İsli Aşk
Kimi sevsem, kalbinin uzaklarında bir yerlerde bir sevdiği vardı, unutamadığı ilk aşkı çizme gibi bir ülkede ya da kopamadığı çocuğunun babası boğaziçinde... derinden sevdiklerimin derinlerinde bir başkası yaşardı, eller, gözler ve sözler benimdi, yüreği başka birinin... Öylesine çok sevdim ki onları, bana aşk sözcükleri fısıldarlarken sessizce, hecelerin arkasına saklanan malta humması sevgisi vardı dökülen kelimelerde ve ben onları saçılan yerlerden toplardım, hastalıklı, içim acıyarak, içim kanayarak ağlardım duş teknesinde, musonlar yağardı yüreğime... Beni yitirirken hep aynı bahane vardı; “onlara göre fazla iyiydim.” İyi olmanın prim yapmadığını defalarca öğrendim. Aşk dersinde not tutmak istediğimde kırık kalemim hep ‘sen iyi...’ yazabildi, gerisine ucu yetmedi. O yüzden öğrenemedim aşkta iyiliğin kaybettiğini. Aşk iyiliğe saygısını kaybetmişti. Buydu puslu bir gökyüzünde en son gözlerin söylediği ayaküstü elveda öpücüğünde yanağımda asılı kalan. “çok iyisin ve bu yüzden sana olan saygımı kaybettim.” Son sözler ise hançer yarası: “Çık hayatımdan ki sana olan saygım daha fazla azalmasın”
Aşk insanın gözlerini kör etmekle kalmaz sadece, kalbi de kör edermiş. ‘Çık hayatımdan’ın en kibar halini bile sana aşığım gibi algılamıştım. Kalbimin kör olduğunu bayramın ikinci günü anladım. O gün evin terasında bacadan savrulan isli dumanı çektim içime. İsli bir aşktı o dumanla savrulup giden. O duman kokusu saçlarımda iki koca hafta taşıdım. Her duman kokusunda körlettim kalbimi, o yüzden pus asılmıştı retinama. Aşk dilendim çiçekçi önlerinde kör kalbimle. Şiirlerden baston yaptım kendime. Böyle başladı ilkokul şiirlerim. O kadar saf ve temizlerdi ki şiirlerim, onları beyaz kağıt üzerine yazmaya kıyamazdım, saflık ötesinde temizdiler, o yüzden yüreğimde sakladım sessizce. Yaseminlerle dolu bir zarfa kapattım yasemin kokulu aşkımı, saçılmıştı bir gün yatağın üzerine...
Güneşler açmıştı yağmur yağarken, cennette melekler evleniyordu. Bir reklam filmindeki o gelinliği giyme hayalini gözlerinde gördüm o pus’lu ve sus’lu gecede. Otururken üçlü koltuk köşesinde, yüreğin ilk dansa hazırdı. Çeyiz asma heyecanı takılmıştı saçlarına. Sonra kendinden emin gülüşün takılı kaldı hafızamda. O andaki anlık mutluluğun gözlerinde bir daha hiç çakmadı, ne acı. Oysa bu dünyada peygamber kalbi olduğuna inanırdım sevenlerin. “Seven insan saf olurdu çünkü” diye hayal ederdim. Hayallerin gerçek olmadığını öğrendim bir de... Ne kadar da siyah beyaz Türk filmlerinde yaşıyormuşum meğer. Ne kadar da beş yaş saflığındaymış duygularım, gözlerim otuz beş yaş bitkinliğinde ve gönlüm is yetmiş yaş kırgınlığında.
Gönül yangınında ilk terk edileceklerin başında oldum hep. Beni terk edenlerden tek isteğim vardı. “Beni bir daha aramayın! Çünkü ben zaten acı çekiyorum geçmişteki bütün işlemediğim suçları üstlenerek. Hataların faturalarını ilk elime geçtiklerinde ödüyorum birikmesin diye. Hoş haczedecek kalbimde senden bir şey kalmadı nerdeyse. Kırık bir kalpte para etmiyor artık. Ben eski kadınlarıma duyduğum tutkulu, kelimelerin anlamlandıramadığı aşk yüzünden kendimi dağıtıyorum fakirlere. Saçlarımı bir balıkçıya, yüreğimi bir aşığa, ellerimi yoksul bir kadına, ayaklarımı bir dağcıya, gözlerimi ise bir şarapçıya bir daha gam ve kederle bakmasınlar diye. “Böyle acı çekerdim eskilerimle ve dünyanın her köşesine küllerimi serpmek isterdim... Umutsuz kalmış aşklara umut, soluksuz kalmış aşklara soluk olmaktı bütün derdim...