Üye Ol
Giriş
Hoş geldiniz
Misafir
Son ziyaretiniz:
19:08, 1 Dakika Önce
MsXLabs Üye Girişi
Beni hatırla
Şifremi unuttum?
Giriş Yap
Ana Sayfa
Forumlar
Soru-Cevap
Tüm Sorular
Cevaplanmışlar
Yeni Soru Sor
Günlükler
Son Mesajlar
Kısayollar
Üye Listesi
Üye Arama
Üye Albümleri
Bugünün Mesajları
Forum BB Kodları
Your browser can not hear *giggles*...
Your browser can not hear *giggles*...
Sayfaya Git...
Cuma, 05 Aralık 2025 - 19:09
Arama
MaviKaranlık Forum
Medeniyetler Çatışması
-
Tek Mesaj #3
Misafir
Ziyaretçi
11 Mart 2007
Mesaj
#3
Ziyaretçi
Uygarlıklar Çatışması mı? -2-
Uygarlık Saflaşması: Akraba-Ülke Sendromu
Bir uygarlığa bağlı grup veya devletler, farklı uygarlıktan bir ulusla savaşa girdiklerinde tabii olarak kendi uygarlıklarının diğer üyelerinden yardım bulmaya gayret ederler. Soğuk Savaş sonrasının dünyası geliştikçe, uygarlık ortaklığı H.D.S. Greenway'in "akraba ülke" sendromu diye isimlendirdiği şey, işbirliği ve ittifaklar için başlıca temel olarak görülen geleneksel kuvvet dengesi mütalaalarının ve siyasi' ideolojinin yerini alıyor. Bu, İran Körfezi, Kafkasya ve Bosna'da, Soğuk Savaş'ın ardından görünen mücadelelerde azar azar görülebilir. Bunların hiç biri tam anlamıyla uygarlıklar arası bir savaş değildi; fakat her biri uygarlık saflaşmasının bazı unsurlarını taşımıştır ki bu unsurlar sürekli bir savaşım sebebi olarak daha önemli olacağa benzemektedir, ve şimdiden, bize gelecek felaketin bir örneğini verebilir.
Birincisi, Körfez Savaşı'nda bir Arap devleti diğerini istila etti ve daha sonra Arap, Batılı ve diğer devletlerden oluşan bir koalisyonla savaştı. Saddam Hüseyin'i, açıkça sadece birkaç Müslüman hükümet desteklediyse de çok sayıda Arap eliti, gizliden gizliye teşvik etti ve Saddam Arap kamuoyunun geniş kesimlerinde bir hayli popüler hale geldi. İslami fundamentalist hareketler evrensel planda, Batı destekli Kuveyt ve Suudi Arabistan hükümetlerinden çok Irak'ı desteklediler. Saddam Hüseyin, Arap milliyetçiliğini ısrarla reddederek açıktan açığa İslami bir çekimden yardım istemiştir.. Ve o tarafları, savaşı, uygarlıklar arası bir savaş olarak tanımlamaya çalışmışlardır. Mekke'nin Umm Al-Qura Üniversitesi'ndeki İslami Çalışmalar'ın dekanı Safar Al-Hawali'nin, savaşı iyice yaygın bir tabana oturarak ifade ettiği gibi "Bu dünyanın Irak'a karşı olması değildir; Batı'nın İslam'a karşı olmasıdır." İran'lı büyük dini lider Ayetullah Ali Hamaney, İran ve Irak arasındaki rekabeti bir tarafa bırakarak Batı'ya karşı mukaddes savaş çağrısı yaptı:
"Amerika'nın saldırı, hırs, plan ve politikalarına karşı mücadele bir cihad sayılacaktır ve bu yolda öldürülen herkes bir şehittir."
Ürdün Kralı Hüseyin'in iddiası da:
"Bu yalnız Irak'a karşı değil bütün Araplara ve bütün müslümanlara karşı bir savaştır."
Saddam Hüseyin'in arkasındaki Arap kamuoyu ve elitlerinin büyük kısmındaki saflaşma, anti-Irak koalisyondaki Arap hükümetlerinin (Irak aleyhtarı) çalışmalarını azaltmalarına ve resmî görüşlerini yumuşatmalarınaneden olmuştur.. Arap hükümetleri, Batının, Irak üzerinde baskı uygulamak için harcadığı çabalara, 1992 yazındaki uçuşa yasak bölge uygulaması ve 1993 Haziranı'nda Irak'ın bombalanması dahil, muhalif veya mesafeli kaldılar. 1990'ın Irak aleyhtarı Batı-SovyetTürk-Arap koalisyonu 1993'e kalmadan neredeyse sadece Irak'a karşı bir Kuveyt ve Batı ittifakı haline gelmişti.
Müslümanlar, Irak'a karşı yürütülen Batılı eylemleri, Batı'nın Sırplara karşı Boşnakları himaye etme ve BM kararlarını ihlal eden İsrail'e müeyyide uygulama yönündeki başarısızlığıyla karşılaştırdılar. İddialarına göre, Batı çifte standart kullanıyordu. Ama, çatışan uygarlıkların dünyası kaçınılmaz olarak bir çifte standartlar dün yasıdır: İnsanlar, kendi akraba ülkelerine bir standart, diğerlerine başka bir standart uygularlar.
İkincisi, "akraba-ülke sendromu", eski Sovyetler Birliği'ndeki anlaşmazlıklarda da da görülmektedir. Ermenilerin 1992 ve 1993'teki askeri başarıları, Türkiye'yi, Azerbaycan'daki dini, ırki ve lisanî kardeşlerine gittikçe artan bir şekilde destek olmak için harekete geçirdi. Bir Türk yetkilisi, 1992'de, "Biz Azerbaycanlı'larla aynı duyguları hisseden bir Türk milletine sahibiz. Baskı altındayız. Gazetelerimiz zulüm fotoğraf1arıyla doludur ve bize tarafsız politikamızın sürdürülmesinde hala ciddi olup olmadığımızı soruyorlar. Ermenistan'a, bölgede büyük bir Türkiye'nin var olduğunu göstermemiz gerekebilir" demiştir. Cumhurbaşkanı Turgut Özal bu görüşe, "Türkiye dişlerini göstermelidir" tehdidini savurmuştur. Türk Hava Kuvvetlerine ait jetler, Ermenistan sınırı boyunca keşif uçuşları yapmış; Türkiye, Ermenistan'a yiyecek sevkiyatını ve hava ulaşımını şarta bağlayarak iptal etmiştir. Azerbaycan'daki hükümete eski komünistler hakimdiler. Ne var ki, Sovyetler Birliği'nin dağılmasıyla birlikte siyasi mülâhazalar yerini dinî olanlara bıraktı. Rus askerleri Ermenilerin yanında savaşa girdiler ve Azerbaycan, Hristiyan Ermeniler destekleme yönünde "180 derece dönen Rus hükümetini" suçladı.
Üçüncü olarak, eski Yugoslavya'daki savaşa gelince, Batılı kamuoyları Sırpların elinde ıstırap çeken Boşnak Müslümanlara sempati göstermiş ve desteklemiştir. Mamafih, Hırvatların Müslümanlara saldırmaları ve (bağımsız devlet haline gelen) Bosna-Hersek'in dağılımasına katkıda bulunmaları karşısında nisbeten az bir endişe belirtilmiştir. Yugoslavya'daki parçalanmanın ilk safhalarında Almanya, Avrupa Topluluğu'nun diğer 11 üyesini, eşi görülmedik bir diplomatik insiyatif ve ağırlık sergileyerek Slovenya ve Hırvatistan'ı tanıma konusunda kendisini izlemeye ikna etmişti. İki Katolik ülkeye güçlü bir müzaberet sağlamaya yönelik Papa hükmünün bir sonucu olarak, Vatikan (Slovenya ve Hırvatistan'ı) Topluluk'tan da önce tanımıştı. Avrupa'yı Birleşik Devletler izledi. Bu suretle, Batı uygarlığının önde gelen aktörleri bu dindaşlarının arkasında toplanıverdiler. Arkasından, Hırvatistan'ın Merkezî Avrupa, diğer Batılı ülkelerden büyük miktarda silah alacağı resmen bildirildi. Diğer taraftan Boris Yeltsin hükümeti ise, Ortodoks Sırplara yakınlık gösterecek fakat Rusya'yı Batı'dan vazgeçirmeyecek bir orta yol takip etmeye çalıştı. Ama , birçok parlamenterin de dahil olduğu muhafazakar ve milliyetçi Rus grupları, Sırpları destekleme konusunda daha ileri gidilmediği için hükümete hücum ettiler. 1993'ün başlarında, yüzlerce Rus, galiba, Sırp kuvvetleriyle birlikte hizmet görüyordu ve Sırbistan'a verilmiş olan Rus silahları hakkında dolaşan haberler alınıyordu.
Öte yandan, İslami hükümet ve gruplar, Boşnakları savunmaya gelmeyen Batıyı şiddetleeleştirip uyardılar. İranlı liderler, bütün ülkelerden müslümanları, Bosna'ya yardım temin etmek için sıkıştırdılar; İran, BM silah ambargosunu ihlal ederek Boşnaklara silah ve adam yardımı sağladı; İran destekli Lübnanlı gruplar Boşnak kuvvetlerini eğitmek ve teşkilatlandırmak için gerillalar gönderdiler. 1993'de iki düzineden fazla İslam ülkesinden sayıları 4.000'e varan Müslümanın Bosna'da savaşacak olduğu haber alınmıştır. Suudi Arabistan ve diğer ülkelerin hükumetleri; Boşnaklara daha iyi yardım sağlama hususunda kendi toplumlarındaki fundamentaIist grupların artan baskısı altında kaldılar. Suudi Arabistan. söylendiğine göre, 1992'nin sonuna kadar Boşnaklara askeri kapasitelerini Sırplarla mukayese edilebilir ölçüde arttıran silah ve teçhizat için büyük kaynaklar sağlamıştır.
1930'lardaki İspanya İş Savaşı, siyasal olarak faşist, komünist ve demokratik ülkelerin müdahalesini tahrik etmişti. 1990'ların Yugoslavya ihtilafı, Müslüman, Ordodoks ve Batılı Hristiyan müdahalesini tahrik ediyor. Benzerlik fark edilmeyecek gibi değildir. Suudi bir editör, "Bosna Hersek'teki savaş, İspanya İç Harbi'ndeki faşizme karşı savaşın hissî muadili olmuştur" gözleminde bulunduktan sonra şöyle devam etmektedir: "Orada ölenler, Müslüman kardeşlerini kurtarmaya çalışmış şehitler olarak telakki edilirler."
Kavga ve şiddet, aynı uygarlık çemberindeki devlet ve gruplar arasında da meydana gelecek. Ama bu tür kavgalar, büyük olasılıkla ve uygarlıklar arası kavgalardan daha az yayılacaktır. Bir uygarlığın müşterek üyesi olmak, aksine bir durumda oluşabilecek şiddet ihtimalini azaltıyor. 1991 ve 1992'de, Rusya ve Ukrayna arasında, başta Kırım olmak üzere, toprak, Karadeniz filosu, nükleer silahlar ve ekonomik sorunlar üstüne (ortaya çıkan) şiddetli çatışma olasılığı birçok insanı dehşete düşürdü. Bununla birlikte, uygarlık eğer bir şeye itibar ediyorsa Ukraynalı ve Ruslar arasına varan bir çatışma olasılığı düşecektir. Onlar, Slav ve öncelikle yüzyıllardan beri birbirleriyle yakın ilişkilerde bulunmuş iki halktır. 1993'ün başları gibi, bütün kavga sebeplerine rağmen, iki ülkenin liderleri memleketleri arasındaki sorunları etkili bir şekilde tartışıyor ve çözüyordu. Eski Sovyetler Birliği'nin başka yerlerindeki Müslüman ve Hristiyanlar arasında ciddi savaşlar olurken, Baltık devletlerindeki batılı ve Ortodoks Hristiyanlar arasında çokça gerginlik ve biraz çatışma, Ruslar ve Ukraynalı'lar arasında ise hakikatte herhangi bir şiddet meydana gelmemiştir.
Uygarlık saflaşması bu güne kadar sınırlı kalmıştır, fakat büyümektedir ve ciddi ölçüde yayılma potansiyeline sahiptir. İran körfezi, Kafkasya ve Bosna'daki ihtilaflar devam edip gittikçe, milletlerin konumları ve aralarındaki tefrikalar artan bir biçimde uygarlık hatları boyunca oluştu. Popülist politikacılar; dini liderler ve medya bu noktada kitle desteğini harekete geçirmenin ve çekimser hükümetleri baskı altına almanın güçlü bir aracını bulmuştur. Gelecek yıllarda, mahalli çatışmalar, Bosna ve Kafkasya'da olduğu gibi uygarlıklar arasındaki fay kırıkları boyunca, büyük olasılıkla daha büyük savaşlara dönüşecektir. Şayet olursa bundan sonraki dünya savaşı, uygarlıklar arası bir savaş olacaktır.
Batı ve Geri Kalanlar Karşı Karşıya
Batı, bu gün, diğer uygarlıklarla ilişkisi açısından olağanüstü bir kudretin zirvesindedir. Süper güce sahip rakibi haritadan silinmiştir. Batılı devletler arasındaki "askeri savaşım" düşünülebilecek bir şey değildir ve Batının askeri gücü rakipsizdir. Batı, Japonya hariç, herhangi bir ekonomik meydan okumayla karşı karşıya değildir. Uluslar arası siyaset ve güvenlik sorunları fiilen bir Birleşik Devletler, İngiltere ve Fransa yönetimi tarafından; Dünya ekonomik sorunları , Birleşik Devletler, Almanya ve Japonya yönetimi tarafından karara bağlanır ve bunların hepsi, daha küçük ve genellikle Batılı olmayan ülkelere meydan vermeyerek birbirleriyle çok yakın ilişkilerini devam ettirirler. BM Güvenlik Konseyi veya IMF'nin aldığı, Batının çıkarlarını yansıtan kararlar, dünya topluluğunun isteklerini yansıtıyormuşçasına sunulur. Birleşik Devletler ve diğer Batılı güçlerin çıkarlarını yansıtan eylemlere global bir meşruiyet vermek için 'Hür Dünya' deyiminin yerine 'dünya toplumu' deyimi bile 'hüsnütabir' kabilinden kollektif bir isim haline gelmiştir.
Batı, IMF ve diğer uluslar arası ekonomik kuruluşlar sayesinde kendi ekonomik çıkarları öne çıkarıyor, kendisinin düşündüğü ekonomik politikaları diğer uluslara zorla kabul ettiriyor. IMF, Batılı olmayan milletlerin herhangi birinin tepesinde, hiç şüphesiz maliye bakanları ve diğerlerinden birkaçının desteğini kazanacak; fakat IMF memurlarını, "başkalarının paralarına el koyup onu daha başka insanlara verıneyi, ekonomik ve siyasal yönetime yabancı kurallar dayatmayı, ekonomik bağımsızlığı boğmayı seven yeni Bolşevikler" olarak nitelendiren Georgy Arbotov'la aynı görüşteki, aşağı yukarı diğer herkesten karşı konulamaz biçimde uygunsuz bir uyarı alacaktır.
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi ve onun -sadece Çin'in arada bir çekimser kalmasıyla yumuşatılan- kararları üzerindeki Batı baskısı, Irak'ı Kuveyt'ten çıkarmak ve kimyasal silahlarını ve bu tür silahlar üretme kapasitesini yok saymak için Batı'nın güç kullanmasını BM kararları oluşturdu.. Söz konusu hakimiyet Birleşik Devletler, İngiltere ve Fransa eliyle, Güvenlik Konseyi'ne; Libya'dan (Çin'de 103 kişinin öldüğü) PAN-AM uçağını bombalamaktan sanık kişilerin teslimini talep ettiren ve Libya bunu reddedince ardından yaptırımlar uygulattıran, eşi benzeri gerçekten görülmemiş bir eylem de meydana getirdi. Batı, en büyük Arap ordusunu yendikten sonra, işin cabası olarak Arap dünyasının dört bir yanındaki ağırlığını arttırmaktan çekinmedi. Batı, Batılı hakimiyeti sürdürecek ölçülerde dünyaya hükmetmek için uluslararası kuruluşları, askeri gücü ve ekonomik kaynakları fiilen kullanıyor.
En azından Batılı olmayanlar yeni dünyayı bu tarzda görüyorlar, onların bakış açılarında önemli bir gerçek payı vardır.. Nitekim, güç ayrılığı; askeri, ekonomik ve kurumsal güç savaşımları da Batı ile diğer uygarlıklar arasındaki anlaşmazlığın bir kaynağıdır. Temel değer ve inançlardan oluşmuş kültür farkları, ikinci bir anlaşmazlık kaynağıdır.
V.S Naipaul, "bütün insanlara uyan evrensel uygarlığın" Batı uygarlığı olduğunu ileri sürmüştür. Yüzeysel olarak, Batı kültürü büyük ölçüde, dünyanın geri kalan kısmına gerçekten nüfuz etmiştir. Ancak daha temel bir düzeyde Batılı kavramlar, diğer uygarlıklardaki eşitlerinden temelde farklıdırlar. Batının, bireycilik, liberalizm, anayasacılık, insan hakları, eşitlik, bağımsızlık, hukuk düzeni, demokrasi, serbest piyasa, kilise ve devletin ayrılması konularındaki düşünceleri, İslami, Konfüçiyen, Japon, Hindu, Budist veya Ortodoks kültürlerde genellikle fazla bir yankı uyandırmaz. Batının bu tür düşünceleri yaymak için harcadığı çabalar, bedel olarak, "insan hakları emperyalizmi"ne karşı bir tepki ve Batılı olmayan kültürlerdeki daha genç kuşağın dinî fundamentalizmi desteklemesinde görüldüğü gibi, yerli değerlerin yeniden doğrulanmasını oluşturuyor. Batılı bir düşünce olan, "evrensel bir uygarlık olabilirdi" düşüncesinin bile, çoğu Asya toplumunun oluşumuyla doğrudan doğruya arası açıktır. Onların vurgusu, bir halkı diğerinden neyin ayırdığı üzerinedir. Gerçekten, farklı toplumlardaki değerleri konu alan 100 karşılaştırmalı incelemenin bir değerlendirmesini yapan yazar Harry C, Triandis, "Batıdaki en önemli değerler, dünya çapındaki en önemsiz olanlardır" sonucuna varmıştır. Doğal olarak siyasal dünyada, bu ayrımlar Birleşik Devletler ve diğer Batılı güçlerin, öbür kavimleri, demokrasi ve insan haklarıyla ilgili düşüncelere uymaya ikna etmek için harcadıkları çabalarda en açık biçimde ortaya çıkıyor. Modern demokratik hükümet Batıda doğmuştur. Batılı olmayan toplumlarda geliştiği zaman, genellikle Batı kolonyalizmi ve etkisinin bir ürünü haline gelmiştir.
Gelecekte dünya siyasetinin odak noktası büyük olasılıkla, Kishore Mahbubani'nin deyimiyle, "Batı ile geriye kalanlar" (the West and the Rest) arasındaki bir savaşım ve Batılı olmayan uygarlıkların Batılı güç ve değerlere verdiği karşılıklar olacaktır.
Bu karşılıklar genellikle şu üç durumdan biri ya da üçüncü bir bileşim olur:
Uç bir durumda, Burma ve Kuzey Kore gibi Batılı olmayan devletler, Batı'nın 'fesat' etkisinin kendi toplumlarına sızmasını engellemek için izolasyon tavrı izlemeye ve eylemde Batılı egemenliğindeki global topluluğa katılmama yolunu seçmeyi deneyebilirler. Ama, bu yolun maliyetleri yüksektir ve yalnızca birkaç devlet, münhasıran bu yolu izlemiştir. Uluslararası ilişkiler teorisindeki "kervana katılma" ("band-Wagoning") görüşüne karşılık gelen ikinci alternatif, Batıya katılmak ve onun değer ve kurumlarını korurken, batılı olmayan diğer toplumlarla Batı'ya karşı işbirliği yaparak, ekonomik ve askeri güç toplayarak Batı'yı "dengeleme"; kısacası Batılılaşmadan modernleşmeye çalışmaktır.
Bölünük Ülkeler
Gelecekte, insanlar kendilerini uygarlıke göre ayırdıkça Sovyetler Birliği ve Yugoslavya gibi farklı uygarlıklara bağlı çok sayıda kavmi bünyesinde barındıran ülkeler parçalanmaya adaydırlar. Diğer bir kısım ülkeler, orta düzeyde "kültürel bir ortak bağa" sahiptirler. Fakat toplumları hangi uygarlığa bağlı oldukları konusunda bölünmüşlerdir. Bunlar "bölünük ülkeler"dir. Liderleri, tipik bir biçimde, kervana katılma stratejisi izlemeyi ve ülkelerini Batının üyesi yapmayı arzu ediyorlar fakat memleketlerinin tarih, kültür ve gelenekleri Batılı değildir.
Bu tür bir bölünmenin en aşikar ve prototipik örneğini Türkiye teşkil ediyor!
TürkiyeInin yirminci asrın sonlarındaki liderleri, Atatürk geleneğini izlemekte ve Türkiye'yi modern, seküler, Batılı ulusal devlet olarak tanımlamaktadırlar. NATO'da ve Körfez Şavaşı'nda Türkiye'yi Batı ile ittifaka soktular; AB'ye üyelik için başvurdular. Ama Türk toplumundaki bazı unsurlar, aynı zamanda İslami bir silkinişi desteklemiş ve Türkiye'nin aslında Müslüman bir OrtaDoğu ülkesi olduğunu ileri sürmüşlerdir. Ayrıca. Türkiye'nin seçkinleri, Türkiye'yi Batılı bir toplum olarak tanımlarken Batının seçkinleri Türkiye'nin öyle olduğunu kabul etmiyorlar. Türkiye, AB'nin bir üyesi olmayacaktır; gerçek sebebi Cumhurbaşkanı Özal'ın dediği gibidir: "Biz Müslümanız, onlar Hristiyandır, ama bunu dile getirmiyorlar. "Mekke'yi reddettikten ve ardından Brüksel tarafından reddedildikten sonra, nereye bakar Türkiye? Karşılık, Taşkent olabilir. Sovyetler Birliği'nin sona ermesi, Türkiye'ye; Yunanistan sınırlarından Çin'e kadar yedi ülkeyi kuşatan ve yeniden hayat bulan bir Türk uygarlığının lideri olma fırsatını veriyor. Batı tarafından teşvik edilen Türkiye, bu yeni kimliği benliğine kazımak için çaba harcıyor.
1980'li yıllar sırasında Meksika, bir dereceye kadar Türkiye'ninkine benzer bir pozisyon sergilemiştir.. Tıpkı, Türkiye'nin Avrupa'ya karşı tarihi muhalefetini bırakıp onunla birleşmeye çalışması gibi, Meksika da kendisini ABD karşıtlığıyla tanımlamaya son veriyor ve bunun yerine ABD'yi taklit etmeye ve Kuzey Amerika Serbest Ticaret Bölgesi'nde onunla biraraya gelmeye çabalıyor. Meksika liderleri, Meksikalı kimliğini yeniden tanımlamak gibi büyük bir işe dalmışlardır ve temel ekonomik reformları, asıl siyasi değişmeyi eninde sonunda başlatacak oluşum diye sunmaktadırlar. 1991 'de, Başkan Carlos Salinas de Cortari'nin üst düzeydeki bir müşaviri, bana Salinas hükümetinin yapmakta olduğu bütün değişimleri uzun uzadıya anlatmıştı. O, sözlerini bitirdiğinde ben şunu söyledim: "Bütün bunlar fevkalade etkileyici. Bana öyle geliyor ki, siz, aslında Meksika'yı bir Latin Amerika ülkesi olmaktan çıkarıp bir kuzey Amerika ülkesine dönüştürmek istiyorsunuz." Bana şaşkınlıkla baktı ve şöyle bağırdı:
"Aynen!
Yapmaya çalıştığımız şey tamamen bu; ama doğal olarak bu kadar açık biçimde asla söyleyemedik."
Bu danışmanın gözlemlerinin de gösterdiği gibi, Türkiye'de olduğu gibi Meksika'da da toplumun bazı önemli unsurları ülkelerinin kimliğinin yeniden tanımlanmasına karşı koyuyorlar. Türkiye'de, Avrupa'ya yönelik liderler İslam'a jest yapmak zorundadırlar. Özal'ın Mekke'yi tavaf edişi; Meksika'nın Kuzey Amerika'ya yönelik liderleri de Meksika'nın bir Latin Amerika ülkesi olduğuna inanan kimselere öylesine jest yapmaya zorunludurlar. Salinas'm İbero Amerikan Guadalajara'nın zirvesi.)
Tarihsel olarak
"Türkiye, en derin biçimde bölünük ülke"
dir
.
Birleşik Devletler için Meksika en yakın bölünük ülke örneğidir. Global olarak en önemli bölünük ülke Rusya'dır. Rusya'nın Batı'nın bir parçası mı, yoksa ayrı bir Slav-Ortodoks uygarlığının lideri mi olduğu sorusu, Rus tarihinin tekrarlayan sorusudur.. Bu sorunun, Batılı bir ideolojiyi ithal edip Rus şartlarına uyduran ve ardından da o ideoloji adına Batı'ya meydan okuyan komünizmin Rusya'daki zaferiyle birlikte üstü örtüldü. Komünizmin hakimiyeti, Batılılaşmaya karşı Ruslaşma üstüne (süregelen) tarihsel tartışmayı kapatmıştı. Komünizmin gözden düşmesiyle birlikte Ruslar bir kere daha bu soruyla yüzyüze geliyorlar.
Başkan YeItsin, Batılı ilkeve amaçları benimsiyor ve Rusya'yı, 'normal' bir ülke ve Batı'nın bir parçası yapmaya uğraşıyor. Ne var ki, gerek Rus seçkinleri ve gerekse Rus kamuoyu bu problem üzerinde bölünmüş durumdadır. Daha ılımlı karşıtlar arasındaki Sergei Stankevich, Rusya'nın, "Avrupalı olmaya, hızlı ve örgütlü biçimde dünya ekonomisinin bir parçası haline gelmeye, Yediler'in sekizinci üyesi olmaya ve Atlantik ittifakının iki hakim üyesi niteliğiyle Birleşik Devletler ve Almanya'ya "özel bir önem atfetmeye" götürecek
"Atlantikçi bir rotayı reddetmesi gerektiğini"
ileri sürüyor. Stankevich, münhasıran Avrasyacı bir politikayı reddediyorsa da, yine aynı derecede Rusya'nın Türkî ve Müslüman bağlantılarını vurgulayarak, öteki ülkelerdeki Rusları korumaya öncelik vermesi ve Rusya'nın
"kaynaklarının, tercihlerinin, bağlarının ve çıkarlarının Asya'nın, doğu istikametinin lehine, yeniden dağıtımını göze çarpan biçimde ilerletmesi gerektiğini"
savunuyor. Bu düşüncedeki insanlar, Yeltsin'i, Rusya'nın çıkarlarını batınınkilere bağımlı kıldığı, Rus askerî gücünü azalttığı, Sırbistan gibi geleneksel dostları desteklemekte başarısız kaldığını; Rus halkına zararlı bir yönetim yürüttüğünü eleştiriyorlar.
Bu eğilimin göstergesi, 1920'lerde, Rusya'nın eşsiz bir Avrasya uygarlığı olduğunu savunan Petr Savitsky'nin düşüncelerinin yeniden gündeme gelmesidir. Daha aşırı muhalifler, daha bağıra çağıra ulusalcı, anti-Batıcı ve anti-Semitik görüşleri dile getiriyor ve Rusya'nın askeri gücünü yeniden geliştirmesi, Çin ve Müslüman ülkelerle daha yakın bağlar oluşturması için zorluyorlar. Rusya'nın seçkinleri kadar halkı da bölünmüştür. Avrupaî Rusya'da 1992'nin sonbaharında yapılan bir kamuoyu yoklaması, Batı'ya karşı halkın % 40'ının olumlu ve %36'sının olumsuz görüşte olduğunu ortaya çıkarmıştır. Rusya, tarihinin büyük bölümünde olduğu gibi, 1990'ların başlarında da gerçekten bölünük bir ülkedir.
Bölünük bir ülke, uygarlık kimliğini yeniden tanımlamak için üç koşulu yerine getirmelidir. Birincisi, (o ülkenin) siyasal ve ekonomik seçkinleri bu hareket hususunda genellikle taraftar ve gönüllü olmalıdırlar. İkincisi, kamuoyu, söz konusu yeniden tanımlama konusunda rıza göstermeliler. Üçüncüsü, alıcı konumda bulunan uygarlıktaki (Batı veya Amerika'daki) egemen gruplar 'mühtedi' yi benimsemeye istekli olmalıdırlar. Meksika konusunda üç koşulun tümü büyük ölçüde var. Türkiye konusunda ise ilk ikisi, hatırı sayılır ölçüde var. Rusya'nın Batıya katılmasına gelince, bu koşullardan herhangi birinin varlığından bile söz edilemez. Liberal demokrasi ve Marksizm Leninizm arasındaki savaşım, büyük ayrımlara rağmen, özgürlük, cşitlik ve refah konusunda son amaçları zahiren de olsa paylaşan ideolojiler arasındaydı. Geleneksel, otoriteryan ve ulusalcı bir Rusya tamamen farklı amaçlar taşıyabilirdi. Batılı bir demokrat, bir Sovyet Marksisti ile entelektüel bir tartışmayı devam ettirebilirdi. Bunu bir Rus gelenekçisiyle yapmak ise O'nun , yani batılı bir demokratın açısından olanaksızdı. Ruslar, eğer Marksistler gibi davranmayı bırakır, liberal demokrasiyi reddeder ve Batılılar gibi değil de Ruslar gibi davranmaya başlarlarsa Rusya ile Batı arasındaki ilişkiler gene, ama soğuk ve ihtilaflı olabilir.
Konfüçyen-İslâmi Bağlantı
Batılı olmayan ülkelerin, Batı'ya katılmaları konusundaki engeller birbirinden epey farklıdır. Bu engeller Latin Amerika ve Doğu Avrupalı ülkeler için en az derecede, . eski Sovyetler Birliği'nin ordodoks ülkeleri için ise daha büyüktürler. Yine Müslüman, Konfüçyen, Hindu ve Budist toplumlar bakımından da aynı engeller daha büyüktür. Japonya, Batı'nın yakın temastaki bir üyesi olarak kendisi için pek eşi benzeri bulunmayan bir konum oluşturmuştur: Bazı konularda batının içindedir., ama önemli konularda Batı'nın üyesi değildir. Kültür ve güç sebebiyle Batıya katılmak istemeyen, katılamayan ülkeler, kendi ekonomik, askerî ve siyasal güçlerini geliştirerek Batıyla rekabete giriyorlar. Bunu içteki gelişimlerini ilerletmek ve Batılı olmayan diğer ülkelerle işbirliğine girerek yapıyorlar. Bu işbirliğinin en göze çarpan şekli, Batılı çıkarlar, değerler ve iktidara meydan okumak için doğmuş bulunan Konfüçyen İslamî yakınlıktır.
Batılı ülkeler, hemen hemen istisnasız biçimde askerî güçlerini azaltıyorlar; Yeltsin'in liderliği altındaki Rusya da öyle. Ama Çin, Kuzey Kore ve çeşitli Orta-Doğu devletleri askerî kapasitelerini önemli ölçüde genişletiyorlar.
Bunu, Batılı ve Batılı olmayan kaynaklardan silah ithali ve yerli silah endüstrilerini geliştirerek başarıyorlar. Bunun bir sonucu, Charles Krauthammer'in "Silah Devletleri" diye adlandırdığı şeyin ortaya çıkışıdır ve Silah Devletleri Batılı değildir. Diğer bir sonuç, Batılı bir kavram ve hedef olan silahların kontrolü kavramının yeniden tanımlanmasıdır. Soğuk Savaş esnasında, silahların kontrolündeki öncelikli amaç ABD ve yandaşlarıyla, Sovyetler Birliği ve yandaşları arasında kararlı bir askerî denge oluşturmaktı. Soğuk Savaş sonrasının dünyasında silahların kontrol altına alınmasının öncelikli hedefi, Batının çıkarlarını tehdit edebilecek askerî kapasitelerin, Batılı olmayan toplumlar tarafından geliştirilmesini önlemektir. Batı, bunu uluslar arası anlaşmalar, ekonomik baskı ve silah sevkiyatı ile silah teknolojileri üzerindeki kontroller aracılığıyla başarmaya çalışıyor.
Batı ilc Konfüçyen-İslami devletler arasındaki savaşım, münhasıran olmasa da büyük ölçüde nükleer, kimyevi ve biyolojik silahlar, balistik füzeler ve onları fırlatmaya yarayan sofistike araçlar, rehberlik, haberleşme ve söz konusu amaca ulaşmak için gereken diğer elektronik kapasiteler üzerinde yoğunlaşıyor. Batı, evrensel bir norm olarak nüfusça çoğalmamayı, bu normu gerçekleştirmenin araçları olarak da çoğalmama anlaşma ve denetlemelerini ilerletiyor. Batı, aynı zamanda, sofistike silahların yayılmasını ilerletenlere karşı her türlü yaptırımlarda tehditkar davranıyor ve bunu yapmayanlar için de bazı önerilerde bulunuyor. Batının dikkati, doğal olarak eylemde ya da potansiyel olarak kendisine düşman olan uluslar üzerine odaklanıyor.
Öte yandan , Batılı olmayan ülkeler. güvenlikleri için zorunlu saydıkları hangi silah olursa olsun elde etme ve genişletmeye hakları olduğunu savunuyorlar. Bu ülkeler, Körfez Savaşı'ndan ne gibi dersler çıkardığı sorulduğunda Hindistan Savunma Bakanının verdiği cevaptaki gerçeği de kafalarına iyice yarleştirmişlerdir: "Nükleer silahlara sahip olmadıkça ABD ile savaşmayın ", Nükleer ve kimyevi silahlarla ile füzeler, belki hatalı bir şekilde, batının süper konvansiyonel gücünün potansiyel dengeleyicisi olarak görülüyor. Çin, daha şimdiden nükleer silahlara sahiptir. Pakistan ve Hindistan bu tür silahları yayma yeteneğine sahiptir. Kuzey Kore, İran, Irak, Libya ve Cezayir, bu silahları elde etmeye çalışacak gibi görünüyorlar. Üst düzeydeki İran'lı bir yetkili, bütün Müslüman devletlerin nükleer silahları elde etmeleri gerektiğini ilan etmiş ve İran Cumhurbaşkanı, haberlere göre, 1988'de "savunma ve saldırı amaçlı, kimyasal, biyolojik ve radyolojik silahlar" geliştirilmesini isteyen bir emir çıkarmıştır.
Batının askerî güçlerine karşı koyucu gelişmeye dair merkezi biçimde önem taşıyan Çin'in askerî gücü ve askerî güç yaratma araçlarının beslenen genişlemesidir. Çarpıcı bir ekonomik gelişme ile su yüzüne çıkan Çin, askerî harcamalarını hızlı bir şekilde arttırıyor ve silahlı kuvvetlerinin modernizasyonu ile enerjik bir yolda ilerliyor. Eski Sovyet devletlerinden silahlar satın alıyor: uzun menzilli füzeler geliştiriyor.
1992'de bir megatonluk bir nükleer bombanın denemesini yaptı. Hava ikmal teknolojisi elde ederek güç-projeksiyon kapasitelerini geliştiriyor ve bir uçak gemisi satın almaya çalışıyor. Çin'in askerî görünüşü (build up) ve Güney Çin Denizi üzerindeki egemenlik görüşü, Doğu Asya'da çok boyutlu bir bölgesel silah yarışını tahrik ediyor. Çin, aynı zamanda, büyük bir silah ve teknolojisi ihracatçısıdır Libya ve Irak'a, nükleer silah ve sinir gazı üretiminde kullanılabilen donanım ihraç etmiştir. Cezayir'e, nükleer silah araştırma ve üretimine uygun bir reaktör inşa etmekte yardım etmiştir. Çin, İran'a-Amerikan yetkililerinin inancına göre -yalnız silah üretiminde kullanılabilecek nükleer teknoloji satmış ve galiba Pakistan'a da 300 mil menzilli füzelerin araçlarını gemiyle göndermiştir. Kuzey Kore, kısa süreden beri ilerlemekte olan bir nükleer silah programına sahip olmuştur ve Suriye ile İran'a gelişmiş füzeler ve füze teknolojisi satmıştır. Silah ve silah teknolojisindeki akış genellikle Doğu Asya'dan Orta-Doğu 'ya doğrudur. Bununla birlikte, bir ölçüde zıt yönde hareket de vardır; örneğin Çin, Pakistan'dan Stinger füzeleri almıştır.
Batının askeri gücüne karşı koymak için gereksinim duyulan silah ve silah teknolojilerinin üyeleri tarafından aktarımını ilerletmek üzere düzenlenen Konfüçyen-İslamî bir askerî bağlantı, bu yolla oluşturulmaktadır.. Kalıcı olabilir ya da olmayabilir. Ancak, halihazırda, Dave McCurdy'nin dediği gibi, "bu bağlantı düşüncesini üretenler ve onların taraftar1arınca yürütülen, hainlerin karşılıklı yardım paktıdır." İslamî- Konfüçyen devletler ve Batı arasında, silahlanma yarışının yeni bir şekli böylece oluşuyor. Eski moda silahlanma yarışında, taraflardan biri öbürüne karşı denge sağlamak veya süperliğini kazanmak için kendi silahlarını geliştirirdi. Silahlanma rekabetinin bu yeni tarzında ise, bir taraf silahlarını geliştiriyor, diğer tarafsa aynı zamanda kendi askerî kapasitesini azaltırken (karşı tarafın) silah geliştirmesini sınırlamak ve önlemekten başka bir denge kurmak için çaba harcamıyor..
Batı İçin Neticeler
Bu makale, uygarlık kimliklerinin diğer bütün kimliklerin yerini alacağı, ulusal devletlerin sona ereceği, her uygarlığın tutarlı, tek bir siyasi varlık haline geleceği bir uygarlık içindeki grupların birbirleriyle çatışmayacağı ve hatta savaşmayacağını savunmuyor. Bu deneme şu hipotezleri ileri sürüyor: Uygarlıklar arasındaki farklar ciddi ve önemlidir; uygarlık bilinci artıyor; uygarlıklar arası savaşım, hakim global savaşım tarzı olarak ideolojik ve diğer savaşım biçimlerinin yerine geçecek; tarihsel olarak Batı uygarlığı içerisinde oynanıp bitmiş bir oyun olan uluslar arası ilişkiler artan bir biçimde Batılılaşmışlıktan çıkacak ve Batılı olmayan uygarlıkların, basit objeleri değil aktörleri olduğu bir oyun haline gelecek; uluslar arası alanda başarılı siyaset, güvenlik ve ekonomi kurumları uygarlıklar arası olmaktan çok, denebilir ki uygarlıklar içerisinde gelişecek; farklı uygarlıklara bağlı gruplar arasındaki savaşımlar, aynı uygarlığa bağlı gruplar arasındaki savaşımlardan daha sık, daha kuvvetli ve daha şiddetli olacak; farklı bağlı gruplar arasındaki şiddetli mücadeleler global savaşlara yol açabilecek en muhtemel ve en tehlikeli tahrik kaynağıdır; Dünya siyasetinin odak noktası "Batı ile geri kalanlar" arasındaki ilişkiler olacak; Batılı olmayan bazı bölünük ülkelerdeki elitler memleketlerini Batının bir parçası yapmaya uğraşacaklar fakat bunu başarma konusunda genellikle büyük engellerle karşılaşacaklar; orta vadeli gelecekte, mücadelenin odak noktası Batı ve çeşitli İslami-Konfüçiyen devletler arasında oluşacak. Bu, uygarlıklar arasındaki çatışmaların arzulanır bir şey olduğunu gerektirmez. Geleceğin ne biçimde olabileceği hakkında ses getirecek hipotezler ileri sürmektir.
Eğer bunlar akılcı varsayımlarsa bunlardan Batı politikasına dair çıkarılacak sonuçları gözden geçirmek gerekiyor. Bu sonuçların, kısa vadeli üstünlük ve uzun vadeli uzlaşma arasında ikiye ayrılması iyi olur. Açıkça ortadadır ki, kısa vadede Batının çıkarına olan şey,kendi uygarlığı içinde, özellikle Avrupaî ve Kuzey Amerikan unsurları arasında daha büyük bir birlik ve dayanışmayı ilerletmek; kültürleri Batı'nınkine yakın Doğu Avrupa ve Latin Amerika'yı Batı toplumlarına katmak; Rusya ve Japonya ile işbirliğine dayalı yakın ilişkileri geliştirmek ve sürdürmek; uygarlık arasındaki önemli mücadeleleri büyük savaşlara dönüştürecek kışkırtmaları önlemek; Konfüçyen ve İslami devletlerin askeri kapasitelerini başaşağı etmek ve Doğu ile Güneybatı Asya'daki askeri süperliğini devam ettirmek; Konfüçiyen ve İslami devletler arasındaki farklılık ve anlaşmazlıkları kullanmak; Batılı değer ve çıkarlara yakınlık duyan diğer uygarlıklardaki grupları desteklemek; Batılı ve değerleri yansıtan ve geçerli kılan uluslararası kurumları; güçlendirmek ve Batılı olmayan devletleri bu kurumlara daha fazla karıştırmaktır.
Daha uzun vadede başka tedbirlere müracaat edilmesi gerekecektir.
Batı uygarlığı hem Batılı ve hem de moderndir. Batılı olmayan uygarlıklar, Batılılaşmadan modernleşmeye çalışmışlardır. Bu güne kadar sadece Japonya, bu arayışta tam anlamıyla başarılı olmuştur. Batılı olmayan uygarlıklar, modernliğin parçası olan zenginlik, teknoloji, (bir takım) hünerler, makineler ve silahlar elde etme çabasını sürdüreceklerdir. Bu ülkeler aynı zamanda, bu modernliği geleneksel kültür ve değerleriyle telif etmeye çalışacaklardır. Ekonomik ve askeri güçleri Batıya oranla artacaktır. Batı, bundan dolayı, güçleri Batı'nınkine yaklaşan fakat değer ve çıkarları Batı'nınkilerden anlamlı bir yolla ayrılan Batılı olmayan bu uygarlıklarla artan bir biçimde uzlaşmak zorunda kalacaktır. Bu da Batı'nın, bu uygarlıklarla ilişkisinde, çıkarlarını korumak için gerekli olan ekonomik ve askeri gücü sürdürmesini gerektirecektir. Ancak, bu durum, Batının, diğer uygarlıkların temelindeki asıl dinsel ve felsefi temeller ve bu uygarlıklara bağlı insanların çıkarlarını nerede gördükleri hakkında daha derin bir kavrayış geliştirmesini de gerektirecektir. Bu, Batılı ve diğer uygarlıklar arasındaki ortak unsurları saptamaya yönelik bir çabayı da gerektirecektir.. Uzak olmayan bir gelecekte, evrensel bir uygarlık olmayacak fakat bunun yerine, her biri başkalarıyla beraber yaşamayı öğrenmek zorunda kalacak farklı uygarlıklardan oluşan bir dünya olacaktır.
Kaynak:
karakutu.com
BEĞEN
Paylaş
Paylaş
Cevapla
Kapat
Saat: 19:09
Hoş Geldiniz Ziyaretçi
Ücretsiz
üye olarak sohbete ve
forumlarımıza katılabilirsiniz.
Üye olmak için lütfen
tıklayınız
.
Son Mesajlar
Yenile
Yükleniyor...