HASRETİN SÜKUNETİ...
dün gece
yine,
yeniden okudum yazdıklarını
hecelerin tamamladığı kelimelerini
yüreğinin kelimeleri sürüklediği dizeleri...
kaleminin nerde durup,
nerde alıp başını gittiğini...
yüreğinin nerde durup,
nerede deli taylar gibi
rüzgar olup estiğini...
bir daha
bir daha
bir daha okudum
ezberledim bir tanem...
ezberledim...
anladım ki ben ,
hep sendeymişim ezelden beri...
mısra mısra yaşamışız biz bu sevdayı
mısra mısra düşmüşüz bu yangınlara
leylanın mecnunu
mecnunun leylası olmuşuz da
yanıp kavrulmuşuz
serapsız, vahasız çöllerde
ellerimizde kuru hurma yaprakları
saçlarımızda solgun nar çiçekleri...
ondanmış
hasreti vuslat bildiğimiz,
ondanmış
bin tövbe edip,
bin tövbe bozarak sevda kapısından geçtiğimiz,
tutuşturduğumuz ondanmış mesafeleri...
hasret denilen şey nedir ki?
bir daha yüzünü görmeyecek
sesini duymayacak olmanın eziyeti mi?
ben çoktan geçtim o işkenceleri....
eğer düşümde görmüyor
adını anmıyorsam
aramıyor sormuyorsam
sildiysem yolundan izlerimi
ne unuttuğumdan,
ne unuttuğundan değil sevgili...
öylesine kaplamışız ki dört yönü
dört mevsimi,
günleri, geceleri...
farketmiyor artık gözgöze olmanın şenliği...
biz,
çoktan aşmışız bu zahiri hali...
şimdi,
bir fanus gibi örttüm üstüme
zamanın sislerini...
yalnıca yüreğimde
o çok sevdiğimin
ve sevildiğimi bilmenin sükuneti...
kıyameti bekleyen bir ölü gibi
sevdana yattım
ölmeye yatmak gibi...
CEYDA GÖRK
22 Aralık 2006 sa: 4.58