdırlar; sendika yöneticisi durumu açıklamalı ve herkesin ikna olmasını sağlamalıdır. Bir devrimci hükümet, fedakârlıkları yukarıdan isteyebilir; fakat feragat herkesin iradesinin eseri olmalıdır.
Sanayileşme fedakârlık üzerine inşa edilir. Hızlı bir sanayileşme sürecine baloya gider gibi girilemez. Gelecekte bu çok açık olarak ortaya çıkacaktır. Şu sıralarda tekelci şirketler petrol işinde bize bir darbe indirdiler (daha doğrusu, henüz darbe indirmediler de çelme taktılar). Bizi petrolden yoksun etmeye çalıştılar. Birkaç yıl önce, petrolsüzlükten devrimci [sayfa 32] hükümetimiz çökebilirdi. Ne mutlu ki, bugün petrole sahibolan ve onu kimseye bağlı olmaksızın satan devletler vardır; ayrıca onlar anlaşmamıza kimin karşı çıkabileceğine aldırmadan bu petrolü bize vermek olanağına sahiptirler. Dünyada bugünkü güçler dağılımı Küba'nın sömürgecilikten kurtulmasını ve kendi kaynaklarını kontrol altına almasını sağlamıştır.
Petrol bulunup bulunmadığını bilmediğimiz sürece yeraltı kaynaklarımız hiçbir değer taşımayacaktır. Bunu bilmek için ise petrol aramamız gereklidir ve bu çok pahalıdır. Buna sıra gelinceye kadar sanayi dallarımızı yürütmek için yeterli enerji bulmak zorundayız. Ülkemizdeki enerjinin yaklaşık olarak yüzde 90'nının elektriğe bağlı olduğunu ve elektriğimizin yüzde 90'ndan fazlasının ise petrole bağlı olduğunu biliyorsunuz. Petrol ekonomimizde stratejik bir rol oynar; bu nedenle, bu sorun etrafında büyük çatışmalar patlak vermiştir. Bu çarpışmaların patlak vermesinin sadece bir an meselesi olduğunu biliyorduk. Yasal yollardan yabancı şirketlere yaklaştık: bunlarsa bizim başımıza yeni sorunlar açmaya çalışarak, tüm sömürgeci saldırganlıklarıyla karşılık verdiler.
Bugün petrole sahibolan bir devlet vardır; bu petrolü taşımak için gemileri ve buraya kadar getirecek gücü vardır. Eğer bu petrol kaynağına sahibolmasaydık, şimdi çok güç bir alternatif karşısında bulunacaktık: ya devrimin yıkılmasına göz yumacak yada pek az bir farkla çok eski zamanlardaki ilkel duruma dönecektik, bu fark da yerli atalarımızın elinde bulunmayan atlarımız ve katırlarımız olmasından ileri gelmektedir. Bunun anlamı tüm endüstri dallarımızın büsbütün felce uğraması olacaktı. Elbette ki [sayfa 33] durum çok zor olacaktı. Ne mutlu ki üçüncü bir olanak var, ve biz bundan yararlanmaya devam etmeliyiz.
Bu sözlerim, bizim kesin bir zafer kazandığımız ve bütün tehlikenin uzaklaştığı anlamına gelmez. Bugün içimizden çoğunun milis üniforması taşıması sebepsiz değildir. Uyanıklık ve eğitim bugün her zamankinden., daha çok gereklidir. Aramızdan pek çokları belki de devrimi savunurken ölecektir. Fakat önemli olan bu ânın gelebileceğini bilerek ve sezinleyerek yine de çalışmaya devam etmek, fakat bu an hiç gelmeyecekmiş gibi, ülkemizi barış içerisinde inşa etmeyi düşünerek çalışmaktır. Böyle düşünmeliyiz, bu en iyi çözüm yoludur ve bizim böyle davranmaya hakkımız vardır. Bize saldırırlarsa, kendimizi savunacağız. Düşman bombaları yaptıklarımızı yıkarsa, zararı yok, zaferden sonra onları tekrar yaparız. Şimdi ise yalnızca yapıcılığı düşünmeliyiz.
Bütün bunlar bizi politik ve ekonomik alanlarda bugün sahibolduklarımızı incelemeye götürüyor. Bugün, kuşkusuz bir devrimci hükümete sahibiz. Bunu, herhangi bir şeyin kuşkulu bir duruma düşüreceğini sanmıyorum; hükümetimiz, halkın yaşam düzeyini yükseltmeyi ve halkımızın mutluluğunu olanaklı kılacak koşullan yaratmayı amaçlayan bir halk hükümetidir. Bir başka başarımız da geleneksel silahlı güçleri ortadan kaldırmak olmuştur.
Bir halk hükümetine sahibolmak, halk için esastır. Şimdi halkın hükümetine sahibiz. Fakat herhangi bir hükümet ne yazık ki orduya dayanmak ihtiyacındadır. Bir ordu bulundurmak zorunludur, fakat bunu asalak bir kuruluş haline getirmekten sakınmalıyız. Ordumuz bu durumdan büyük ölçüde kurtulmuştur. Geleneksel orduyu ortadan kaldırmasaydık [sayfa 34] şimdi ya hapiste, yada ölmüş olacaktık. Bugün Direniş Ordusunun bu denli önemli olmasının nedeni budur. Devrimci hükümetimiz Direniş Ordusundan destek alır. Onlar, bir ve aynı şeydir.
Ayrıca, coğrafik durumumuz iyidir, zengin bir doğa bize olağanüstü bir ekonomik gelişme sağlıyor. Daha bilinmeyen maden kaynaklarımız var. Nikel üretiminde dünyada ikinciyiz, yada en azından batı dünyasında ikinci sırada geliyoruz. Nikel, füze başlıkları yapımında kullanılır. Yine bütün tankların zırhlanmasında nikel kullanılır ve daha son zamanlara kadar havacılık sanayicinde ince lehimlerin yapılmasında nikelden yararlanılıyordu. Bu, gelecekte de kullanılacak stratejik bir madendir. Belki petrolümüz de var. Demire sahibolduğumuz biliniyor, gerçi işlenmesi zordur, fakat bu maden hiç değilse yurdumuzda çıkıyor. Kömürümüz yok, fakat kömür elde etmek için çare araştırıyoruz. Ayrıca, olağanüstü zengin şekerkamışı kaynaklarına sahibiz.
İşte aktifimiz bunlar; fakat pasifimiz de var.
En başta, gelişmemizin eşitsiz olduğunu söylemeliyiz. Bütün az gelişmiş ülkeler gibi tek yönlü bir üreticiyiz. En başta gelen üretimimiz şekerdir; gelişmemizin ağırlık merkezini bu ürün oluşturur. Şeker arıtma fabrikalarından' başka birşey geliştirememişiz; eskiden bu fabrikalardan elde ettikleri paralarla bir grup ithalâtçı mamul ürünler satınalıyorlardı. Bütün bunlara, eski hükümetlerimizin hiçbir zaman şekerimizi uygun koşullarla satmaya çalışmadığını da eklemeliyiz; bunun yerine, Birleşik Devletlerin egemen olduğu bir sömürgeci ekonomik sistem önünde boyuna tavizler verip boyun eğiyorlardı. Hiçbir zaman yeni pazarlar yaratmayı denememişlerdi. Pek çok ülke ihtiyacından az şeker tükettiği [sayfa 35] ve dünyanın büyük bir kısmında satmalına gücü arttığı, daha çok şeker satınalmaya hazır oldukları halde, ülkemiz yeni pazarlar aramamıştır. Eski yönetimler, gerçekler karşısında kördüler.
Bir kota sistemimiz vardı. Bu sistem, toprak sahiplerinin ihtiyaçlarından fazla toprak almalarını sağlıyordu. Sonuç olarak tarımsal gelişmemiz durgunluk içindeydi. Küba gibi doğal bakımdan zengin bir ülke ancak ilkel bir tarım teknolojisine sahipti. Toprak kendi haline, bırakılmıştı, yılda bir kez hasat yapılıyordu. Tarlalara ortalama olarak yedi yılda bir başka ürün ekiliyordu. Bu nedenle Küba'da hasatlar çok düşüktü.
Bir sorun daha var. Bunu hepimiz biliyoruz, ve ben bu sorunu abartmadan ele alacağım.
Toprağımızdan 90 mil uzaklıkta saldırı potansiyeli yüksek, savaş suçlularıyla dolu bir hava üssü bulunmaktadır. Burada diplomatik saldırıdan tutun da başka ülkeler için katil kiralamaya varıncaya kadar her şeyi yapıyorlar. Bugün Küba'ya karşı saldırılar yüksek bir düzeye ulaşmıştır. Stratejik bakımdan Karayiplerin tâ yüreğinde bulunuyoruz. Toprağımızda, bizimle sürekli olarak bir sürtüşme kaynağı oluşturan düşman üssü bulunuyor. Savaş çıkarmak istiyorlar. Herşeyi bir yana bırakın, Latin Amerika için "kötü örnek" olmak gibi tehlikeli bir onur da taşıyoruz. Biliyorsunuz, Eisenhower, Latin Amerikayı ziyarete gitti ve gözyaşartıcı gazların etkisiyle ağladı sonunda. Diğer kelimelerle zavallı başkanın durumu çok kritik.
Bizim başkanımız da Latin Amerika'ya gitti. Hükümet görevlileri ona karşı soğuk davrandılar, fakat halkın sıcak desteğini kazandı. Biz hem şerefli, hem de tehlikeli bir örnek oluşturuyoruz. Bu nedenle [sayfa 36] sömürgeciler bizi tecrit etmeye uğraşıyorlar; fakat bizi halktan koparmak olanaksızdır. Bizi dereceli olarak yalnız bırakmaya çabalıyorlar, önce Dominik Cumhuriyetinin diktatörünü tecrit etmeyi denediler; daha sonra Latin Amerika'da tecrit edilmesi gereken başka bir diktatör bulunduğunu ileri süreceklerdir. Fidel'in dediği gibi, bizi kuşatmaya çalışıyorlar, daha sonra saldırıya geçecekler.
İşte karşı karşıya bulunduğumuz dıştan gelecek tehlike budur. Bununla birlikte ilerlemeye devam etmek zorundayız. Politik tehlikeler önemsizdir. Ekonomik olanaklarımızı ölçmeli ve daha sonra sanayileşmemizi tamamlayıncaya kadar ilerlemeliyiz. Ortaya koymamız gereken bazı amaçlarımız var. Başlıca hedeflerimiz nelerdir? Ya en büyük amaçlarımız? Politik bakımdan, kendi kaderimize sahibolmak istiyoruz, bağımsız bir ulus olmak istiyoruz. Yabancıların müdahalesi olmaksızın gelişme sistemimizi kurmak istiyoruz. Dünyayla serbestçe ticaret yapmak istiyoruz. Halkın hayat düzeyini yükseltmek istiyoruz.
Politik sorun konusunda endişeye kapılmamalıyız. Halkın desteğine sahibiz ve hiç kimse bize bir politik sorun nedeniyle diz çöktüremez. Bununla birlikte, gelişmemiz, halka gereğinden daha pahalıya malolmamalıdır. Birçok tüketim maddelerinin kıtlığı nedeniyle bazılarının mutsuz olduğunu biliyoruz. Sömürgecilik bize bu malların kullanılmasını çok iyi öğretti. Çiklet bunun çok iyi bir örneğidir. Bize çiklet tüketmeyi öğrettiler; sonra da, ortada çiklet kalmayınca, bu adamlar, hükümetin halkın hayat düzeyini gerçekten yükseltip yükseltmediğini soruyorlar. [sayfa 37]
Yanlışlar yapabileceğimiz açıktır; fakat ihtiyaç duymadığımız ve temel olmayan pek çok madde olduğunu da anlamak gereklidir. Bugün 300.000 işsiz vardır. Bunun anlamı açlık, yoksulluk ve hastalıktır. Açıkça ve içtenlikle söylemeliyiz ki, hem bir yandan çiklet, şeftali ve başka lüks maddeler ithal edip hem de öte yandan işsizler ve yarı-işsizlere iş alanları yaratamayız. Bu, başarılması çok güç bir iştir.
Bugün, işgücümüz 2.300.000 kişiye yükselmiştir. İşgücümüzü nüfusumuzun üçte biri oluşturur, işgücünün yüzde 13'ü işsizdir, bunlar 300.000 kişidir, yan-işsizler de işgücünün yüzde 13'ünü oluşturur. Yaklaşık olarak 300.000 kişilik şeker kamışı işçileri yılda ancak üç ay çalışırlar, bunların durumu yarı-işsizliğin acı bir örneğidir.
Ekonomik açıdan, devrimci hükümetin temel görevi herşeyden önce işsizlerin ve daha sonra yarı-işsizlerin sorunlarına çözüm bulmaktır. Bu nedenle içimizden pek çoğu ücretlerin artışına karşı aman-sızçâ mücadele ettiler, ücret artışı yeni işsizlerin ortaya çıkması anlamına gelir. Bu ulusun sermayeleri sınırsız değildir; para basma makinalarıyla sermaye yaratamayız. Ne denli çok miktarda para basarsak değeri de o denli düşer. Elimizdeki sermayelerle gelişmemize devam etmemiz gereklidir. Yaratacağımız endüstrilerin elverdiğince çok iş alanı yaratmasına çalışarak planlamamızı özenle yapmalıyız. Herkesin günlük ekmeğini kazanabilmesine özen göstermek herkesten önce bizim görevimizdir. En başta gelen amacımız kimsenin aç kalmaması, ve daha sonra da herkesin hergün yemek yemesini sağlamaktır. Bundan sonra, herkesin uygun koşullarda yaşamasını sağlamamız gerekecektir. Bunun arkasındansa sağlık hizmetleri ve eğitimin parasız olması gelecektir. [sayfa 38]
Şimdi en başta gelen sorunumuz işsizliktir. Her şeyden önce bunu düşünmeliyiz. Döviz tasarrufu çocuk oyuncağı değildir, kaçınılmaz bir zorunluluktur. Tasarruf edilen her kuruş yeni iş alanları yaratılmasına yarayacaktır. Fakat biz yine konumuza dönelim. Ekonomik gelişmemizi nasıl başaracağımızı inceleyelim.
Gelişmemiz için iki yol tutturabiliriz. Birincisi hür teşebbüs sistemidir ki "bırakınız geçsinler, bırakınız yapsınlar,, diye de adlandırılır, bunun anlamı tüm,ekonomik güçlerin serbestçe hareket etmesine izin vermektir. Bu ekonomik güçlerin birbirine eşit olduğu ve ülkenin gelişimi için birbirleriyle serbestçe rekabette bulunduğu varsayılır. Geçmişte, Küba'da bu sistem uygulanıyordu, fakat bu bizi hiçbir hedefe götürmedi. Halkımızın ekonomik yollardan, bilinçlenmesine engel olunarak nasıl köle durumuna düşürüldüğünü gösteren birkaç örnek vermek istiyorum.
O zamanlar başımızda bir diktatör vardı, fakat bu diktatör olmasaydı da aynı şeyler meydana gelebilirdi, örneğin şimdi devletin kontrolü altına alınmış olan Cubanitro adlı bir şirket vardır. Bu şirketin değeri 20 milyon pesodur ve bizim onu daha da büyütmemiz gereklidir. Bu, değerli bir şirkettir. Bu şirket daha önceleri, 400.000 peso yatırmış bir grup pay senedi sahibinin mülkiyetindeydi. Bu grup 400.000 pesoluk bir banka kredisi elde etmişti ve içlerinden kafası işleyen ve biraz inisiyatif sahibi olan biri günün birinde milyoner olup çıktı.
Fabrikalara ve üretime hiçbir yatırımın yapılmadığı başka haller de vardır, örneğin 20 milyon pesoya sahip olan bir adam iş alanları yaratsa yada ulusal endüstriyi geliştirse, bu o kadar kötü bir şey değildir. Oysaki 20 milyon pesonun sanayiye, yatırılmayıp [sayfa 39] bunun yerine yarısının makinalar satınalınmasına harcandığı geri kalanınsa cebe indirildiği haller vardır. Bu milyonerlerin bir sanayi planı yaratmaya hiç de niyetleri yoktu. Her şey akıntıya kapılmış sürükleniyordu, bu adamlaraysa bütün bunlar vız geliyordu.
Bunun klasik bir örneği yalnızca ödünç alınan paralan çalmak için kurulmuş olan "Tecnica Cubana" adlı kâğıt fabrikasıydı. İşte size devletin para yardımı yaptığı hür teşebbüsün iki örneği. Elbette ki bütün sanayi girişimleri için bu durum böyle değildi; fakat bu işletmelerin çoğu o dönemde iktidarı kontrol altında bulunduran asker ve politikacılarla anlaşma halindeydi. Bunlar böylelikle kendilerine daha çok avantaj sağlıyorlardı.
Hür teşebbüs sisteminin bir başka örneği de Fidel'in bir kez okuduğu Radio-Cremata'nın mektubudur. Mektupta, bu kuruluşun "Compania Cubana de Electricidad"[10] şirketine yaptığı hizmetlerden açıktan açığa sözediliyordu, oysaki, o kurum Küba halkını temsil ediyordu. Bu da hür teşebbüs sisteminin bir başka örneğidir.
Mülk sahiplerinin çalıp çırpma arzusunun dışında, birçok fabrikanın kapanması gibi acı bir durum da vardır. Bu niçin böyle olmuştur? İki nedenden dolayı, önce, küçük Kübalı kapitalistlerin sahibolduğu bu küçük fabrikalar büyük tekelci girişimlerle rekabete dayanmak zorundaydılar. Tekelci girişimler bir rakiple karşılaştıklarında hemen fiyatlan düşürüyor ve rakibi piyasadan siliyorlardı. Bu büyük şirketler dünya çapında iş yapıyor ve fiyat indirimi [sayfa 40] onları pek az etkiliyordu. Oysaki küçük işletme altı ay içinde batıyordu.
İkinci sebepse hür teşebbüs sisteminin yarattığı anarşiye bağlıydı. Ne zaman bir üretici bir iş kursa ve basarsa, hemen üç başka üretici daha aynı işe girişiyordu, oysaki piyasanın potansiyeli ancak bir tek üreticiyi kaldırabiliyordu. Bunun sonucu, rakiplerin saf-dışı olmasıydı.
Hür teşebbüs sisteminin yarattığı bir başka sonuç işçinin kendini çalışan bir mal olarak satmasıydı. Bunun nedeni, işsizlik ve ekonomik güçler arasındaki savaştı. İş bulmak için işçilerin aralarında rekabete girişmesi gerekiyordu. Aç kalamayacaklarına göre, kendilerini satıyorlardı. Kapitalistlerin en ucuz işçileri satınaldığını söylemeğe bile gerek yok. Bazen işçiler aç oldukları için kendilerini daha da ucuza satıyor ve böylelikle işçi sınıfının çıkarlarına zarar veriyorlardı. Yani, iş elde eden işçi diğerlerini aynı koşullan kabul edip kendisini taklidetmeye zorluyordu. Bu da hür teşebbüsün yarattığı sonuçlardan biriydi.
Bazen de bunun tersi oluyordu. Yabancı işletme ulusal kapitalist işletmeden yada devletten daha yüksek ücretler veriyor ve işçileri ayrıcalıklılar haline dönüştürüyordu. İşletme her yıl muazzam kârları yurt dışına çıkarırken, işçi bu "iyilik sever" şirkete karşı bağlılık duyuyordu, örneğin petrol şirketleri, her yıl 30 milyon dolan Küba sınırlan dışına çıkarıyorlardı. Biraz önce bir Kübalının 20 milyon pesoyu cebine attığını açıkladım, fakat petrol şirketlerinin yıllık kârı 34 milyondu. Telefon şirketi ve elektrik şirketi gibi bütün büyük uluslararası işletmeler için aynı şeyi söyleyebiliriz. Bunlar bir sistem yaratmışlardı: yüksek ücretler ödüyor ve büyük kârlar topluyorlardı. [sayfa 41] Bu sayede işçi sınıfını bölüyorlardı. İşçilerine, yabancı şirketlerde çalıştıkları için tüm başka işçilerden farklı olduklarını söylüyorlardı. Kendi kulüpleri vardı; burada zencilerin çalışmasına izin verilmezdi. Bölücülük için her türlü araçtan yararlanıyorlardı. Bunlar Küba'da gözle görülen elle tutulan örneklerdir, çünkü bu sistem burada uzun bir süre varlığını sürdürmüştür. Şimdi de bize bunun bir ülkenin demokratik gelişimini sağlayan tek yol olduğunu söylüyorlar. Bugün, bize bunu yutturmaya çalışıyorlar.
Fakat bir başka sistem daha vardır. Bizim sistemimize göre, bizler devrimcileriz ve devrimci hükümetimiz halkı temsil eder. Endüstrileri kimin için kurmak zorundayız? Kime avantaj sağlamalıyız? Halka avantaj sağlamalıyız. Bizler halkın temsilcileriyiz, bu nedenle ülkenin sanayileşmesini hükümet yönetmelidir. Bu şekilde olunca, anarşi olmayacaktır. Tek bir vida fabrikasına ihtiyacımız varsa, tek bir fabrika kurulacaktır; ayrıca bir bıçak fabrikasına ihtiyacımız olursa bundan da bir tane kurarız. Böylece kargaşalık olmaz ve ulusun sermayesi tasarruf edilmiş olur.
Bir temel sanayi ihtiyacı kendini hissettiriyorsa, zararına da işlese kurulacaktır, çünkü bu sayede sanayileşmemizin temelleri atılacaktır. Ayrıca kurnazlık ve bir takım oyunlarla bir grevi kırmamalı, bir işçi gösterisini dağıtmamalıyız. Kendimize bir avantaj sağlamak, yada herhangi bir kimseyi piyasadan silmek amacıyla, bir işçiye yada uzmana hakkettiği ücretten fazlasını ödememeliyiz, bunlar devrimci yöntemler değildir. Bununla birlikte, tüm endüstri dallarında, önce işsizlere, sonra yarı işsizlere olmak üzere herkese iş vermeyi garantilemenin temel amacımız [sayfa 42] olduğunu hatırımızdan çıkarmaksızın emekçiye olanakların elverdiği ölçüde en yüksek ücreti ödemeye çalışacağız.
Hür teşebbüs aracılığıyla gelişme ve devrimci gelişme arasında büyük farklar vardır. Birincisinde zenginlikler bir avuç kişinin elinde toplanır, bunlar hükümetin dostu olan en kurnaz entrikacılardır; ikinci durumda, ulusun zenginlikleri herkese aittir. Her işletme tümüyle ulusun hizmetine çalışır. Devrimci gelişme sayesinde zenginliklerimiz yabancı şirketler tarafından kontrol edilemeyecektir. Devrimci gelişme, ulusal zenginliklerimizi kademeli olarak yabancı tekellerin elinden geri almamızı sağlayacaktır.
İşte iki sistem arasındaki temel farklar bunlardır. Halkımız devrimci gelişme yolunu seçmiştir, işletmelerimiz, Fidel'in dediği gibi "halk ortaklığı" adını taşıyacaktır.
Bugüne kadar yaptıklarımızı inceleyecek olursanız, bu tip gelişmeye uygun davrandığımızı görürsünüz. Gerçekten de halkın çıkarına olan en mütevazı yasalarla işe başladık. Elektrik tarifesi düşürüldü, kiralar azaltıldı, kamu yönetiminde ayıklama yapıldı, daha sonra yolumuz üzerinde bir dönüm noktası olan yasa çıkarıldı, çünkü o zamana kadar, elektrik, yada telefon tarifelerini düşürmekle, kiraları azaltmakla, yönetimde ayıklama yapmakla, hür teşebbüs sistemini savunanların önerdiği şeylerin benzerlerini yapıyorduk. Kiralık taşınmaz mallara sahibolanlardan bazıları hiç memnun değillerdi. Elektrik ve telefon şirketleri aldığımız tedbirleri doğru bulmuyorlardı. Fakat büyük yabancı şirketler, inisiyatiflerimizi desteklediler, istedikleri de buydu; halkın hayat düzeyini biraz yükselten iyi ün yapmış [sayfa 43] bir hükümet. Bu onlar için mükemmel bir hükümetti. En iyisi ise Figueres[11] hükümeti gibi batı demokrasisini kabul eden bir yönetimdi; devlet başkanının bir büyük toprak sahibi olmasının pek önemi yoktu. Daha sonra toprak reformu yapıldı ve bu işleri karıştırdı. Biliyorsunuz ki, herşeyden önce, Birleşik Devletler'in devlet bakanlığıyla doğrudan doğruya ilişkisi olan United Fruit Company vardır.
O anda devrimci hükümetin, reformları yapacağı, bunların lafını etmekle kalmayacağı apaçık ortaya çıktı. Yavaş yavaş, ulusal zenginliğimiz artıyor ve harekete geçme kapasitemiz de yükseliyordu. Toprağı köylülere dağıttık, şeker kooperatiflerimiz, tarım reformu çerçevesi içinde rafineleriler kurdular. Hepimizin uygun adımlarla ilerleyebileceği biçimde, halkın devrimci sürece katılması için gerekli koşullan yaratma çabası içindeydik. Savaş suçlularının ve dolandırıcıların mallarına elkoymak gibi küçük işler sayesinde gücümüzü arttırmıştık.
O sırada saldırı başladı. Küçük uçaklar tarafından saldırıya uğratıldık. Havana bombalandı. Saldırıya yeni devrimci yasalarla karşılık verdik, bunlar petrol ve madenler hakkındaki yasalardı. Bu yolda ilerlemeye devam ettik. Birleşik Devletler bizi şeker kotamızı kesmekle tehdidetti, biz de Sovyetler Birliğiyle bir anlaşma imzaladık. Amerika Birleşik Devletleri, bankalarının kredilerini kesti, bunun üzerine biz de komünist ülkeler ve Japonya ile daha elverişli koşullarda anlaşmalar yaptık. Dış ticaretimizi [sayfa 44] çeşitlendirdik ve onlardan gelecek yeni darbeleri beklemeye başladık, çünkü bunların nasıl davrandıklarını bilenler er-geç saldıracaklarının da farkındadırlar. Tekeller hiçbir zaman oyunu kurallarına uygun olarak oynamazlar. Bir ülkede çıkar elde etme olanaklarını yitirdiklerini anladıklarında, bu ülkeye saldırmaktan geri kalmazlar. Bazen, saldırıları doğrudan doğruyadır; "kamçı" diplomasisi dönemlerinde bu böyledir; bazen de saldırı ekonomik yöndendir. Şimdi şeker kotası konusunda karşı karşıya bulunduğumuz durum budur. Bu sorunun ortaya çıkacağını önceden anlamıştık ve bir açmazla karşılaşmıştık: ya yapılması gerekeni yapacak ve saldırıyı karşılayacak, yada kıtanın en heybetli "Figueres"leri olacaktık. Yeni Figueres'ler olmaktan daima kaçındık, çünkü bu halkın özlemlerini inkâr etmek demek olacaktı. Sahte demokratlar kılığına bürünmek çok kötü bir oyundur. Somoza[12] olmak daha iyidir, çünkü onun kim olduğunu apaçık biliyoruz. Yurtsever geçinmek, devrimci yada "ılımlı" solun adamı görünüşüne bürünmekse halka acı bir biçimde ihanet etmektir. Bunu asla yapamazdık. Kapalı kapılar ardında büyük tekellerle pazarlık ederken halka devrimin diliyle hitap edemezdik. Zor bir yolu, doğru olduğuna inandığımız bir yolu seçtik ve halk da bizi destekledi.
Şimdi iki cephede birden savaşmamız gereklidir. Belki de hem kıyılarımızı fiilen savunmak, hem de sanayileşme savaşma girişmek zorunda kalacağız. "Karşı karşıya bulunduğumuz sorunları analiz ettikten [sayfa 45] sonra, şimdi işçi sınıfının temel görevlerini belirlememiz gereklidir.
Görevler çeşitlidir, fakat ekonomik açıdan yerine getirilmesi gereken üç büyük zorunluluk vardır. Hatta bazen bu üç zorunluluk, işçi sınıfının özlemleri ve patronlara karşı mücadelesiyle yarattığı ortak payda ile çelişkiye düşebilir. Bugün, işçi sınıfının bu büyük zorunluluklarından biri iyi üretmektir. "Üretmek" dediğimizde emekçiler bizim kesinlikle onların özel işverenlerinin kastettikleri şeyi söylediğimizi düşünebilirler -yani daha çok zenginlik üretmek zorunda olduklarını-, fakat daha büyük bir zenginliğin işverenin elinde birikmesi diğer işçiler için işsizlik demektir. Burada görünüşte bir çelişki vardır, bu doğrudur, fakat eğer bugün daha çok zenginlikler üretmek zorunda isek, bundan amacımız devletin herkesin çalışabilmesi için daha çok iş alanları yaratmasını sağlamaktır. Sürekli yaratıcılık zamanı gelmiştir; elverdiğince büyük bir gelişme meydana getirecek yeni görevler, iş alanları yaratmak gereklidir. Bildiğiniz gibi, bir yatırımın hesaplanması için türlü yollar vardır. Kullanılan her emekçi için yaklaşık olarak 10.000 peso gerektiren, yani büyük sermaye birikimlerini zorunlu kılan yatırımlar vardır. Genel olarak bunların verimi çok yüksektir. Yine, emekçi başına 2000 peso isteyen, yani küçük sermaye birikimleri gerektiren yatırımlar da vardır. Bu tür bir yatırım çok daha az gelir sağlar, fakat bizini" bugünkü ihtiyaçlarımıza en iyi uyan yatırım tipi budur. En az bir bedelle elverdiğince çok sayıda insan çalıştırmak zorundayız. Herşeyden önce bunu yapmaya ihtiyacımız var, çünkü bu tam bir sanayileşme için gerekli teknik temeli yaratırken aynı zamanda işsizliği de ortadan kaldıracaktır. [sayfa 46]
Şu belgeyi saklamak istedim. Bana bunu C.M.Q. televizyonu emekçileri verdiler, bu belge işçi sınıfının ne yapması gerektiğini açıkça göstermektedir. Bu, yalnızca dışarıdan ithal edilmesini önlemek için ülkede yazı makinası şeritlerinin nasıl iktisatlı biçimde kullanılacağını gösteren bir fikirdir. Tutumlu olmak, para artırabilmenin yollarını tasarlamak da işçi sınıfının üretme zorunluluğuyla hısım olan bir başka görevidir. Gerekli olmaksızın tek bir kuruş bile harcayamayız. Her kuruş etkili biçimde halkın yararına harcanmalıdır. Arttırılan her kuruş iç ticaretimize, yada ulusal hazinemize gider. Buysa, yeni bir iş alanı yaratılmasını sağlar.
Üretim ve tutumluluk ekonomik gelişmenin temelidir, fakat bununla bir avuç kişinin yararına olan değil, emekçilerin çıkarına olan üretim ve tutumluluğu kastediyoruz. Bir başkasının yararına olacaksa sizden büyük fedakârlıklar, daha dikkatli olma, daha sıkı çalışma gibi şeyler isteyemeyiz. Bu durumda, böyle isteklerde bulunmak haksızlık olur. Biz bu fedakârlıkları tümüyle halkın iyiliği için istiyoruz. Devletin kontrolündeki fabrikalarda daha büyük bir üretim istiyoruz. Giderek kurmakta olduğumuz büyük fabrikalar devletin kontrolü altına girecektir. Zamanla devletin kontrolü büyüyecek ve işçi sınıfının görevleri de artacaktır. Fakat bütün özel sanayilerde bile, ziyankârlığı önlemek ve makinalara özen göstermek gereklidir. (....)[13]
Üretmenin ve tutumluluğun dışında, işçi sınıfının üçüncü zorunluluğu örgütlenmedir. Bu, sınıfların biribirine karşı geleneksel biçimde örgütlenmesi değil, devrime, halka ve işçilerle köylüler arasındaki farkın ortadan kalkması gerektiğinden, emekçi sınıfına daha iyi hizmet edecek biçimde örgütlenmedir. Şimdiden, daha ziyade makinalaşmış yöntemlerle toprağı işleyecek 300.000 tarım emekçisinden oluşan bir grup vardır. Bunların emeği daha teknik bir biçim kazanıyor, işte bu şekilde, üretimle doğrudan ilişkisi olan herkes bir işçi haline dönüşmelidir.
Alıştıklarımızın kesinlikle tam tersini yapmalıyız. Eskiden, doğrudan doğruya ilişkide bulunduğu->muz çevre, herşeyden önce önemli sayılırdı. Bu çevre, sendika, mahalle, aile ve bireyden meydana geliyordu. Bireyin önemiyse en başta gelirdi. Bugün, ulus ve tümüyle halk bireyden daha önemlidir. Kendimizi en önemsiz birşey, makinanın en önemsiz bir parçası olarak kabul etmeli, bununla birlikte iyi işlemeliyiz. Ortaklığın yararına tüm kişisel avantajlarımızı feda etmeye hazır olmalıyız. Her türlü nisan grubu bireyden daha önemlidir. Bir sendikal birlik herhangi bir fabrika sendikasından daha önemlidir. Tüm emekçiler tek bir işçiden daha önemlidir. Bu iyi anlaşılması gereken bir şeydir. Geçmişin yarattığı zihniyeti değiştirmek için örgütlenmek zorundayız.
Sendika yöneticilerinin düşünme biçimlerini değiştirmek gereklidir. Görevleri, patrondan daha yüksek sesle bağırmak, yada üretim sistemi çerçevesinde çalışmayan kimselere ücret bağlanması gibi saçma tedbirleri kabul ettirmek değildir. Bir işçiye hakketmediği bir ücret ödeniyorsa, o işçi kendine ve ulusa karşı entrika çeviriyor demektir. [sayfa 48]
İşte, işçi sınıfının üç görevi bunlardır. Bunları yerine getirmek için devrimci sürecin gelişimini anlamalı ve buna çalıştığınız fabrikanın kesinlikle tanınmasını eklemelisiniz; tüm üretim sistemini bilmeye de ihtiyacımız vardır. Makinasını, onun tamirini ve mümkünse mükemmelleştirilmesini tam olarak bilmek her emekçinin görevi ve hakkıdır. Makinanızı, çalıştığınız kesimi ve tümüyle üretim sistemini bilmeniz gereklidir. Bu, yönetiminizden isteyeceğiniz bir görev ve bir haktır.
Devlet tarafından kontrol edilen fabrikaların yöneticileriyle işçiler arasında sıkı bir ilişki kurulmalıdır. Büyük bir fabrikayı yönetmekle bu fabrikada işçi olmak aynı şey değildir. Sorunlar farklı açılardan görülür. Bugün bile, işçiler ve yöneticiler sorunları değişik açılardan görürler. Yöneticiler tezgâhlara, işçilerse yöneticinin yazıhanesine gidip gelmeli, işçi ve yönetici belirli bir süreci aynı ışık altında görebilecekleri biçimde görüşlerini karşılıklı olarak birbirlerine açıklamalıdırlar. O zaman, sorunların tüm yönlerini görebilirler ve bu sorunlar çözülür. Bugün işçiler tarafından öne sürülen birçok hak davasının böylelikle geri alındığını göreceksiniz.
Şimdi devlet kontrolünde yüzlerce fabrika vardır, örneğin bunlardan birinde, bir işçi daha etkili bir üretim sistemi bulmuş, fakat ustabaşısı onun daha çok üretmesini engellemiştir. Bunu ihanet saymam, fakat bu tutum, duruma ve devrimci harekete yanlış bir müdahaledir. Tarihin, eski düşünce tarzlarını çağdışı hale getirdiği açıkça anlaşılmalıdır. Yeni düşüncelere sahibolmalıyız. Beynimizi kullanmalı ve ortaya çıkan her sorunu incelemeliyiz. Sorunlarımızdan her birini açık fikirli olarak analiz etmeliyiz. [sayfa 49]
Böylelikle, sendika yöneticisi ve emekçi, üretim sürecine katılır ve bundan sorumlu olurlar. Daha ilerlere gidemediysek, bunun nedeni düşmanca davranan sendikaların bulunması yada işçilerin sorunu anlayamamasıdır. Bazen, bir sendika yöneticisi fabrika yöneticisi ile konuşur, tabansa bunu teslimiyetçilik olarak kabul eder. Bu tutumlar ortadan kalkmalıdır, çünkü bunlar varoldukça ulusu sanayileştirme görevimizi yerine getiremeyiz. Görevimiz, en iyi yolu bulmak ve bunu açıklamaktır. Halkın görevi bu yolu bulmamızda yardımcı olmak ve bu yolda hızlı bir ilerleme için tüm gayretiyle katkıda bulunmaktır. Halk yanlışlarımızı yapıcı biçimde düzeltmelidir.
Şimdiye kadar, ulaşabilmemiz amacıyla kendimize çok ılımlı hedefler seçtik. Henüz karşı karşıya bulunduğumuz sorunları işçi sınıfının anlayıp anlamadığını ve bize yapacağı yardımı kesinlikle bilmiyoruz. On yıl içinde her Kübalının yıllık gelirinin iki kat artmasını önerdik. Bugün, her Kübalı vatandaşın ortalama geliri yaklaşık olarak yılda 415 pesodur. Bu, yılın oniki ayma bölünürse, her kişinin aylık gelirinin gerçekte çok düşük olduğu görülür. Elbetteki kadınların ve çocukların çoğu çalışmıyor, fakat bu bir mazeret değildir. On yıl içinde nüfus başına yıllık geliri yaklaşık olarak 900 pesoya çıkarabileceğimizi umuyoruz. Nüfus başına düşen şimdiki geliri iki kat arttırmak yapmamız gereken çalışmaların en belli başlılarından biridir, böyle bir şey Latin Amerika'da şimdiye kadar hiç görülmemiştir. Bu, halkın satın alma gücünün yılda yüzde 7 oranında artacağı anlamına gelir. Latin Amerika'da, nüfus başına yıllık gelirin artış oranı yüzde 1 ila 2 arasındadır, hatta bazı ülkelerde bu oran daha da düşüktür. Diğer bir [sayfa 50] deyişle, gelişmemiz son derece hızlanacak ve bu herkesin görevlerini mutlak biçimde anladığı ölçüde gerçekleşecektir. Hiç kuşkum yok ki, bu amaca ulaşmak olağanüstü bir zafer olacaktır. Buna ulaşacağız, ve bu inanılmayacak derecede büyük bir zafer olacaktır.[14]
Kendimiz için saptadığımız bir başka hedef ise daha çok dikkat gerektiriyor ve 1962 yılının sonuna kadar, yani ikibuçuk yıllık bir zaman içerisinde Küba'da işsizliği ortadan kaldırmayı amaçlıyor. Şimdi alkışlamanıza gerek yok; bu henüz sadece bir tasarıdır, başarırsak hep beraber alkışlayacak, başarısızlığa uğrarsak ıslıklayacağız. Fakat bu herkesin, hükümetin ve birleşen halkın görevidir ve yeterince yiyeceği olan herkesin, yiyecek hiçbir şeyi olmayan yada buna yakın durumda bulunanlarla dayanışması büyük bir zorunluluktur.
Toplantıda bulunanlardan biri hükümetin dört günlük müdahalesi sırasında otellerdeki müşterilerin sayısının 4.000 kadar arttığını söyledi.
Elbette ki pek çok ortaklaşa görevlerden biri de her işletmenin emekçiler ve hükümet tarafından birleşik olarak yönetilmesidir. Örneğin otelcilik sorunu, işçi sınıfının ve onların demokratik yöntemlerle seçilen yöneticilerinin yeteneklerinin denendiği bir konudur. Tabii ki, başlangıçta elde edilen bu başarı tayin edici değildir. Oteller ortaya güç bir sorun çıkarıyor, çünkü Küba'da bunlar, eskiden oyun masasında yada başka bir eğlence yerinde dolarlarını bırakmak [sayfa 51] için buraya gelen turistlere hizmet amacıyla ve sömürgeci zihniyetine uygun olarak yapılmış ve yönetilmişlerdir. Yani bu oteller, sahibolduğu mülklerin bir yıl içinde kazandırdığı gelirlerin birazını saçıp savurmak için Karayipler'deki mülklerini ziyarete gelen büyük efendiye hizmet etmek için kurulmuşlardır. Bunu unutmamalıyız.
Şimdi turizm sanayiinin sistemini, zihniyetini ve yapısını tamamıyla değiştirmek zorundayız. Gelen turistler, eğer Birleşik Devletlerden geliyorlarsa, bunlar kendi yurttaşlarının az çok kanunsuz her türlü tehditlerine göğüs gerecek kadar sağduyu ve cesaret sahibi olanlardır. Ayrıca devrimci süreci gözüyle görmek isteyecek Latin Amerikalı turistler de gelecek; üstelik de bu oteller adanın her yanından gelen ve ülkeyi gezip görmek isteyen yurttaşlarımızla da dolacaktır. Yani turistik sistemi tamamiyle değiştirmek zorundayız, buysa kolay bir iş değildir. Bu işi en iyi yapacak olanların devrimci hükümetle işbirliği halinde çalışan emekçilerin seçtiği yöneticiler olacağından hiç kuşkum olmadığını sözlerime ekleyeyim.