Arama

Hikayeler ve Öyküler -2- - Tek Mesaj #193

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
18 Şubat 2007       Mesaj #193
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
DÜŞ DERDİM DÜŞLER DERDİM

Durun!.. Kulaklarım işitmez oldu sesten. Susun!.. Burgaç gibi içine çekiyor sözcükler… Gerçek nerde? Sözcüklerde mi? Aradığım “gerçek”ti benim, elimde fener. Kâh içime çevirdim, kâh dışıma ışığı… Unuttum her ne gördüysem , hep yeniden başladım arayışıma. Ah, belleğin gizli bahçeleri!.. Kuytu köşeler… Loş çardaklar ki hanımeli ve aşk kokar ayışığı altında. Üstü gelişigüzel örtülmüş tuzak çukurlar… Karanlık ağızları mağaraların. Bellek!.. Düşlerde yırtılır saten örtüsü gizli bahçelerin. Kimi kez ejderha ağzı gibi yutar alır içine, kimi kez tülden kanatlarla bulutlara çıkarır…

Yeryüzüne çevirdim bakışlarımı. Ne varsa içimde menşei dünya değil miydi? Daha… daha… daha… Biz mi burgacıyız dünyanın, yoksa dünya mı bizim burgacımız? Dizlerim kanıyor düşüp kalkmaktan. Uçurum kıyılarından geçiyorum başım dönerek. Uğultular geliyor zifirî ormanlardan. Ufku tarıyor gözlerim kadırgasının burnundaki korsan gibi. Katıyorum başka gözleri de gözlerime, katıyorum başka kulakları kulaklarıma, başka elleri ellerime… Daha, daha, daha… Makinelerin uğultusu, madenî pırıltılar, kalabalıklar, kehkeşanlar… Yoksa hep aynı çekirdeğin etrafında mı dönüp durduk? Yoksa bir arpa boyu muydu çağlar boyu gittiğimizi sandığımız yol?

Anne, o masalı anlat yine bana…

**************************************

Neydi aşk? Anımsıyor musunuz? Sözlüklere bakmayın! Ne zamandı, geçmişti yeğni adımlarla kapımızın önünden… Ne zamandı, bir yaz yağmuru gibi boşanıvermişti en çıtkırıldım hallerimizin, en ütülü giysilerimizin üzerine?

Bir tekmeyle, sımsıkı kapadığımız kapıyı sonuna kadar açan o değil miydi? O değil miydi altın varaklara kalem gibi parmaklarıyla simden harfler düşüren hattat! Gözlerinde ateşten oklar, bir acıması yok harami miydi yoksa?

Neydi aşk? Esaretimiz mi, cesaretimiz mi? Kendimize ettiğimiz zulüm mü, yoksa has bahçelerden derdiğimiz gülümüz mü?


*****************************************


Bisutun dağları külünk sesleriyle sarsılmıştı bir vakit! Aslı saçlarından tutuşup yanarken nakkaşın resmettiği nakışta değil miydi aşk?

Nakışlardaki al lâlelerin, siyâh zülüflerin kıvrımlarından duyulan içli “âh” seslerinde değil miydi? Şirin kendini yardan aşağı bıraktığında hançeresinden çıkan “âh”ta değil miydi?

Kıyamındayım ibadetimin sana!.. İşte bak, tirşe’m, divit’im, geldim huzuruna. Yıkadım, pakladım yüreğimin tüm kıvrımlarını. Aşk, sana geldim!..

Döküyorum eteğimdeki taşları. İşte yakama yapışan asalak zaaflarım, işte alev dilli ejderhalara kafa tutan gücüm!.. Yaktım küllerimi, kapındayım… Aç vuslatın şarabını.

*********************************

Ormanlar yakıyoruz… Anızlar, çayırlar, ahşap konaklar… Ayın ağılı tutuşmuş, eyvah, yüzüme vuruyor yalımı, sıçramış da son yaktığımız konağın alevden çivisi. Mavi ışıklarının gizini devâsa gözlem araçlarıyla çözdüğümüz yıldızlar tutuşmuş. Nereden çıktı bu kara delikler?

Öldürüyoruz yıldızları, güneşi saçlarından tutup çekiştiriyoruz boyuna. Artık ayışığının altında neon lambaları yanıyor, projektörler gündüz gibi aydınlatıyor geceyi!.. Keçi ayaklı bir dejenere Pan elektronik müzik eşliğinde çılgınca dansediyor, yüzsüz, yaşsız ve bedensiz çirkin ruhlar ortasında. Nereye gizleyeceğiz şimdi düşlerimizi? Nerede soluklanacağız? Kaldı mı dünyanın derisinin altında bilinmedik bir son dehliz, ışıklı odalara çıkan?

Bir kalem daha kırıyorum. Âsamı alıyorum elime, giyiyorum çarıklarımı. Unutulmuş, bir yerlerde el değmeden kalmış bir yıldız olmalı!.. Tırnaklarını yiyen bir kız çocuğuna cebimdeki son karamela şekerini verip düşüyorum yola.


***************************************


Bir adagio ağırlığında ilerliyordu zaman…

Ben adagio severim müzikte, adagio ağırlığında yaşanan aşkları ve altın rengini. Ben yüreğiyle konuşanı, ben güvercin başlarının ve göğüslerinin yuvarlaklığındaki yumuşak kabullenişi, ben şahinin bakışlarındaki yırtıcılığı. Ah bir senfonidir yaşam. Yaşamın med-cezirleridir yükselişler ve alçalışlar. Allegro çıkışlar, lav selleri gibi boşalışlar… sonra bir çavlandan düşüp usul usul akmalar… Bir kumsalın kış yalnızlığı; bir dağ başının çınlayan, ormanın uğuldayan sessizliği. Neşeli altın pırıltıları, tambur ve tef. Yaşam bir yükselip bir alçalan bir senfonidir. Her mevsiminde ayrı çiçekler açar, kokuları durmaksızın değişen.

Acı… Âh acı!.. Ne zamandır âşinayız, ne zamandır kanıma karışıp damarlarımın içinde dolaşır durursun? Oyuncak bebeğimin kolu koptuğunda ve takamadığımda mı? Anı defterlerindeki ilk aşk şiirleriyle birlikte mi? Sonu hüzünle biten ilk öykülerle mi?

İşte ağlıyorum, Nemeçek öldü!..

Gül bahçesinde Hayyam gül yapraklarına divit kalemle rubailer yazıyor. Bir kemanın yayından süzülüp acı zambak kokusuyla havaya karışan bir adagio yükseliyor ömrün hasat mevsiminde…


--------------------------------------------------------------------------------


Sümbülî bir sabahtı, bir yürüyüşe çıktım. Sinsi planının ayırdındaydım zamanın ama bir güzel burdum kulağını ve koydum cebime; ürü be dedim, ürü; ben yürüyeceğim! Bir gün bir aptallar ülkesinin öyküsünü yazacağım, zamana tutsak; söz verip kendime, yürüdüm. Göz kırptım Edgar Allan Poe’ya, “Çan Kulesi’ndeki Şeytan” öyküsünü anımsayıp; Tanpınar’a bir selam çakmayı da ihmal etmeden. Dedim ya, sümbülî bir sabahtı! Sümbülî’den daha güzel hangi sözcük anlatabilir bu sabahı, gökyüzünün şu rengini? Esirgeyen, serinliği ılık, üşütmeyen; sümbül rengi bir çadır bezi gibi başımızın üzerini kuşatan şu rengi. Kulaklığımda “Sonsuz Aşk” diyordu kadife sesli bir kadın, yumuşacık bir çığlık gibi. Ben yürüyordum; hem içimde, hem dışımda.

Yeni bitmiş, yeni yerleşilmiş, kendinden hoşnut binaların önünden geçtim. Yepyeni perdeleri, parlak gözler gibi pencereleri, geniş balkonlarında çiçekleri ile yaldızlı bir gösteriş içindeydiler. Kapı önlerinde, geniş bahçelerde, otoparklarda; metalik, opak, büyük, küçük, ucuz, pahalı onlarca araba; sabah mahmurluğu içinde uyukluyordu. Hizmete âmâdeydiler, köpekler gibi… Birazdan sahipleri uyanacak, kapılarını açacak, kontak anahtarlarını çevirecekti.Onlar da silkinip canlanacaklardı.

ekru duvar boyası
yaldızlı çerçeveler
neye yarar
neye yarar bir batık denizde
amforalar

-Gözüm acıyor, çiğ ışıklardan! Medet! Medet ey, içimdeki hiç susmayan arıkuşu. Medet, içimde çırpınan,çeperlerimi, sütrelerimi acıtan kırlangıç!..-

Ayaklarımın altında gıcır gıcır sesler çıkarıyordu asfalt. Görkemli konaklar yapılıyordu yol kenarlarında, ciğerini söker gibi toprağın, temeller açılıyordu. Bahçelerden, kazılan, yeni ekilen tarlalardan geçtim. Ayvalar çiçek açmıştı, gördüm. Ayva ağacı telaşsız, ferah bir rahatlık içinde, kadife kurdeleler gibi iri beyaz çiçeklerle, kadife tüylü meyvalarının muştularıyla donanmıştı.

Sümbülî bir sabahtı. Hem içimde, hem dışımda bir yolculuğa çıktım. Yürüdüm, ayaklarım acıyana, bacaklarım kamaşana değin. Ilık bir denizde kulaç atar gibi, yürüdüm. Gidebildiğim kadar gittim, patikalara çıktı yolum, baldıranlara, ebegümeçlerine, peygamber çiçeklerine. Sarı bir çiçek kopardım eğilip yerden, sordum, “Annen baban var mıdır?”

Yeşil bir tütsü gibi tütüyordu kır. Çektim içime doyasıya. Henüz vakit varken.

*****************************************

Sustum ve dinledim. Evrene bin parçaya bölünüp dağılmış cevherdim, parçalarımı çağırıyordum demir mıknatıs gibi. Beduhsuz bir zarftım, korktum varamamaktan adresime. Bir harami bekler dağ geçidinde, yüreği kuş yüreği, gözleri fal taşı bir garip yolcuydum; ay çıtırtısından işkillenen! Ufka sevdalı bir ak tüylü martıydım, çayır gülüne vurgun mavi ispinoz kuşu. Halep yollarında Kerem’dim, Kalypso’nun adasında tutuklu Odysseus!.. Korkuyordum varamamaktan adresime ve göğüs kafesimde binlerce gül patlayıp dağılıyordu kan revan.

İnsicâm taşıyordu bulutlar, oysa sözüm vardı gökkuşağına.

Sustum ve dinledim… Mezopotamya’yı dinledim; Babil’i, sonra Bağdat’ı… Değildi asma bahçelerde gül ve bülbül, değildi Harun Reşid’in sarayında tef ve cümbüş; el yazmaları, külliyeler, rubailer değildi.

Meczup oluban aradım: Kül kesmiş ırmak kıyılarını, yanıp kavrulmuş bağları, bahçeleri; bir vakit atlas ve ipek hışırtılı, şimdi hayaletlerin dişleriyle güldüğü odaları, metrukhâneleri, aşhaneleri, kâşaneleri… Bir korunmasız yamaçta, aşk vurulmuş alnından yatıyordu boylu boyunca, sinekler konup kalkıyordu gül açmış alnında ve gördüm, bekleşirdi leş kargaları…

Sustum ve dinledim… Susumda patlarken sessiz çığlıklar…