Arama


Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
4 Şubat 2007       Mesaj #2
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
MEDRESEDEN MEKTEBE
OSMANLI EĞİTİM SİSTEMİNDEKİ DEĞİŞME

Prof.Dr. Mustafa Ergün
Afyon Kocatepe Üniversitesi
Klasik Osmanlı eğitim sisteminin oluşumu
Sıbyan Mektepleri
Osmanlıların ilköğretim seviyesindeki okullarına genel olarak "sıbyan mektebi" veya "mahalle mektebi" denilmektedir. Sıbyan okullarına “mekteb” veya “küttab”, yoksul çocuklar için açılanlara da “küttab-ı sebil” veya “mekteb-i sebil” de deniyordu. Küttab veya mekteb, “yazı öğretilen yer” anlamına gelir. İhtimal önceleri burada sadece yazı öğretiliyordu. Ancak sonra temel islâmî bilgiler de bu okullarda verilmeye başlanmıştır.
Önceleri bu öğretim için özel olarak yetiştirilmiş öğretmenler olmadığı gibi, “okul” denebilecek binalar da yoktu. İmâm Mâlik de, mescidleri kirletebilecekleri düşüncesi ile, onlara mescidlerde yer vermeyince bu okullar özel evlerde, mescit ve cami kenarlarında vs. yer bulmuşlardır. Bu okulları vakıflar, zengin kişiler ve çoğu zaman da halk yaptırıyordu.

Küttab veya Mekteb öğretmenlerine “muallim” deniliyordu. Muallimler genellikle o mahalle veya camiin imamı da olurlar; imamların eşleri de kız öğrencilere öğretmenlik yapabilirdi. Muallimler genellikle fazla itibar görmezlerdi. Küttab öğretmenleri çeşitli zamanlarda ve Kur’ân'ın bitiminde, öğrencilerden ve ana babalarından hediyeler alırlardı.
Çocukların küttaba başlama yaşı, 7 civarında idi. Bitirme ise 13-15 yaşları arasında, buluğ çağında olurdu. Başlama, özellikle Osmanlılarda "amin alayı" denilen, çocukların ve öğretmenlerin katıldığı, ilahiler okuyarak o yerleşim yerinde yürüyüş yapılan bir törenle olurdu. Okul genelde tek bir dershane şeklinde olur ve burada farklı seviye ve yaşlarda çocuklar bulunabilirdi. Dolayısıyla bu tür ortamlarda dayak olayları da fazlaca oluyordu.
Öğretimin esası Kur’ân idi. Öğrenciden üç yılda Kur'ân'ın ezberlemesi istenirdi. Ama bu, çoğu zaman ezber olmaz, Kur’ân'ın hatmi (baştan sona bir kez yüzünden okunması ve bazı sayfaların ezberlenmesi) olurdu. Programın içinde yazı da vardı. Yazı, şiir ve atasözleri üzerinde olurdu, Küttablarda, bu derslere ek olarak hikâyeler ve aritmetik de vardı. İbadet şekilleri de öğretiliyordu. On yaşına kadar Kur’ân'ı hatmeden çocuk, daha sonra kelime bilgisi, hitabet, dilbilgisi, edebiyat, tarih gibi ek konular üzerinde üç yıl daha çalışabilirdi. Perşembe öğleden sonra ve Cuma günleri tatil idi.
Bizans'da ve İslâm âleminde temel öğretim, genel şartlar ve prensipler bakımından birbirlerine çok yakındı.
Her iki taraf da, eğitilmiş iyi bir dindar kişi yetiştirmeyi amaç edinmişlerdir. Her iki taraf da, eğitimin ailede verilmesi taraftarıdır. Eğitim yaşı olarak 6 yaşın sonlarını alıyorlar. İslâm âleminde okullar câmilerle ne kadar içli-dışlı ise, Bizanslılarda da manastırlarda, narthexlerde veya büyük kiliselerde idi. Öğrencilerin oturdukları yerler de aynı idi: sıralar, toprak, koyun postları, probea, diphteria.. Öğrencilerin kullandıkları malzemeler de birbirine yakın: tabletler (pinakidion), taş tahta (abakion), yazı takımı (kalamarin), mürekkep şişesi (melanin), kamış kalemler (kalamon).. Her iki tarafta da cevizden ezilerek yapılan mürekkepler kullanılıyordu. İlkokul öğretmenleri, her iki tarafta da sefil ve müşkül bir halde idiler ve alay konusu oluyorlardı. Öğrencilerin çeşitli zamanlarda ve çeşitli vesilelerle getirdikleri hediyeler ile yaşıyorlardı. İslâmiyette Kur’ân'ı bitirttirince hocaya verilen “hitma” Bizans'ta “nomisms” adını alıyordu.
Müfredat programları da mukayese edilebilir şekilde: Okuma-yazma, Gramer, Hesap... İki tarafta da atasözleri ve vecizeleri, öğretim malzemesi olarak kullanıyorlardı.
Öğretim metotları da aynı idi. Ezber (psalmodient, telkîn) öğretime hakim idi. Derslere “besmele” ve “hamdallah” ile başlanıyor, her hafta sonunda kontrol ediliyordu. Hafta sonu tatilleri, ikisinde de vardı. Her iki tarafta da sınıf disiplin ve düzeni, yaşlı öğrenciler ('arif, protoskkolos) tarafından korunmaya çalışılıyordu.
Öğretimdeki ceza metotları da aynı idi. Arapların Falakası, Bizanslılarda “phallagas” şeklinde vardı. Falaka, çok eskiden beri, doğuda da batıda da kullanılan bir aletti. Cezalandırmadan başka amaçlar için de kullanılıyordu. Arapça yazmak, çatlatmak fiilinden mi geldiği,yoksa Yunanca “jalaggaz“ şeklinden mi geldiği şüpheli, ama birinci ihtimal daha kuvvetli.
Buradan çıkaracağımız sonuç, Anadolu ve Doğu Akdeniz çevresinde ilköğretim alanında ayrı dinlerin, kültürlerin ve ulusların birbirine oldukça yakın, birbirinden etkilenmiş bir ilköğretim sistemleri vardı. Osmanlılar da uzun yüzyıllar boyunca bu sistemi yaygın olarak kullanmışlar idi.
Medreseler
İslam dünyasının karakteristik eğitim kurumu medreselerdir. Bu başlangıçta genelde Türk-İslam kültür çevrelerinde ortaya çıkıp gelişmesine karşın, zaman içinde her tarafa yayılmış ve ilköğretim üstündeki değişik eğitim kademelerini temsil etmiştir.
Medreselerin doğuşu
Medreselerin ne zaman, nerede ve hangi etmenlerle ortaya çıkığı meselesi, henüz itiraz kabul etmez bir şekilde ortaya konulmuş değildir. Bu hususta araştırma yapanların görüşleri kısaca şu şekilde guruplandırılabilir:
Medrese sistemi, çok eski zamanlardan beri varolan câmi okullarının bir devamıdır. Bir câmide belli bir hücre derslere ayrılınca veya bir sütun dibinde öğretim halkası oluşturunca, buraya “medrese” denirdi. Daha sonra medrese ve cami binaları da birbirinin fonksiyonlarını görmeye başlamıştır. Bazı binalar her iki isimle de anılıyordu.
Câmideki öğretim yeri ile medreselerdeki öğretim arasında önemli farklar vardır. Câmilerdeki ayrı ayrı halkalar, medreselerde ahenkli bir çalışma şekli haline dönüşüyordu. Mimarlık açısından da câmiler medreselere değil, medreseler câmilere yeni şekiller vermişlerdi. Câmi ve medrese arasındaki kavram kargaşası, herhalde “medrese” kelimesinin, normal okul anlamında kullanılmasından doğmuştur. Elbette, medreselerden önce câmi okulları vardı. Ama bunlar medreseye kaynaklık etmemiş, belki de medreselerin Suriye'ye yayılmaları sırasında, bu iki öğretim kurumu arasında bir birleşme ve karışma olmuştur.
Cami ile medrese arasındaki bu içli-dışlı arkadaşlık, çok yerde yakın zamana kadar devam etmiş, bazı yerlerde hâlâ da devam etmektedir. Bu iki kuruluş, aynı fonksiyonları görmüşler, iç-içe olmuşlar, aynı idare tarafından yöneltilmişlerdir. Birbirlerinin eksiklerini tamamlamışlardır. Buna dayanarak Pederson, medreselerin, câmilerden tamamen ayrılmadan ortaya çıktığını söylemiştir.
Şu veya bu sebeple câmiye terk eden müderrislerin, seçtikleri öğrenciler için kendi evlerinde kurdukları dershaneler, "medrese"nin kaynağı olarak gösterilmiştir. Bu, İranlılara has özel medreseler; Irak, Suriye ve Mısır medreselerinin kurucuları tarafından kopya edilebilecek birer model olabîlir mi? Başka bir deyişle, özel ve küçültülmüş bir dershanenin, bir devlet kuruluşu haline çevrilmesi onun, gelecek günlerde oynayacağı rolün bilincini ve önemini yerine getirebilir mi?
Diğer taraftan da medrese ile Dârü'l-ilim arasında, birinin diğeri üzerinde etkisini akla getirebilecek olumlu bir paralellik var. Bizim gördüğümüz Dârü’l-ilimin gelişmiş şekli, şi'î İsmâ`ili propagandasının bir âleti idi. Şi`i idareciler tarafından, sünni halka inançlarını empoze etmek için açılıyorlardı. Medrese de, bütün yasak inanç şekillerine ve bilhassa şi'iliğe karşı bir tepki olarak ortaya çıktığına göre, Dârü’l-ilimlerin halefi olmuşlardır.
Dârü'l-ilimler ile medreseler, yaptıkları mücadele yanı sıra, vakıf şartları bakımından da birbirlerine benzerler. Öğrencilere ve müderrislere sunulan misafirperverlik; her iki kuruluşta da vardır. Program bakımından da Dârü’l-ilimler ile medreseler arasında bir yakınlık var. Pek çok kişiler, câmilerde adab dersi olmadığı için, oradan ayrılmış, Dârü’l-ilimlere girmişlerdir. Adab dersi, medreselerde de vardı. Bu bakımdan çok sayıda âlimler, câmilerden ayrılarak medreselere yerleşiyorlardı. Kütüphâne de, Dârü'l-ilm ile medrese arasındaki başka bir kuvvetli bağdır. Kütüphâneler, doğrudan doğruya Dârü’l-ilimlerden medreselere geçmişlerdir. Öğrenciler de iki kuruluş arasındaki diğer bir kuvvetli bağdır. Müderris ve öğrenci sınıfları, Dârü’l-ilimler içinde teşekkül etmişti. Dârü’l-ilimler yapılıncaya kadar, câmi ve saraylarda yerleşen öğretmen ve öğrenciler, sonra bu kuruluşlarda toplanarak ders yapmışlardır. Medreselere bu da tesir etmiş olabilir. Devlet memurları yetiştirme fonksiyonu da, iki kuruluş arasındaki bir başka ortak taraf idi.
Horasan ve Maveraünnehir yöresindeki “medrese” adlı okulların devamı ve gelişimidir. Medreselerin asıl memleketi, Horasan ve Maveraünnehir bölgesidir. Nizâmülmülk'ten önce o yöredeki okullar; Gazneliler, Karahanlılar ve Selçuklular tarafından destekleniyorlardı. Bu hanedanlar tarafından desteklenen medreseler, Nizâmiye Medreselerinin esas kökeni olmuş olabilirler.
Horasanın özel veya câmilere bağlı ilkel medreseleri. Karmatî manastırlarına bağlı okulların nüfuzlarını azaltmak, hiç olmazsa hafifletmek için açılmışlardır. Bu şekilde, zaviye okullarının, medrese sisteminin gelişiminde rol oynadığı söylenebilir. Julian Ribera, medrese sisteminin gelişimini biraz daha geriye götüren araştırma sonucunda, sünnî medreselerinin, Horasan'daki Karmatî propagandasını önlemek için ortaya çıktıklarını iddia ediyor. Ona göre sünni medreseleri, Karmatî manastır okullarını kopya etmek suretiyle ortaya çıkmış olabilirler.
J.Ribera, yakın doğudaki Hıristiyan okullarının, medreseler için bir model olabilecekleri ihtimalini ileri sürüyor. Gerçekte Bizans'da Üniversiteler vardı. Yalnız Bizans eğitimi; medreselerin temeline, sistemine etki edebilecek durumda değildi. Üstelik, medresenin ortaya çıkmaya başladığı devirde, Bizans üniversitelerinde bir ortadan kaybolma var. Yâni başkalarına tesir edecek bir kuvveti yok. Üstelik medreselerin doğuş yeri Suriye ve Filistin değil, Horasan yöresidir. Bu bakımdan Ribera'nın bu iddiası, öbür etmenlerin yanında daha zayıf kalıyor.
Horasan yöresindeki basit medreselerin doğuşunda, Budist manastırlarının da tesiri olmuştur. Türk medrese-mescit sisteminin doğuşunda, “Buyan” veya “Vihar” adlı külliye sisteminin önemli bir payı olsa gerek. Külliyelerin amacı, önce “toyın” (Budist rahip)lara yerleşim ve yolculara barınak yeri olmaktı. Daha sonraki görevi ise, öğrencileri eğitmek idi. Bu külliyelerdeki öğretim, 10 yıl kadar sürerdi.
Türkler, IV. yüzyıldan itibaren, Budist Külliyeleri yaptırmaya başlamışlardır. Göktürkler de VI. yüzyıldan itibaren Burkan (Budist) dinine girmeye başlamış ve Budist Külliyeleri yaptırıyorlardı. Türkler, külliye kavramını Budizm’den islâmiyete geçirmişlerdir.
Orta-Asya'da İslâmiyet, yabancı dinlere (Budizm, Maniheizm, Hıristiyanlık) karşı mücadele etmek için medreseleri kurarken, Budist viharalarını taklit ediyordu.
Selçuklu medrese sistemi
Türkler Ortadoğu'ya iyice girmek istediklerinde, bu kez karşılarına Araplar değil şii İranlılar çıktı. Biraz da bu nedenden, yeni kurulan Türk devletleri sünniliğin savunucusu durumuna geçtiler. Karahanlılar, Gazneliler, Eylekoğulları, Ahşidoğulları ve Selçuklular böyle bir dinî ve siyasî ortamda ortaya çıktılar. Batıdan Fatımiler ve doğudan Büveyhî şii devletlerinin baskısıyla yıkılmak üzere olan Abbasi Devleti’nin yardımına çağrıldılar. Gerek İran'da gerekse Suriye’de İran kökenli bu devletleri uzun mücâdelelerden sonra ortadan kaldırdılar. Bu arada iktidarlarını sağlamlaştırmak, halkı da kendi yanlarına çekmek için Orta Asya’da geliştirdikleri medreseleri de getirip etkin olarak kullanmaya başladılar.
Nizamü’l-Mülk, Selçukluların İranlı bir sünni vezirleri idi. Sultan Alpaslan’ın veziri olarak ilk önce İmam Cuveynî için Nişapur Nizamiyesini, 1067 yılında Ebu İshak Şirazî için Bağdad Nizamiyesini, daha sonra Belh, Herat, İsfahan, Basra, Merv, Musul, Amul, Harcird, Rey, Buçenc Nizamiyelerini yaptırmıştır. Bu medreselerin hemen hepsi o zamanın meşhur âlimleri için yapılmıştır. Ayrıca hemen her medreseye zengin vakıflar bağlanmış, müderrislerin ve özellikle öğrencilerin devlete ve sünnî görüşlere iyice bağlanması için para, yiyecek ve giyecek yardımı sağlanmıştır. Nizamü’l-mülk'ün yaptırdığı medreselerin sayısının daha fazla olduğu tahmin ediliyor.
Nizamülmülk bu medreseleri birinci planda devletin sünnî olmayan görüşlere karşı savunulması ve menfaatlerinin gözetilmesi amacıyla kuruyordu. Selçuklu Devleti’nin şiilere kargı savaşında ve bu savaşın kazanılmasında medreselerin rolü inkâr edilemez. Aynı zamanda bu medreselerde ders veren müderrisler, bu medresenin çeşitli imkânlarından yararlanarak bir meslek sahibi olan yoksul öğrenciler çeşitli görevler için dağıldıkları çeşitli yerlerde Selçuklu Devletine bağlılığı propaganda etmişlerdir. Nişapur medresesi kurulurken Sultanın izni alınmış ve bu izinle ülkenin her tarafına medreseler kurulmuştur. Medreseler devlet girişimi ve devlet parası ile yaptırılmıştır. Bu durum Nizamü’l-mülk’ün hem bir başbakan hem de Eğitim Bakanı gibi çalıştığını gösteriyor.
Nizamiye medreseleri, tarihte “eğitimde şans ve fırsat eşitliği” sağlamanın mükemmel örneklerinden biridir. O zamanlar yükseköğretim maddî problemi olmayan, kolayca kitap satın alabilen ve çeşitli yerlerde araştırma yapabilenlerin hakkı idi. Devlet, medreseleri “yatılı ve burslu” bir eğitim kuruluşu haline getirmekle öğretimde imkân ve fırsat eşitliğini sağlama çalışmalarına girişmiş oluyordu. Bu medreselere bağlanan zengin vakıflar, onların bütün ihtiyaçlarını karşılayacak sürekli bir gelir kaynağı oluyordu. Müderris ve öğrencilerin bütün ihtiyaçları karşılanınca, onlar da kendilerini kayıtsızca bilime ve öğrenmeye verebiliyorlardı. Nizamü’l-mülk’ün inancına göre, eski sultanlar âlimlere ve öğrencilere maaş vermedikleri için, onlar da sultanlara karşı ve hattâ onların devletlerine karşı propaganda yapıyorlardı.
Bu denli yaygın Nizamiye medreseleri kurmanın bir başka amacı, Büveyhoğullarının yıkılmaları üzerine onların topraklarında kurulan yeni devletin idarî kadrolarında ihtiyaç duyulan devlet memurlarını yetiştirmek olmalıdır. Bir de Nizamiye medreseleri artık ordulardan ve elçilerden oluşan eski devlet sisteminin değiştiğinin, bunun yerine egemen olduğu bütün topraklarda çeşitli işleri devletin yönetim felsefesi içinde yapacak kadrolara ihtiyaç duyulduğunun ve bunları yetiştirmenin de devletin esas görevlerinden biri olduğunun göstergesi gibi gelmektedir.
Selçuklu medreseleri müderris-öğrenci ilişkilerinde bir yenilik getirmemişti ama öğrenci statüsünde bazı yenilikler getirmişti: Bu, medrese öğrencilerinin büyük bir kısmının yatılı olması ve bu arada medrese vakfından burs alabilmeleridir.
Nizamülmülk sağlam esaslar üzerinde bir “Nizamiye geleneği” başlattıktan ve bunun başarısını gösterdikten sonra, Selçuklu ülkesinin çeşitli şehirlerinde yaygın bir medrese kurma faaliyeti başladı.
Gerek Selçuklular, gerekse bunun arkasından gelen Beylikler ve İlhanlılar zamanında Anadolu'da Selçuklu geleneğinde bir çok medreseler kuruldu. Osmanlı Devleti’nin kuruluş yılları ve Beylikler döneminde Anadolu'nun birçok yerleşim yerine camilerle beraber medreseler de kurulmuştur.
Osmanlı medrese sistemi
İstanbul’da Fatih medreseleri yapıldıktan sonra, Osmanlı Devleti sınırları içindeki medreseler de bir derecelenmeye, yeni bir teşkilâta tabi tutuldu. Buna göre, medreseler aşağıdan yukarıya doğru şöyle sıralandı:
· Hâşiye-i Tecrid: Buralarda çalışan müderrislerin yevmiyesi 20-25 akça idi. Burada okutulan ana kitap “Hâşiye-i Tecrit” olduğundan medrese de bu adı almıştı. Bu kademede ayrıca Emsile, Bina, Maksût, Avâmil, İzhar, Kâfiye, Şerh-i Tevalî, Şerh-i Feraîz, Mutavvel gibi kitaplar okutulurdu.
· Miftah medreseleri: Hâşiye-i Tecrid medreselerinin üstünde, müderrislerinin 30-35 akçe aldıkları ve okutulan ana kitabın “Şerh-i Miftah” olması nedeniyle bu ismi almış medreselerdi. Ayrıca burada da Hâşiye-i Tecrid, Tenkih ve Tavzih, Mesâbih gibi kitaplar okutuluyordu.
· Kırklı medreseler ve Hâriç elli medreseleri: Osmanlılardan önceki sultan ve emirlerin yaptırmış oldukları medreseler bu adı alıyorlardı. Müderrisleri 40 akça alıyordu. Bu medreselerin ilk sınıflarında Şerh-i Miftah, orta sınıflarında Şerh-i Mevakıf (Kelâm) ve yüksek sınıflarında da Hidâye (Fıkıh) okutuluyordu.
· Dâhil elli medreseleri: Osmanlı padişahları, şehzade anneleri, padişah kızları ve şehzadelerin yaptırdıkları medreseleri bu ad veriliyordu. Müderrisleri 50 akçe alıyordu. Aşağı sınıftakiler Hidaye, ortadakiler Telvih (Usul-ü Fıkıh) ve ilerdeki öğrenciler Keşşaf veya Kadı Beydavî tefsirlerinden birini okuyorlardı.
· Musıla-ı Sahn: Derece olarak Dâhil elli medreseleri derecesinde idi. Ancak burası Sahn-ı Seman medreselerine öğrenci yetiştiren Tetimme medreseleri olduğu için, “Sahn medreselerine götüren” anlamında bu ismi almışlardı. Okutulan dersler de Dâhil elli medreselerinde okutulan dersler idi.
· Sahn-ı Semân medreseleri: Fatih Külliyesi içindeki en yüksek medreseler idiler. Müderrisleri 60 akça alan Musılâ-ı Sahn müderrislerinden daha çok ücret alırlardı.
Gerek müderrislerin yükselirken, gerekse öğrencilerin bir yukarı kademedeki medreseler derslerine devam ederken, aşağıdaki medreseleri bitirmeleri, buradaki dersleri okuduklarına ve anladıklarına dair müderrislerden belge almaları gerekiyordu. Öğrenci geçişlerinde bu medreseler sıralamasına dikkat edilmesi üzerine bir çok fermanlar yayınlandığını, ama gene de sık sık bu sıralamanın bozulduğunu görüyoruz.
Süleymaniye Külliyesi yaptırıldıktan sonra medrese sıralamasına ”İbtida-i Altmışlı” ve “Hareket-i Altmışlı” kademeleri ile Mûsıla-ı Süleymaniye, Hamise-i Süleymaniye, Süleymaniye ve Dârü’l-hadis medreseleri kademeleri eklenmişti. Ayna zamanda maaşı az olan medreseler arasında da bazı yeni sınıflamalarda yapılmıştı.
Fatih'in büyük külliyesi yaptırılınca, İstanbul'un ilk Türk yükseköğretim kurumları olan bu medreseler bütün öğrencileri, araç-gereçleri ve müderrisleriyle oraya taşınmışlardı.
Fatih külliyesi, Ayasofya kadar muhteşem olan bir kilisenin yıkıntıları temizletilerek, İstanbul'un muhteşem tepelerinden birinin üzerine yaptırılmıştı. Külliyenin yapımı 1462'den 1470 yılına kadar sürdü. Külliyede bir câmi, tetimme ve Semaniye medreseleri, türbe, Dârüşşifa, hamam, imaret (aşhane, misafirhane), Tabhane (takat, kuvvet verilen yer), bâlâhaneler (misafir odaları), 4 tane muvakkıthane (zaman ölçme yerleri) ve bir de mekteb-i şerif (ilkokul) vardı. Medresenin müderrisleri de bu civardaki evlerde oturduğundan, daha sonraki yüzyıllar içinde İstanbul'un Fatih semti tam bir yükseköğretim semti olmuştur (Bu durum 1918 yangınına kadar devam etmiştir).
Semaniye medreseleri Külliyenin Akdeniz ve Karadeniz taraflarında idi. Bunların hizasında 8 medrese daha vardı ve bunlar, Semaniye Medreselerine öğrenci hazırlayan Tetimme Medreseleri idiler.
Tetimme medreselerine “Musıla-ı sahn” da denilirdi. Burada okuyan öğrencilerin adları da “suhte” (daha sonra “softa” olmuştur) idi. Sahn medreselerinin tam arkasına rastlayan bu medreselerin yapı planları da onlara benzemiyordu. Tetimmeler sınıf sınıf ayrılmakta idi ve bu ayrım “baş” ve “ayak” tabirleriyle yapılıyordu.
Suhteler “mukaddimat-ı ulûm”u okuduktan sonra “mülazım” olur ve ihtisas yaparlardı. Bunların da bir kısmı Sahn medreselerine geçerek “dânişmend” olurlardı. Her Tetimmede 8 hücre, her hücrede de önceleri üç öğrenci olurdu. Daha sonraları nüfus artınca, buralarda kalan öğrenci sayısı da artmıştır. Suhteler, derslerini “muid”lerden ve “müsteiddin” öğrencilerden alırlardı.
Semaniye medreselerine “Kurşunlu medreseler” de denir. Bunlar öğrencilerini “Hâriç”ten ve Tetimme medreselerinden alırlardı. Bunlar, Külliyenin ve devrinin ihtisas medreseleri idiler ve burada her dânişmende bir oda veriliyordu. Sekiz medreseden her birinin bir büyük dershaneleri ve ayrıca 20 tane de odası vardı.
Fatih medreseleri naklî ve aklî bilimlerde öğrenci yetiştirmek için kurulmuş medreselerdi. “Sahn” sözü, önceleri yalnız bu medreseler için kullanılırken sonra başka medreselere de ad olarak verilmiştir. Fatih Külliyesinin bir kütüphanesi olduğu gibi, ayrıca medreselerin de kütüphaneleri vardı.
Külliye hakkındaki bilgileri elimizdeki çeşitli vakfiyelerinden elde ediyoruz. Buna göre, külliyenin tatil günleri Salı idi. Bayram ve Kandil günlerinin dışında Ramazan ayı da tatil olurdu. Medresede dersler sabah ve akşam dersleri olarak belirleniyordu. Öğle ile ikindi arası dinlenme zamanıydı.
Medreselerde Ali Kuşçu tarafından düzenlenen bir okutma planının olduğu, hattâ bunun “Kânûnnâme” şeklinde yapıldığı da biliniyor, ama bugüne kadar ele geçirilememiştir. Kanunî devrinde bu medreseler şer'î ilimler ihtisası yapılan medreseler olmuşlar, Süleymaniye medreseleri de aklî ilimlerin ihtisas yeri olmuştur.

Süleymaniye Külliyesi, 16. yüzyılın ortalarına doğru Kanunî Sultan Süleyman tarafından yaptırılmıştır. Mimarı, Mimar Sinan'dır. Eski Saray mevkiinde, İstanbul'un meşhur yedi tepesinden biri olan Süleymaniye tepesi üzerindedir.
Külliyenin öğretim elemanları, câmi merkeze alınmak sûretiyle kuzey tarafta Medrese-i Evvel ve Medrese-i Sâni, güney tarafta Medrese-i Sâlis ve Medrese-i Râbi, kıble tarafında Dârülhadis, güney batısında Tıp medresesi vardır. Bunların dışında Külliyede mektep, kütüphane, hamam, Tabhane, İmaret ve Dârüşşifa da bulunmaktadır.
Buradan da şunu çıkartabiliyoruz: Süleymaniye Külliyesinde 6 tane medrese vardı ve buralarda tıp, tabiiye, riyaziye ve dinî, hukukî ve edebî bilimlerin öğretimi yapılıyordu. Süleymaniye külliyesinin yapımı oldukça uzun sürmüş, Câmi 1556'da bitmiş olmasına karşın kuzeydeki medreseler câmiden daha önce (1552), Dârül-hadis 1557, batıdaki medreseler ise 1559 yılında bitmiştir.
Medreselerin müderrislerinin yevmiyeleri 60'ar akçe idi. Dârülhadis müderrisinin yevmiyesi ise 100 akçe idi. Bu medreselerde, zamanın en meşhur müderrisleri ders vermişlerdir. Tıp medresesinde de ders verecek tabibin hekimbaşılığa aday olabilecek kadar uzman olması istenmişti.
Öğrenciler medresenin “hücre”lerinde yatıp kalkıyorlar, günde iki defa “me'kel” denilen yemekhanede yemek yiyorlardı. Haftada dört gün ders yapılıyordu. Dâhil medreselerini bitiren öğrenciler ya Sahn-ı Seman (Fatih Külliyesinde) ya da Sahn-ı Süleymaniye'ye giriyorlardı.
Süleymaniye medreseleri yapılınca, Fatih zamanında kurulmuş olan medrese ve müderris derecelenmesi yeniden değişti.
1. İbtida-i Hâriç
2. Hareket-i Hâriç
3. İbtida-i Dâhil
4. Hareket-i Dâhil
5. Musıla-ı Sahn (Bir çok müderris burada yığılıp kaldığı için “yatak” adını almıştı.)
6. Sahn-ı Seman
7. İbtida-i Altmışlı (60 akçe yevmiyeli 48 müderris vardı.)
8. Hareket-i Altmışlı (60 akçe yevmiyeli 32 müderris vardı.)
9. Musıla-ı Süleymaniye
10. Hâmise-i Süleymaniye
11. Süleymaniye Kibar-ı müderrisîn
12. Dârülhadis
Dârülhadis müderrisleri, isterlerse, “mahreç mevleviyeti” denilen bazı şehirlerin kadılıklarına geçebiliyorlardı. Her kademede kaç müderrisin bulunabileceğine dâir çeşitli nizamlar konulmuş, ancak müderris sayısı arttıkça kadrolar kabarmış, hattâ ek kademeler konulmuştur.
Osmanlı medreselerinin Balkanlarda da yayılmalarını sağladığı aşağı yukarı 1660 yıllarında, İstanbul ve Rumeli'deki medreselerin yerlerine ve derecelerine bakmak da yararlı olacaktır. O tarihlerdeki bir durumu bildiren Rumeli Kazaskerliğine bağlı medreselerin Rûznamesi (medreselerin, müderrislerin ve kadıların yerleri, dereceleri, atama ve azil kararnameleri v.s.) o zamanki medreseler sınıflamasını şu şekilde vermektedir:
1. Onlu medreseler
2. Onbeşli medreseler
3. Onsekizli medreseler
4. Yirmili medreseler
5. Yirmibeşli medreseler
6. Otuzlu medreseler
7. Kırklı medreseler
8. Ellili medreseler
9. Altmışlı medreseler
Bu sıralamadaki küçük yevmiyeli medreseler pek çok yerlere yayılmış olduğundan, bu düzeylerde belli bir eğitim eşitliği sağlanmıştı.
Medreselerin bozulması
Osmanlı medreselerinin bozulması, ilk defa belirgin olarak bazı müderrislerin terfileri normal yolların dışında yapılması yoluyla, Kanunî zamanında başlamıştır. Daha sonraki yıllarda ise, bozulma yayılarak ve çeşitlenerek büyümüştür.
Kanuni döneminde, padişahın bazı kişileri alt kademelerde müderrislik yapmadan üst kademelere ataması, ilmiye mensupları arasındaki bozulmanın başlangıç noktaları olmuştur. Hocazadeler, Fenarizadeler gibi bazı ulema soyları ortaya çıkmıştır. Bu durumu meşrulaştırmak için "Hocazadeler Kanunu” gibi resmî destekler sağlanmıştır.
Bu tür bozulmalar daha sonra II. Selim, III. Murad ve III. Mehmet dönemlerinde çoğalmış; 16. yüzyıl sonlarında ise hem medrese öğretimi hem de ilmiye sınıfı tamamen bir kargaşanın içine düşmüştür. Birçok “mevali gözdeler", soylarının adından faydalanarak kısa zamanda üst rütbelere yükselmişlerdir. İltimas ve rüşvetle pek çok kişi kadılık ve müderrislik görevlerine atanmışlardır. Bu şekilde müderris olanlar medresede ders vermemeye başlamışlardır. Ayda bir kere bile medreseye varmayan müderrisler türemiştir. Bunlar medreseye varsalar ders dinleyecek öğrenci bulamamışlar; öğrenci bulsalar ders verecek bilgiden yoksun olmuşlardır.
Hocazadelere, büluğ çağına geldiğinde "Dâhil elli" derecesinde müderrislikler, Müftüzadelere “Hariç”, Kadıasker oğullarına "ibtidai kırklı”, İstanbul kadılarının oğullarına da “yirmibeşli”, “otuzlu” medreseler verilmesi âdet olmuştu.
Ağaların, paşaların oğulları ne okumuş ne yazmış, ne de bilim öğrenmeye heveskâr olmuşlardır. Ama bir yolunu bularak medrese mezunu sayılmışlardır.
Rüşvet ve iltimasın alabildiğine arttığı bir toplumda, bilginin ve faziletin hiç bir ayırıcı ve üstün özelliği kalmamıştır. Her mevki, akçesi olanların eline geçmiştir.
İsmi var cismi yok medreselere müderrisler atanmış, "akçesi var dersi yok” olan bu müderrisler "dânişmendsüzlük ayubtur” diye pek çok cahil kişiyi öğrenci olarak etrafına toplamıştır.
Medreselerin öğretim programları alabildiğine karışmış; XVI. yüzyılın ilk yarısında 2-3 yıl olarak belirlenen öğretim süreleri, aynı yüzyılın ikinci yarısında bir yıl, altı ay, üç ay gibi giderek azalmıştır. Doğal olarak bu kısalan süre içinde uygulanması öngörülen ders programı da giderek küçültülmüş, kuşa çevrilmiştir.
Üstelik bazı dersler hakkındaki tutum da değişmiş, Fatih zamanında "kânün üzre şugl oluna” diye okutulması yasalaştırılan bazı kitaplar (“Şerh-i Mevâkıf”, “Haşiye-i Tecrîd”), “bu dersler felsefiyattır” denilerek daha sonraki dönemlerde "Hidaye", "Ekmel" gibi biraz daha az felsefî olan kitaplarla değiştirilmiş, daha sonra bunlar da ortadan kaldırılmış; medrese felsefî ve müspet ilimlere düşman bir kurum haline getirilmiştir.
Ayrıca büyük bir yersiz-yurtsuz insanlar topluluğu, vakıfların yatacak yer ve yemek sağlama maddelerinden dolayı medrese, imaret ve tekkelerde toplanmışlardır. Bu şekilde medreselerde toplanan insanlar, medreselerin barındırma, beslenme giderinin çok üstüne çıkmışlar, Devletin içinde bulunduğu tarım ve para bunalımlarla da Türk halkı arasında yaygın bir sosyal gerginlik doğmuştur.
Bu durum karşısında önce Selânik, Üsküp, Sofya, Filibe, Silistre gibi Balkanlardaki büyük yerleşim merkezlerini medrese öğrencileri kentlerde “cerr”, “kurban”, “salma” gibi adlarla halktan para toplamakta, bu arada yer yer ahlâka uymayan hareketler yapmaktaydılar. İlk önce medrese öğrencileri arasında başlayan kavgalar ve cinayetler, daha sonra halka ve hükümet kuvvetlerine karşı irili-ufaklı gruplar halinde şekil almaya başlamıştır.
Önce Rumeli’de başlayan medrese öğrencilerinin isyanları, kısa zamanda Anadolu’ya da yayılmıştır.
Anadolu’da Celâlî ayaklanmalarının en kızışkın zamanında ortaya çıkan bu olaylarda halk ve leventlerden bazıları da medrese öğrencisi kılığında bu ayaklanmalara katılıyordu. Bazı yerlerde medrese öğrencileri sarp dağ eteklerinde “medrese” denilen binalar yapıyorlar; kışın burada kalıyorlar, bahar ve yaz aylarında bu üslerden eşkiyalığa çıkıyorlardı. Rumeli’de yalnız kentlerin içinde ve birbirinden kopuk olan medrese öğrencilerinin isyanı, Gümüşhane’den İzmit’e, tüm Batı Anadolu, Akdeniz ve Orta Anadolu bölgesine -şehir-köy demeden- yayılmıştır.
Kanuni zamanında, 1550’de başlayan medreseli isyanlarına karşı, devlet politikası yalnız ceza vermek ve cezayı şiddetlendirmek mevkiinde kalmıştır. Ancak bu politika II. Selim zamanında da devam ettiğinden, 30-40 kişilik öğrenci isyan grupları daha da örgütlenmiş; 100’lü, 200’lü gruplar ve bölge isyanları ortaya çıkmıştır. Medrese öğrencilerinin isyan hareketlerine bir takım zengin ve nüfuzlu kimseler, hükümet adamları ve hattâ müderrisler yataklık ve önderlik ediyordu. Bu arada ordu ve donanmanın Kıbrıs, Tunus gibi uzak yerlere sefere gönderilerek Anadolu’dan uzaklaştırılması, halkın ve devlet adamlarının sahipsiz kalmalarına, "Suhte" adlı medrese öğrencilerinin isyan gruplarının daha da büyümesine, soygun ve ahlâksızlıklarının daha da âdileşmesine yol açmıştır.
Anadolu ve Rumeli’den gelen binlerce sızlama ve yardım yazımına karşı, merkez hükümeti sadece isyanı önlemekle görevli kişileri teşvik, isyancılara "korku belâsına" yardım ve yataklık eden kişileri ve halkı tehdit etmekle yetinmiştir. Medrese öğrencilerinin isyanlarının yanı sıra 16. Yüzyıl ortalarından itibaren Kanuni’nin, oğulları Şehzade Mustafa ve Bayezıt’a karşı savaşları ve onların etrafına toplanmış Anadolu halkının ve sipahilerin devlet sistemi dışına çıkarılması, mansıp ve tımarların para ile satılması, Amerika’dan gelen altınların Osmanlı devletine kadar gelerek Osmanlı parasının değerini düşürmesi gibi faktörler, Devletin "adalet ve ahlâk" örneği olması gereken en önemli kurumlarını bile bozmuştur. Bütün bu bozukluklar karşısında İmparatorluğun birçok yerlerinde "Celâlî isyanları" denilen ayaklanmalar çıkmış, medreseli isyanları da bunlar içinde, bunlarla bütünleşmiştir.
Osmanlı medreseleri program açısından başlangıçtan gelen geleneği sürdürmüşlerdir. Bu şekilde medreselerde matematik, coğrafya ve tıp gibi bilimler okutuluyordu. Bazı medreselerde heyet (astronomi) de okutuluyordu.
XV ve XVI. yüzyıllarda Batı, bilimde yeni dallar ve yöntemlerle büyük gelişmeler gösterirken; XVII. Yüzyıl başlarından itibaren Türkiye’de müspet ve deneysel bilimlerin öğretim programlarından çıkarıldığı görülmektedir. Kâtip Çelebi’nin “Keşfü’z-zünun" adlı eseri, Osmanlılar döneminde yazılan eserlerin açıklamalı bir dökümünü vermektedir. XVII. Yüzyılda yazılan bu esere göre, eserlerin %95’i tasavvuf, din, tarih ve edebiyata; ancak %5’i müspet bilimlere aittir. XVI. Yüzyıl sonlarına kadar astronomide Kadızâde Rumî’lerle ve Takiyeddin Efendilerle az çok Batı düzeyinde bir bilgi varolmuştur. Ancak XVII. yüzyılda böle bir şey yoktur. Coğrafya alanında da XV ve XVII. Yüzyıllarda denizciler dolayısıyla çağdaş bir bilgi görülür. Ancak XVII. yüzyıllarda bu bilimin de yüzüstü bırakıldığı ortaya çıkar. Bu gerileme bütün alanlarda görülür. Öyle ki, XVII. yüzyılda mimarî bile yabancıların eline geçer.
XVII. yüzyıldaki din yorumlaması da medrese programları üzerinde etkileyici olmuştur. XVI. yüzyıl sonlarında Birgivî Mehmet Efendi, toplumdaki din ve mezhep sürtüşmelerini kaldırmak için "Tarikat-ı Muhammediye" adlı bir eser yazmıştır. Bu eser, geniş düşüncenin yerine şüphe ve tereddütün geçmesinde etkili olmuştur. Bu kitap dinen yasak olan bir sürü hareket belirlemiştir. Bu eserde bilimler de “mubah” ve “merdûd” (redd) ilimler diye ikiye ayrılmış; kelam, astroloji ve birçok tabiat bilimleri ikinci sınıfa sokulmuştur.
Birgivî’nin bu görüşü, daha sonraki yıllarda "Kadızâdeler" tarafından savunulmuştur. Dini konularda yorumlara açık görüşü savunanlara da "Sivasizâdeler" denmiştir. Daha sonra Ayasofya Camiinde vaazlar veren Üstüvanî Mehmet Efendi de bir Risale yazarak, dinen yasak hareketler çerçevesini daha da genişletmiştir. Bunların açtıkları çığırda medrese programları giderek kısırlaşmıştır.
Osmanlı eğitim sistemindeki değişme
Değişimin zorunluluğu
Osmanlı Devletinin kuruluşundan XIX. yüzyıla kadar savaş zamanı toplanan eyalet askerlerinin dışında, merkezde sürekli askerlik yapan yalnız "Yeniçeri" ordusu vardı. Osmanlı Devletinin kaderi üzerinde 515 yıl olumlu veya olumsuz egemen olan, 277 yıl bir düzen içinde yürüyen bu askerî örgüt, geri kalan 257 yılını hep isyanlar, kazan kaldırmalar, Devlet işlerine karışmalar ve şunu bunu “istemezük” gibi bağırıp çağırmalarla geçirmiştir.
Bu durum karşısında, padişahlar bu askerî örgütü dağıtarak yeni bir askerî örgüt kurmak için -bazıları başarısızlıkla da sonuçlanan- bazı girişimlerde bulunmuşlardır. Osmanlı askerî eğitiminin Batılılaşmasında tek etken, Yeniçeri düzeninin bozulması, onların çıkardıkları huzursuzluklar değildir. Bunun yanı sıra başka nedenler de vardır ki, bunlar şöyle sıralanabilir:
· Savaştaki yenilgiler: Osmanlı Devleti askerî yönden, cephede Avrupa ülkeleri ile sürekli yüz yüze idi. XVIII. Yüzyıl Avrupasında artık savaş teknik ve sanatına uygun subaylar yetişiyor ve savaş alanlarında da bunlar egemen oluyordu. Osmanlı orduları artık yalnız Avrupa orduları karşısında değil, Avrupalı uzmanlardan yararlanan Rus ve Mısır kuvvetleri karşısında bile yeniliyorlardı. Bu da Batı tekniğine göre askerî okullar kurulmasını zorunlu kılıyordu.
· Yabancı uzmanların etkisi: Orduların yenilgileri karşısında Devlet ileri gelenleri yabancı askerî uzmanlara müracaat ettiler. XVIII. ve XIX. yüzyıllarda çeşitli Avrupa ülkelerinden gelen uzmanlar, askerî eğitimin Batılılaşması için önerilerde bulunmuşlar ve bilfiil de çalışmışlardır.
· Sivil hayatta medrese düzeninin ve fikirlerinin çok egemen olması, Batılılaşmanın ancak askerî alanda ve askerî kurumlar aracılığıyla olabileceği fikrini yaymıştır.
Askeri alanda Batı tipi eğitim kurumları
Humbarahane
I. Mahmut döneminde Rusya ve Avusturyalılarla Osmanlıların ilişkilerinin çok gergin olduğu bir dönemde, Bosna'da olan Kont de Bonnuval çağrıldı. Bu zat, Fransa’nın ileri gelen asilzâdelerinden ve Fransız ordusunun değerli subaylarından biri idi. XIV. Louis ile anlaşamadığından dolayı Avusturya’ya iltica etmiş ve bu ülkenin ordularıyla Fransa ve Osmanlıya karşı savaşmış; sonra da Bosna'ya yerleşmişti. Kont de Bonnuval, İstanbul’da humbaracı sınıfının komutanlığına getirildi. Kont de Bonnuval, din değiştirerek "Ahmet Paşa” adını almıştı. Humbaracı Ahmet Paşa’nın çalışmaları biraz ilerleyince, 1734 yılında Üsküdar Toptaşı’nda "Humbarahane ve Hendesehane” adlı bir askerî okul açıldı. Haseki ve Bostancılardan zeki kişileri buraya öğrenci yazıldılar, ancak yeniçeriler bunu haber alıp kuşkulandıklarından 1736’da okul tatil edildi.
1828-29 ve 1830-31 yıllarında Türkiye’ye yaptığı gezilerden sonra 1849 yılında resmen Osmanlı hizmetine girmiş olan Sir Adolphus Slade, Tersane ve donanma işlerinin düzene konulmasında iyi çalışmalar yapmış ve “Müşavir Paşa” diye tanınmıştır.
1759’da Sadrazam Ragıp Paşa tarafından eski öğrenciler ve onların çocuklarının yeniden toplanmasıyla tekrar açılan okul, III. Selim zamanına kadar sönük bir biçimde devam etti. III. Selim 1790 yılında İsveç ve Fransa’dan uzman ve subaylar getirerek bu Okulu genişletti. 1795’te Okul lağvedilerek, öğrencileri Mühendishane’ye aktarıldı.
Tophane
Osmanlı Ordusunun ilk dönemlerinde topçuluk gayet iyi durumdaydı. Bu dönemde top döküm tekniği, zamanına göre çok yüksek bir düzeydeydi. Ancak Avrupa ordularındaki gelişmeler karşısında Osmanlı topçuluğu, kale yıkma topçuluğu idi. Oysa Avrupa orduları sahra topçuluğu ve küçük çaplı sür’at topçuluğunu geliştirmişti.
O sırada İstanbul’da Fransız elçiliğinde görevli olan Baron de Tott, topçuları yetiştirmek ve yeni topları dökmekle görevlendirildi. Burada askere hem top dökümünü hem de nişancılık eğitimlerini yaptırdı ve gösteriler düzenledi. 1795 tarihinde Mühendishane adıyla bir topçu okulu açıldı. O sırada topçu okulları subaylarına "Mühendis" deniliyordu. Bu okulda Avrupa’dan birçok kitaplar getirildi. Avrupaî talimler yapıldı.
Bu arada çeşitli Osmanlı padişahları yavaş yavaş Avrupai tarzda yeni askeri birlikler oluşturarak Yeniçeri Ocağını tamamen ortadan kaldırdılar.
Osmanlı kara ordusunun kuruluşunda özellikle Prusya Ordu düzeninin büyük etkisi olmuştur. Prusyalı subaylar Türk topçuluğunu Humbaracılık halinden çıkarmak için çok uğraştılar ve başarılı da oldular.
Mühendishane-i Bahrî-i Hümâyûn
Osmanlı donanmasının XVIII. yüzyılda seri yenilgiler alması üzerine ve özellikle Çeşme’de Osmanlı donanmasının Rus donanması tarafından yakılması üzerine, Cezayirli Hasan Paşa'nın önerisi üzerine, Tersane-i Amire'de bir askerî okul açıldı. Okulun açılmasında Baron de Tott'un tavsiyelerinin de önemli payı olmuştur.
Deniz okulu III. Selim ve II. Mahmut döneminde dalgalı ve karışık gelişimine devam etti. 1838 yılından itibaren okulda mecburî yabancı dil Fransızca yerine İngilizce oldu. Okulda, İngilizler öğretmenlik yapamaya başladılar. Güverte, makine ve inşaiye zabitleri yetiştiren Deniz Harp Okulu (Bahriye Mektebi) 1910 yılında İngiliz Deniz Okulu sistemine göre yeni bir düzenlemeye sokuldu.
Mühendishane-i Berrî-i Hümâyûn
Ancak okur-yazar matematikçi topçu subaylarını tam yetiştirmek için 1791’de “Mühendishane-i Sultanî”, 1795'te de “Mühendishane-i Berrî-i Hümayûn” kuruldu. Buraya Humbarahane ve Mühendishane mensuplarının çocuklarıyla Enderun'dan bazı gençler alındı.
Okul, Fransız askerî okullarının programını esas olarak kabul etti. Tüm askerî öğrencilere kara ve denizle ilgili geometri, hesap ve coğrafya alanlarında gerekli savaş bilgi ve eğitimi vermek isteniyordu. Mühendishane-i Berrî, genellikle topçu subayları yetiştirirdi.
Daha sonra Kara ordusunun kurmayları da bu okuldan çıkmıştı. 1834 yılında Harbiye Mektebi açıldıktan sonra, Mühendishane-i Berrî, topçu ve istihkamat okulu haline geldi.
Mekteb-i Tıbbiye-i Askeriye
Ancak XIX. Yüzyıl -her alanda olduğu gibi- tıp alanında da çok önemli değişmelerin olduğu bir yüzyıl idi. Avrupa tıbbı zaten Rönesanstan itibaren çok önemli gelişmeler yaparak Doğu tıbbını geri bırakmıştır.
Türkiye’de Batı örneğine göre bir Tıbbiye kurma girişimi 1826 yılanda hekimbaşı Mustafa Behçet Efendi’nin girişimleri ile başladı. Yeni kurulan ordunun hasta ve yaralı erlerine bakılmak için açılan Okulun orijinal adı, “Tıbhane-i Amire ve Cerrahane-i Mamure" idi. İlk kuruluşunda tamamen Doğu gelenekleri egemen olan Okulda, 1831’den itibaren Topkapı Sarayı içinde Sade de Calère’in yönetiminden Fransızca öğretim yapılmaya başlandı. Daha sonra 1838 de Viyana’dan Doktor Bernard getirildi, Galatasaray binasına taşınarak önemli ıslahat yapıldı. 1845’ten itibaren Tıbbiye’ye bir de lise sınıfları açıldı.
Daha sonra Türkçe tıp öğretimi yapmak üzere, sivil Tıbbiye kuruldu (1866). Ama ancak 1870 yılından itibaren Tıbbıye’deki öğretim dili Türkçe olabildi.
Tıbbiye Mektebi de 1909 yılında sivil tıbbiye ile birleştirildi. Üniversite’nin Tıp Fakültesi içinde askerî öğrenci olarak okumaya başladılar.
Harp Okulu (Mekteb-i Harbiye)
Napolyon Ordusu Mısır’a gelip gittikten sonra ve Süveyş Kanalı’nın Fransızlar tarafından açılmasından sonra, bazı Fransızların Mısır’da kalmaları ve Mehmet Ali Paşa’nın da gerek bunlardan çok iyi yararlanarak, gerekse bunların da tavsiyeleriyle Fransa’ya çok sayıda öğrenci göndererek, Mısır’da sivil ve asker çok sayıda okul kurarak sağladığı başarı, II. Mahmut’un çok dikkatini çekmişti. Özellikle Mısır ordusunun Kütahya’ya kadar ilerleyerek Osmanlı hükümdarının Rusya’dan somut yardım getirmesi, artık Mısır gerçeğini çok iyi değerlendirmek gereğini ortaya koyuyordu. Bu durum karşısında 1834 yılında Maçka Kışlasında bir “Mekteb-i Harbiye” kuruldu. Okula ilk alınan öğrenciler okuma-yazma bilmez ama yetenekli erler idi. Bunlar çeşitli aşamalardan geçirilerek subay yetiştirilirdi. Esasen, o zaman var olan diğer askerî okullar da aynı yolu izliyorlardı.
Harbiye’deki ilk önemli ıslahat 1837’de Mehmet Ali Paşa’nın yanından gelen bir subay tarafından yapıldı. Bu ıslahatla, kuruluş biraz okul biçimine girdi. 1834’te ilkokul düzeyinde bir eğitim ile işe başlayan Okul, 14 yıl sonra ilk subaylarını çıkardı. 1848 yılında bir yıl öğretim süreli Erkân-ı Harbiye Mektebi açıldı. Daha sonra askerî okulların rüşdiye kısımları da açıldı (1875). Harbiye’deki esas yenilikler 1878 Osmanlı-Rus Savaşından sonra olmuştur. O zamana kadar Fransa Harp Okulu örneğine göre öğretim yapan okul, Alman subayı Von der Goltz tarafından Alman sistemine göre kurulmuştur (1884).
Burada sayılan ana askerî okullar dışında çeşitli adlarla kurulmuş ve çeşitli hizmetler için eğitilmiş kişiler yetiştiren pek çok askerî okullar vardı. Askerî Baytar Mektebi, Piyade ve Topçu Endaht Okulları, Küçük Zabit (Astsubay) Okulları, Piyade İhtiyat Zabitanı Okulu, Jandarma Okulları, Nalbant, Levazım, Nakliye, Süvari Tatbikat, Tayyare Talimgah Okulları vs.
SİVİL EĞİTİMİN BATILILAŞMASI
5.2. İlköğretim
Türk ilköğretim sistemi XIX. yüzyılda büyük değişmelere uğradı. 1824’te II. Mahmut’un “ilköğretim mecburiyeti” diye yorumlanan fermanı İstanbul sınırları dışına çıkmadı ve İstanbul’da da pek önemli bir başarı kazanamadı. 1850’lerden itibaren devlet ilköğretim kademesini denetim altına almak için pek çok girişimlerde bulundu. Reform yanlılarını tuttu. Buna rağmen ilköğretim kademesinin tam denetim altına alınması ancak Cumhuriyet döneminde mümkün olabildi.
Sıbyan mekteplerinde reform yapmak çok zor oluyordu. Malî yönden bu okullar genellikle vakıflara ait olduğu için, kendiliğinden bir özerklik içinde bulunuyordu. Muallimler ve çevresindeki bağnazlar da devletin buralarda yapacağı değişikliklere karşı çıkıyorlardı.
Sıbyan okullarında yazı öğretimi çok başarısız oluyordu. 1862 yılından itibaren İstanbul’daki 36 sıbyan okulunda yeni bir harf öğretme biçimi denenmeye başlandı. Devlet bu okullara parasız taş tahtalar, taş kalemler ve divitler dağıttı. Daha sonra aynı amaca yönelik numune iptidaileri kuruldu. Selânikli öğretmenlerden bir ekol ortaya çıkıp yeni bir yazı öğretme ve alfabe biçimi ortaya çıkardı. Çok sert tepkiler gören bu akım, ilköğretim ıslahatını bir "Elifba" ıslahatı haline dönüştürdü. "Hakiki”siyle, "Tecrübî"siyle binlerce Kolay Elifba yazıldı. Daha sonra çok geniş boyutlarda tartışılmaya başlanılan harf ve yazı meselesi ancak 1928'de çözümlenebildi.
Devlet, 1869'dan itibaren ilkokul programlarını bir resmî düzen içine almaya çalıştı. 1876, 1882, 1891, 1904, 1911, 1914 yıllarında ilkokul programları üzerinde yeni düzenlemelere gidildi.
XIX. yüzyılın son çeyreğinde ilköğretim kurumları çeşitlenmeye başlandı. "Sıbyan mektebi" terimi yenilikleri reddeden vakıf ilkokulları tarafından kullanılmaya başlandı. Bunun yanında "iptidai mektep"ler ortaya çıkmıştır. Bunlar, Eğitim Bakanlığı veya özel dernek ve kişiler tarafından kurulmuş ilkokullardı. Ayrıca gene bu dönemde köy ve kent iptidaileri de öğretim süresi bakımından ayrılmaya, dershane ve öğretmen sayısı bakımından çeşitlenmeye başlamıştır.
II. Abdülhamit döneminden itibaren Osmanlı ilkokullarında bir "Usul-ü Cedide" tartışması başladı. Eski ve yeni usul ve öğretim metodu karşısında ilkokul öğretmenleri arasında fiilî tecavüzlere varan sert çekişmeler oldu. Yönetim yeni usul taraftarlarını tuttu. Eski usul taraftarları da vakıflara sığındılar. O zaman Rusya yönetimindeki Türk topraklarında yankılanan hattâ esas gelişimini, mücâdelesini orada sürdüren ilköğretimdeki bu usul-ü cedîd, o zaman bize göre yeni, ama Avrupa’nın çoktan terk ettiği bir eski metot idi. Bu hareketin ana esasları şunlar idi:
· İlkokul medreseden ayrılacaktı.
· İlkokulların kendine özgü öğretmenleri olacak, mahalle imamı ve karısının öğretiminden kurtarılacaktır.
· Öğretmen sadece “hediye” değil “aylık” (maaş) alacaktı.
· Okuma-yazma öğretiminde "heceleme" usulü terk edilecek ve "usul-ü saftiye" veya "meddiye" denilen yeni usul okuma getirilecekti. Bu usul, her harfi ayrı ayrı değerlendirerek harf üzerinden okuma öğretmek demekti.
· Eskiden yalnız okuma öğretimine önem veriliyor, yazma hünerine pek önem verilmiyordu. Özellikle kızlara okuma yazma öğretilmiyordu. Yeni usul, yazıya ve kızlara da yazı öğretilmesine önem verilmesini istiyordu. Ayrıca kız çocukları için ayrı ilkokullar açılması isteniyordu.
· Öğretim bu programa göre yapılacak ve her yaşa göre ders kitapları yazılacaktı. Bu konu da, eski ve yeni usul taraftarları arasında çok sert tartışmalara neden oldu.
İlköğretimin zorunluluğu hususunda XIX. yüzyıl ortalarından beri bazı çalışmalar ve girişimler vardı, ancak ilköğretim paralı olmakta devam ediyordu.
II. Meşrutiyet döneminde politik zorlamalar dolayısıyla da devletin ilköğretim politikası etkinleşmeye başladı. Malî yardımlar, öğretmen meselesi, okul yapımlarına ve öğretim araç ve gereçlerine katılmalar şeklinde Devlet ülkedeki ilköğretimi kontrol altına almaya çalıştı. Genel bir ilköğretim yasası çıkarma çalışmalarına girişildi. İlköğretim müfettişleri getirildi. İlköğretimin zorunlu ve parasız olma ilkeleri herkesçe kabul edilmeye başlanıldı.
Ortaöğretim
Rüşdiyeler
"Rüşdiye" diye adlandırılan eğitim kurumu, Türk eğitim tarihinde önce ortaöğretim kademesinde ortaya çıkmış, lise ve ortaokul fonksiyonlarını gördükten sonra, öğretim seviyesi düşerek ilköğretim kademesine geçmiştir. Bir süre de “yüksek ilkokul" denilebilecek bir düzeyde kaldıktan sonra, 1913 yılında ilkokulların içinde erimiştir.
Ülkede çok uzun zamandan beri açılmış bulunan askerî okullar, kendisine iki şekilde öğrenci hazırladığından başarılı bir çalışma yapamıyorlardı. 1838 yılında Mühendishane, Harbiye, Tıbbiye gibi askerî okullara öğrenci hazırlamak için sıbyan okullarının üstünde bir ara öğretim kademesi kurulmak istenmiştir. Hazırlanan tasarıya göre, sıbyan okullarına "sınıf-ı evvel" denilmiş, bu yeni kurulacak okullara da "sınıf-ı sânî" denilmesi düşünülmüştü. Ancak II. Mahmut bu adı beğenmemiş, bu okullara "rüşdiye" denilmesini istemişti. Çocuklar "rüşt çağı" olan 14-15 yaşına kadar bu okullarında kalacaklar, ondan sonra yüksek askerî okullara ve memuriyetlere girebileceklerdi. Gene tasarıya göre bu okullarındaki öğrenciler sıralara oturacaklar, evkafdan aylık alacaklardı. Hattâ bunun için 1838’de “Mekâtib-i Rüşdiye Nezareti" adlı bir de idarî birim kurulamamıştır.
Ancak çeşitli nedenlerle "Rüşdiye" adlı okulların açılmaları 1847 yılına kadar gerçekleşememiştir.
Burada bir noktaya dokunmak gerekiyor. Türk eğitim tarihi alanında araştırma yapanlardan çoğu, 1838 yılında açılan Mekteb-i Maarif-i Adliye ve Mektebi Ulûm-u Edebiyye adlı iki sivil memur yetiştirme okulunu da “rüşdiye” sayarlar.
İşte, lise ayarındaki idadi ve sultaniler kuruluncaya kadar rüşdiyeler, tüm ortaöğretim kademesini temsil eden bir okul olarak kalmışlardır. Rüştiyelerin öğretim süresi ilk açıldıklarında iki yıl idi, daha sonra dört yıla, 1859 yılından itibaren de altı yıla çıkarılmıştır. Sonra tekrar beş, dört ve üç yıla indirilmiştir. Ders programı da öğretim süresinin artıp eksilmesine göre sürekli değişmiştir.
Kız rüşdiyeleri ilk defa 1859 yılında aşılmış, 1869 yılında ülke çapında açılması kararlaştırılmıştır. Ayrıca 1870 yılında da kız rüştiyelerine öğretmen yetiştirmek amacıyla ilk kız öğretmen okulu olan "Dârülmualimat" açılmıştır.
Rüştiye okulları II. Abdülhamit döneminde yalnız yerel hükümet dairelerine kâtip yetiştirmek amacına yönelmiş; ders programlarının esasını da yazı öğretimi teşkil etmişti. II. Meşrutiyet dönemi ise, rüşdiyelerin yıkılış dönemi olmuştur.

İdadiler
“İdadi” adlı ilk okullar, yüksek askerî okullara öğrenci hazırlayan ön-sınıflar olarak, ilk defa 1845 yılında ordu merkezleriyle Bosna'da açıldı. “İdadi” adı gerçek hüviyetini 1969 Maarif-i Umumiye Nizamnamesi’nde buldu. Bu Yönetmeliğe göre, müslüman olan ve olmayan Osmanlı vatandaşlarını birbirlerine kaynaştırmak ve ortak bir kültür içinde yetiştirmek düşüncesiyle Sancak merkezlerinde rüşdiye çıkışlı öğrencileri Sultanilere hazırlamak için üç yıllık idadiler kurulacaktı.
Bu, kağıt üzerindeki maddelerin tamamen gerçekleştirilmesi hemen mümkün olmadı. İdadilerin ülke çapında yaygınlaşmaları II. Abdülhamit döneminde olmuştur. 1881 yılından itibaren il merkezlerinden yedi yıllık, ilçe merkezlerinde de beş yıllık idadiler açılmaya başlanılmıştır. Böylece 19. yüzyıl sonlarında ülke, ortaöğretim bakımından oldukça sıkı örgülü bir örgün yapıya sahip olmuştur.
Beş yıllık idadilerin amacı, üniversite ve yüksek okullara öğrenci hazırlamak değildi. Bunlar, bulundukları yörenin işlerini idare edecek, imarını sağlayacak adamlar yetiştirmeye yönelmişlerdi. Rüşdiyelerin ortadan kaldırılması ile beş yıllık idadiler ortaöğretimin ilk basamağını oluşturdular ve Cumhuriyet döneminde "Ortaokul"a dönüştüler. Yüksek okullara öğrenci hazırlayan ortaöğretim kurumları olarak tüm ülkeye yayılmış olan yedi yıllık idadiler de 1910-1913 arasında önce “sultani”ye, daha sonda da “lise”ye çevrilerek tarihe karıştılar.
Sultaniler
XIX. yüzyılın ikinci yarısı, Osmanlı Devletinin ilk öğretim ile yüksek öğretim arasında bir eğitim kademesi kurma çalışmaları ile doludur. Eğitim Bakanlığı ile bir yandan ilk ve yüksek öğretim kademeleri arasında bir köprü kurmaya çalışırken; müslüman ve Hıristiyan bütün Osmanlı yurttaşlarına ortaöğretim düzeyinde ortak bir kültür ve eğitim vermek istiyordu. Bu amaçla öğretim dili Fransızca olan bir ortaöğretim kurumu 1868 yılında açıldı ve "Sultani” diye adlandırıldı.
Galatasarayı’nda açılan bu sultani okulu, ilk ve ortaöğretim kademelerini içeriyordu. Galatasaray Sultanisin bir ortaöğrenim kurumu olmasına rağmen hem dil hem de program ve öğretim sistemi bakımından diğer ortaöğretim kurumlarından ayrı ve üstün idi. Galatasaray lisesinin açılışından bir yıl sonra yayınlanan “Maarif-i Umumiye Nizamnamesi”nde de vilayet merkezlerinde "Mekteb-i sultani” adlı altı yıllık eğitim kurumlarının açılması öngörülüyordu. Ancak Girit'in dışında II. Meşrutiyet dönemine kadar hiçbir sultani açılmadı.
Sayıları yetmişi geçmemesine rağmen önemli bir işe yaramayan taşra idadileri Emrullah Efendi’nin Bakanlığı zamanında ıslâh edilmek istenildi. Bakan, 23 yatılı idadiden 10 tanesini sultani haline çevirdi. Ama bu lise veya sultaniye hareketi kör topal yürüdü. 1914 yılında Şükrü Bey'in Bakanlığı sırasında da bütün yedi yıllık idadiler sultaniyeye çevrildi. ,
Öğretmen yetiştirme
Türkiye’de öğretmen yetiştirme sorununun okullar aracılığıyla çözümlenmeye çalışılması 19. Yüzyıl ortalarında olmuştur. Batı örneğine göre kurulan ve kurulması planlanan okullar, öğretmen yetiştirmenin öyle bir çerçeve içinde ele alınmasını zorunlu kılmıştır.
Orta Öğretmen Okulları
Türkiye’deki ilk öğretmen okulu kuruluşu, 16 Mart 1848'de kurulan "Dârülmualimin-i Rüşdi"dir. O zaman yeni yeni kurulmaya başlayan "Rüşdiye" adlı orta okullara öğretmen yetiştirmek amacını güdüyordu.
1870 yılında açılan Dârülmuallimat, üç yıl öğretim süreli hem sıbyan okullarına, hem de kız rüşdiyelerine öğretmen yetiştiren bir kurum olarak devam etti.
Erkek öğretmen yetiştiren orta seviyedeki öğretmen okulları ise çok karmaşık bir yapıda XX. yüzyıla kadar sürmüşlerdir. Savaş yıllarında İstanbul’daki kız ve erkek Yüksek Öğretmen Okulları içindeki izharî kısımlar da orta seviyedeki okullara öğretmen yetiştiriyordu.
İlk Öğretmen Okulları
Ülkemizde Batı zihniyetine göre ilköğretim sorunu ortaöğretimden sonra ele alındığı için, bu alandaki öğretmen okulu da -Dârülmuallimin-i Rüşdî’den yirmi yıl sonra -1868 yılında “Dârülmuallimin-i Sıbyan” adı ile kurulmuştur.
1875 yılından itibaren vilayet ve sancak merkezlerinde de bir ve iki yıllık "Dârülmuallimin-i Sıbyan"lar açılmıştı. Bunların sayıları XX. yüzyıl başlarında 16'ya, I. Dünya Savaşı yıllarında da 30'a kadar çıkmıştı.
Yüksek Öğretmen Okulları
Yüksek Öğretmen Okullarının amacı, lise ve dengi okullara öğretmen yetiştirmektir. Bunun için de üniversite düzeyinde bir eğitim vermiştir. Ülkemizde yüksek öğretmen okulu sayılabilecek ilk tasarı, 1869 Yönetmeliğinin Büyük Dârülmuallimin tasarısı idi. Bu okul 1877'de açıldı. 1880'de kapandı. Esas "Dârülmuallimin-i Aliye” ise 1891'de kuruldu. Öğretim süresi 2 yıl olan bu okulda rüşdiye üstündeki okulların öğretmenini yetiştiriyordu. II. Meşrutiyetten sonra bazı derslerini üniversite ile beraber yapan bu Okul, daha sonra lağvedilerek Sâtı Bey yönetimindeki İstanbul Dârülmuallimini’ne bir kısm-ı âli eklendi ve daha sonra da "Dârülmuallimin-i Aliye” adını aldı. Öğretimi kâh Üniversite ile beraber kâh ondan bağımsız olarak Cumhuriyet dönemine kadar sürdü.
Meslekî ve teknik öğretim alanında çalışacak öğretmenler ise, Cumhuriyet dönemine kadar ya kendi okullarında ya da yurtdışında yetişmişlerdir.
Darülfünun
Bazı eğitim tarihçileri, Türkiye’nin Batılı anlamda ilk Üniversitesi olan "İstanbul Dârülfünun”u Fatih külliyesine bağlamak isterler. İşe medrese açısından bakılırsa 19. yüzyıla gelinceye kadar Türkiye'de üniversite dediğimiz İstanbul Darülfünunu, medreseden ayrı, Avrupa’nın üniversitelerini taklit etmek amacıyla kurulmuştur. Bu nedenle başlangıcını Fatih dönemine kadar götürmek yanlış olacaktır.
1845'te kurulan Meclis-i Maarif-i Muvakkat, Fransız eğitim sistemine göre Türk eğitim sistemini üç kademeli olarak kurulması çalışmalarına başladı. Meclis-i Valayı Ahkam-ı Adliye'ye sunulan tasarıda, sıbyan okullarına ilköğretim kademesi denilerek, onun üzerine medreselerden ayrı bir orta ve yüksek öğretim kademesi kurulacaktı. Ortaöğretim "rüşdiye" mektepleri kurulup yayılarak meydana getirilecek, yüksek öğretim düzeyinde ise yatılı bir "Dârülfünun" kurulacaktı.
Gerçekten de İtalya’dan Fasoti adında bir mimar ayda 100 altın maaşla getirilmiş ve Sultanahmet’le Ayasofya arasında üç katlı bir bina ancak 19 yılda yaptırılabilmiştir (1845-1864). Bu bina bir ara Kırım Savaşı dolayısıyla askerî hastahane olmuş, Maliye, Adliye ve Evkaf Nezaretleri, Meclis-i Mebusan ve Meclis-i Ayan, İstanbul Vilayet binası ve mahkeme olarak kullanılmış ve sonra da yanmıştır (1933).
Ancak bu binanın yapımı daha tamamlanmadan 1863'te binanın tamamlanmış kısımlarında Dârülfünun derslerine başlanılmıştır. Dersler herkese açık konferanslar biçimindeydi. Derviş Paşa Fizik, Hekimbaşı Salih Efendi nebatat, Ahmet Vefik Efendi Tarih, Ahmet Cevdet Efendi Tabii Coğrafya, Müneccimbaşı Osman Saip Efendi de heyet üzerine konferanslar veriyordu. Konferansları sürekli izleyen bir öğrenci zümresi de vardı. Ancak bu olumsuz bir tecrübe oldu. Dinleyicilerin bilgi düzeyleri dersleri anlamaya yeterli değildi. Konferanslar pek ciddiye alınmıyordu. Dinleyicilerin ve ders verenlerin büyük çoğunluğu devlet memuru idiler.
1865 yılında bu konferanslar esas Dârülfünun binasında çıkarılarak (Maliye Nezareti olmuş) Divan yolunda Nuri Efendi Konağı’na taşındı ve oranın da içinde kütüphanesiyle beraber yanması üzerine, yeni bir binada konferanslara devam edilmedi.
Dârülfünun’un ikinci kez gündeme gelmesi, Saffet Paşa’nın hazırlayıp yayınladığı 1869 "Maarif-i Umumiyye Nizamnamesi" ile olmuştur. Bu yönetmeliğin 79-129. maddeleri İstanbul'da bir Dârülfünun-u Osmanî kurulmasını öngörülüyordu. Bu üniversite “hikmet ve edebiyat”, “hukuk”, “ulûm-u tabiiye ve riyaziye” diye üç kürsüden oluşacaktı. Öğretim süresi üç yıl olacak şekilde ders programı da hazırlanmıştı. Türkçe ders yapacak "müderrisler" yetişinceye kadar Fransızca da ders yapılabilecekti. Üniversitenin diğer hususlarına dair ayrıntılar da tespit edilmişti.
Bu Dârülfünun ders yapabilmesi için Çemberlitaş'ta bir yeni bina yatırıldı (Uzun süre Maarif Nezareti olarak ve Belediye Fen Heyeti Binası olarak kullanılmıştır). Gazete ilânlarıyla kayıtlar yapıldı. Başvuran 1000 civarında öğrenciden 450’si sınavla seçildi. Ancak seçilenlerin büyük çoğunluğu medrese öğrencisi oldukları ve onlar da 3 aylar cerrine çıktıkları için, açılış Ramazan Bayramı ertesine bırakılmış ve Ramazan süresince Üniversite resmen atanmış öğretmenlerce, halka açık gece dersleri düzenleniyor. Ancak bu dersler (Takvim-i Vekayi'de yayınlanmıştır) seviye olarak ilk öğretim düzeyinde diye nitelenmektedir. Ama bu karar daha sonraki duruma bakarak verilmiştir!
Bu ikinci Dârülfünun da 1870'te büyük törenlerle açılmıştır; ancak Yönetmelikte belirlenen bütün dersleri verecek öğretmen ve ders kitabı bulunmadığından haftada 5 gün ve ikişer saat ders yapılabilmiştir.
Ancak bu dersler sırasında bilgisizlik, bu kurum hakkında devamlı sorunlar çıkarmıştır. Burada açılan Arapça dersleri öğrencilerin ilgisizliği yüzünden kapatılmış, Cemalleddin Afgani’nin konferanslarından birinde güya “Nübüvvet, sanatlardan bir sanattır" demesi büyük tepkilere yol açtı. Bu sözü reddeden kitaplar yazılmıştır. Oysa konuşmadan yukarıdaki gibi bir hüküm çıkarmak mümkün değildir. Ama medrese öğrencilerinin tepkisi üzerine Cemalettin Afganî yurt dışına sürülmüş, Darülfünun’un Müdürü Hoca Tahsin Efendi görevden alınmış, bu kurumu koruyan Sadrazam Ali Paşa’nın da ölmesiyle 1871 yılında kapanmıştır.
Bu Dârülfünun’un softalar baskısıyla dağılması üzerine, Maarif Nazırı Saffet Paşa, Galatasaray Lisesinde bir Üniversite kurulması için Müdür Sava Efendi (Paşa)'yi görevlendirdi. O da bu sırada Gülhane Kışlasında olan Liseyi Beyoğlu’na getirerek orada Edebiyat, Hukuk ve Turuk-u Maabir (yollar - köprüler, Fen) dallarında bir Üniversite kurdu. "Dârülfünun-u Sultanî” veya "Mekteb-i Aliye-i Sultaniye" adıyla anılan bu üniversiteye de ilânla öğrenci kaydedildi. Öğretmenlerinin çoğu Fransız ve bazıları da Rum idi. Dersler de Türkçe ve Fransızca olarak okutuluyordu. 1874 yılında açılan bu Üniversite daha devamlı olmuş, üç defa mezun vermiş, hattâ doktora tezleri bile yaptırılmıştı. Ancak 1880-81 yıllarından sonra bu okulun bir çok problemleri ortaya çıktığından, fen kısmına öğrenci bulunamadığından Maarif Nezaretince lağv edilmiştir.
Bundan sonra, Sadrazam Sait Paşa'nın II. Abdülhamid’e yaptığı -kabul edilmeyen- birkaç önerinin dışında, 20 yıl kadar yeni bir açma girişiminde bulunulmadığı görülüyor.
Ancak 1900 yalında, Abdülhamid’in tahta çıkışının 25. Yıldönümünde, Mülkiye Mektebi binasında "Dârülfünun-u Şâhâne" adıyla bir Üniversite kurulmuştur. Bu Üniversitenin bir gösteriş olarak açıldığı, ayrıca gençlerin Üniversite öğretimi görmek için Avrupa'ya gitmelerini engellemek ve Abdülhamid’in maarif düşmanı olmadığını göstermek için açıldığı da iddia edilmektedir.