Arama

Medya Haber - Tek Mesaj #2

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
19 Aralık 2005       Mesaj #2
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Son günlerde hararetle tartışılan gündemlerin bir ucu hep gelip dine dayanıyor. Üstelik bu tehlikeli temas, “aşırı gruplar” üzerine yıkılamayacak kadar geniş bir yelpazede yapılıyor. Hal böyle olunca her kriz-haber, sembollerin kavgasına dönüşüyor ve bu konuda ısrarla yapılan haberler geniş bir kitlede huzursuzluğa sebep oluyor.

Gündemin ateşle raksına bakın lütfen: ‘İçki yasağı’ üzerine gösterilen tepkiler, İstanbul Göztepe’de yapılması düşünülen camiye karşı yapılan kampanyalar, Erdoğan’ın üst kimlik sadedinde İslam’a atıfta bulunmasına karşı yükselen eleştiriler… İçki yasağı, cami yapımı, üst kimlikte İslam, imam hatipler…
Medya-siyaset kavgası ya da içki yasağı
Yukarıda bahsi geçen hararetli konulardan her birinin haberleştirilmesi için makul sebepler var aslında. Türkiye, ilginç bir ülke. Bir yönüyle halkın neredeyse tamamı (yüzde 99 deniyor) Müslüman. İslam’ın kültür izleri hayatın hemen her safhasını kuşatmış durumda. Diğer bir açıdan bakıldığında rahatlıkla görülebiliyor ki, Müslüman halk, inanç ve ibadet konusunda insanların şahsi tercihlerine müdahale edilmesini istemiyor. Daha açık söylemek gerekirse, İslam’ın yasak kıldığı ve günah saydığı şeylerin yapılmasını, bireyin kendi tercihi içinde kendi günahı olarak değerlendiriyor. O yüzden farklı hayat tarzları toplumda bir tartışma sebebi olarak karşımıza çıkmıyor. Sosyal gerçek böyle olunca, farklı hayat tarzlarına politik müdahalelerin yapılması doğru ve tabii gelmiyor.
Mesela bu ülkede öteden beri içki satılıyor; ancak sokaktaki insanın öncelikli gündeminde böyle bir mesele yok. O, iktidardan hayatı kolaylaştıracak icraatlar bekliyor; tıpkı medyadan kavgaları körüklememesini beklediği gibi. Halk içkiyi şahsi bir tercih olarak görüyor; günahkâr saydığı insanların bu fiili yapmaktan vazgeçmesi ve tövbe etmesi için dua bile ediyor. İş meyhane kapatmaya ve kanun gücüyle içki içenlerin derdest edilmesine gelince, böyle bir baskıyı da makul görmüyor; çünkü “günahkâr” gördüğü insanların vicdani bir sorumluluk taşıdığına ve bu sorumluluğun devlet gücüyle yönlendirilemeyeceğine inanıyor. Bu duruşun hem dini hem tarihi sebepleri var…
Manzara şu: Hükümet kanadı ısrarla “içki yasağı uygulaması”nın söz konusu olmadığını söylüyor. Medya da ısrarla içki yasağı uygulayan belediyeleri kovalıyor. Bir numune bulunur bulunmaz, Türkiye’de böyle bir uygulamanın yapılacağı kuşkusunu arttırıcı yayınlar yapılıyor. Bu bilgilere şüpheyle bakanların sayısı az değil; zira herkes şehrinde, sokağında, caddesindeki büfesinde değişik bir uygulama görmüyor. Otellerde, restoranlarda genel bir uygulama da söz konusu değil. Bu puslu manzara zihinlerde “ortada medya-siyaset kavgası mı var” şüphesi bırakıyor.
İşin daha acı bir yanı var: Medya gruplarının içki serbestisi üzerine aşırı vurgu yapması, bir zaman sonra “İslam düşmanı medya” imajına da dönüşebiliyor. Bu imajın yanlışlığı ortada; ancak medya kendini halka tastamam ifade edemiyor. “Bu yaptıklarım özgürlükler uğruna” dese, diğer özgürlük konularında da benzer bir hassasiyet bekliyor kamuoyu. Anlaşılacağı üzere, karmaşık bir konuyla karşı karşıyayız. O yüzden medya dikkatli yayın yapmak, meramını doğru anlatmak zorunda…
Mesela “Göztepe Parkı’na cami” meselesi o kadar sembolleştirildi ki! Mesele değişik grupların suiistimali sayesinde “cami karşıtlığı” ya da “cami destekçiliği”ne dönüştürüldü. Son “cami yapılmasını protesto” mitingi az daha büyük çatışmalara sebep olacaktı. Güya 171 “sivil toplum kuruluşu” cami yapımı projesini protesto ediyor. 171 derneğin katıldığı mitingde gazetelere göre 500 kişi var. İçlerinde kamu vicdanında sabıkalı sayılabilecek dernekler de var. Her dernekten üç-beş adam gelse bile 500’den fazla adam toplaması gerekirdi; ancak olmadı. Bu arada bir grup da çıkıp “Cami hakkımız engellenemez!” diye bağırmaz mı; hatta bir adım daha atıp, tekbir getirmeye başlamaz mı? Ne oluyor bize Allah aşkına! Bir semte cami ihtiyacı olup olmadığını tespit edecek akil adam mı kalmadı bu ülkede?..
Açık ve dürüst olmak lazım: Şayet orada bir cami ihtiyacı yoksa ne gereği var böyle bir teşebbüse? Yok, gerçekten o bölgede bir sıkıntı dolayısıyla cami gerekiyorsa, niçin konu bu kadar gerginleştiriliyor? Bu tür konularda yöneticilere büyük sorumluluk düşüyor. Böyle mevzuları ele ayağa düşürmek, sokak meselesi haline getirmek, istenmeyen olaylara sebep olabilir. Basının duruşu da çok önemli! Bir basın kuruluşu böyle hararetli bir konuda “ille de cami yapılacak!” üslubunu da takınamaz; “buraya cami yaptırmam!” rolüne de soyunamaz. Bu ülkede cami yapımına karar verecek hiç mi kurum yok, hiç mi uzman yok, hiç mi makul yönetici yok!..
Medyanın genelde art niyetli olmadığına inananlardanım. Açıkçası hiçbir medya kuruluşunun ve yöneticisinin “cami düşmanı” olacağına inanmam, inanmak istemem. Çünkü dini, dindarlık çizgisinde yaşamayan meslektaşlarımız bile, kültürel zenginliğimizin en önemli parçası olarak görür. Ne var ki bazı haberlerin veriliş tarzından yanlış imajlar ortaya çıkıyor. Sanki medya “cami karşıtı” bir düşünceye mahpusmuş gibi algılanıyor. Öyle değil; ancak algı bu. İletişimdeki en temel kural ne dediğinizden çok, nasıl algıladığınızdır. Göztepe’de cami yapılmasına karşı çıkanların makul sebepleri olabilir; bunların soğukkanlı bir üslupla, objektif kriterlerle halka duyurulması gerekir.
Üst kimlik tartışmasının akıbeti de böyle oldu. Başbakan Erdoğan farklı etnik kökenlerin Türkiye’yi parçalayamayacağını anlatıyor. Sebep belli. Deniz Baykal’ın “Türkiye Yugoslavya olur” tezini çürütmek için Türkiye’deki değişik etnik kökenlerin İslam dini gibi kardeşliği emreden bir din sayesinde düşmanlığa sebep olmadığını söylüyor. Sen misin bunu diyen. Bazı meslektaşlarımız, neredeyse bin küsur yıllık sosyal bir gerçeği baskı altına alacak. Erdoğan “Tüm Türk halkını İslam üst kimliğiyle bağlayacağız” dese, kopan fırtınaya bir anlam verilebilir; ancak sözün ne evveli bu teklife müsait ne ahiri. Mesele dallanıp budaklanıyor, parçalı Ortadoğu haritasına, ümmetçiliğe (vesaire) kadar getiriliyor. Avrupa Birliği için bu kadar çalışan bir hükümet neredeyse İslam birliği oluşturmakla suçlanacak! Eleştirilerin bir kısmı anlaşılır; ancak bir kısmının zıvanadan çıktığı ortada.
Türkiye medyatik dayatmalardan çok çekti
Aslında medya topyekûn bir pozisyon almış değil. Mesela Hadi Uluengin cumartesi günü Hürriyet’te “Din ve kimlik” başlığıyla bir yazı kaleme aldı. Uluengin, “Din, yani ülkemiz açısından İslam, birleştirici bir “üst kimlik” oluşturabilir mi? Hiç tereddütsüz, evet! Fakat bilhassa en başta vurgulayayım ki, asla “tek unsur” kalmaması kaydıyla, evet.” diyor. Hadi Bey’in ve aydınların önemli bir kısmının yaklaşımı da gösteriyor ki, tek tip gazete yazarı da, yöneticisi de yok. O zaman neden yanlış bir imaj veriliyor, bunu anlamak çok zor. Manzara karmaşık olunca, komplo goygoycuları “x medya grupları irtica haberlerine yakında başlar; çünkü son günlerde İslam üzerinde yapılan habercilik bir kampanya sürecinin emaresidir” diyebilir. Türkiye medyatik dayatmalardan çok çekti ve yaşananlardan birçok ders çıkardı. Öyle ki hataları tekrar etmek, bir daha düzeltilmeyecek yanlışlar anlamına geliyor. Yani, bu seferki muhtemel fatura ülkemiz için çok ağır olur. Değer mi?

Cumhuriyet Gazetesi topu taca atıyor
Hasan Cemal “Cumhuriyet’i Çok Sevmiştim” adlı bir kitap yazdı. 19 yıl Cumhuriyet Gazetesi’nde çalışan ve genel yayın yönetmenliğine kadar yükselen bir yazarın hatıralarını dile getirmesi, çok büyük bir haber konusu. Cemal, şahsi kavgalarını anlatsa ve Cumhuriyet’e şantaj yapmaya kalksa, yani bir menfaat beklentisi içinde olsa kitabına mesafeli durulabilir; ancak, böyle bir durum yok ortada. Hasan Cemal, aydın olmanın cesaretiyle bir döneme ışık tutuyor. O yüzden kitap, gazetelerde, televizyonlarda, internet sitelerinde geniş yer buldu. Bu kitapla birlikte Cumhuriyet, darbecilik, cuntacılık, kışkırtıcılık gibi ağır suçlamalarla karşı karşıya. Hele Cumhuriyet Yayın Yönetmeni hakkında yazılanlar, yenilir yutulur cinsten değil. Düşünebiliyor musunuz, Selçuk için “takiyyeci, darbeci, faşist, Stalinci…” gibi sıfatlar kullanılıyor; tabii ki Cemal bu sonuçlara yaşadığı olaylardan yola çıkarak varıyor…
Peki Cumhuriyet ve yayın yönetmeni ne yapıyor? Kitabı basan Doğan Grubu’nun sahibi Aydın Doğan’a yükleniyor. Hatta bu arada ucuz bir kurnazlık daha yaparak Doğan Grubu ile Zaman’ın ortak hareket ettiğini, bunun planlı olduğunu iddia ediyor. Tam bir panik atak durumu.
Yılların gazetecisi böyle bir kitabın haber konusu olacağını bilmezden geliyor, aklı sıra kendine cephe kuruyor, ‘öteki’ için de cephe daraltıyor. İyi bir taktiğe benziyor. Cumhuriyet Gazetesi’ni Cumhuriyet’imiz ile özdeşleştirerek sistemi yanına çekmeye yelteniyor. Diğer taraftan Akşam’ın, Vatan’ın, Yeni Şafak’ın ve daha pek çok gazetenin yazdığı haber ve yorumları görmezden geliyor ve yazılanları “Doğan-Zaman” ittifakı gibi göstererek kitabı haberleştirenleri dar bir alana sıkıştırmaya çalışıyor. Yazdıklarında suçlamalara cevap olabilecek tek satır yok! Böyle bir kitabı haberleştirmek mi suç, görmezden gelmek mi; önce buna cevap verilmeli ve bu kitaba gözlerini kapatanlar ile Cumhuriyet arasındaki ilişki sorgulanmalı. Böyle ilginç bir kitabın haber yapılması hangi gazetecilik mantığıyla sorgulanabilir ki!
Ayrıca ‘İlhan Ağabey’ itiraf etmeli ki; ortada bir suçüstü durumu var. Herkesi acımasız bir şekilde suçluyordu Selçuk. Şimdi takiyyecilik yapmakla suçlanıyor; üstelik takiyye hatıraları art arda sıralanarak. Hasan Cemal’in kitabıyla görüldü ki Cumhuriyet, istediği rejimi getirmek için anti-demokratik bütün yolları mubah görüyormuş, bu amaç için gizli ilişkiler içine giriyormuş, istihbaratçıların ricası üzerine yazılar neşrediyormuş, cuntacılar ile işbirliği yapıyormuş… Cumhuriyet yöneticilerinin meslektaşlarını patronlarına ya da sisteme jurnalleme yerine, somut olaylar üzerine konuşması gerekiyor. Meseleyi ille de geçiştirmek istiyorsa, son dönemde sıkça yaptığı gibi Sayın Selçuk bir Bektaşi fıkrası anlatabilir. Kitaptaki suçlamaları okuyunca aklıma bir fıkra geldi mesela. Gerçi Bektaşi fıkrası değil; ama yine de işe yarayabilir. Âmâ iki adam bir sofrada buluşmuş. Âmâlardan biri diğerine “Dolmaları üçer üçer yeme!” diye bağırmış. Hayatında böyle bir şeyi aklının ucundan bile geçirmeyen masum âmâ, “Nerden çıkarıyorsun bunu kuzum?” diye sormuş. Cevap manidar: “Çünkü ben hep öyle yiyorum!” İşte bu kitap Cumhuriyet’in ‘takiyye’ maskesini düşürmüş oldu; üstelik kuru iddialarla değil yaşanmış anılarla. Artık Hasan Cemal’in kitabı okunmadan son çeyrek asrı anlamak mümkün değil...