Arama


NihLe - avatarı
NihLe
Ziyaretçi
28 Mart 2007       Mesaj #1
NihLe - avatarı
Ziyaretçi
S - 1

SÂ':
Hanefî mezhebinde 3500 gr'lık veya 4.2 litrelik ölçü birimi. Bu miktar diğer mezheblerde farklıdır.
Abdestte ve gusülde, lüzûmundan fazla su kullanmak isrâf olup, haramdır. Sekiz rıtl su ile sünnete uygun gusledilebilir. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, bir müd su ile abdest alır, bir sâ' hacminde su ile guslederdi. (Halebî İbrâhim)

SÂAT:
1. Zaman birimi, altmış dakikalık zaman, bir günün yirmi dörtte biri.
Gecenin on iki kısmından bir kısmını (bir saat kadar) ihyâ etmek (ibâdetle geçirmek), bütün geceyi ihyâ etmek olur. Yaz ve kış geceleri için hep böyledir. (İmâm-ı Nevevî)
Fıkıh kitablarında saat demek, bir miktâr zaman demektir. (Mahmûd bin Muhammed Buhârî)
İkindi namazından sonra öyle bir saat vardır ki, o vakitte, amellerin en iyisine yapışmak gerektir. O saatte amellerin en iyisi muhâsebedir. Muhâsebe; gece ve gündüzün bütün saatleri içinde, insanın yaptıklarını gözden geçirmesi, ibâdet ve günâhtan p ayına düşenleri ayıklaması, iyiliklerine şükr, kötülüklerine tövbe, istiğfâr etmesidir. (Ali bin Hüseyin)
2. Kıyâmet.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Bilakis sâat onlara asıl vâd edilendir ve o sâat cidden çok zor ve acıdır. (Kamer sûresi: 46)
Sana sâatten onun ne zaman gelip çatacağından soruyorlar. De ki: Onun ilmi ancak Rabbimin katındadır. Onun vaktini O'ndan başkası açıklayamaz. O göklere de yere de ağır gelmiştir. O size ansızın gelecektir. (A'râf sûresi: 187)

SABAH VAKTİ:
Fecr-i sâdık denilen beyazlığın doğuda görünen ufkun bir noktası üzerinde doğması ile başlayan vakit. İmsâk vakti.

SABÎ:
Bülûğ (ergenlik) çağına gelmemiş oğlan çocuğu. Kıza sabiyye denir.
Bütün insanlara kabir suâli vardır. Sabî iken ölene de cenâb-ı Hak cevab vermesini ilhâm edecektir (söyletecektir). (Ebû Bekr Sirâc)

SÂBİÎLER:
Aya ve yıldızlara tapan kimseler. El-Cezîre (Cizre) ve Harran civârında yaşayan bu kimseler, yahûdîlik, hıristiyanlık ve mecûsîlik gibi çeşitli dinlerden bâzı inanışları alarak bir din meydana getirmişlerdir.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
O îmân edenler, o yahûdîler, o sâbiîler, o nasrânîler, o mecûsîler, o (Allah'a) eş koşanlar (yok mu?) Allah kıyâmet günü (bütün) bunların aralarını mutlaka ayıracak (ilâhî hükmünü verecek) tır. Çünkü Allah her şeyi hakkıyla görüp bilendir. (Hac sûresi: 17)
Şüphe yok ki îmân edenlerle, yahûdî olanlardan, sâbiîlerden, masrânîlerden kim Allah'a ve âhiret gününe îmân edip de sâlih amelde bulunursa, artık onların üzerinde hiçbir korku yoktur. Onlar mahzûn da olacak değillerdir. (Mâide sûresi: 69)
Sâbiîler, yıldızların büyük rûhlarının olduğunu kabûl ederler. Hakîm, mukaddes, celâl ve azâmetine (büyüklüğüne) ulaşılması imkânsız, fakat rûhlar vâsıtası ile kendisine yaklaşılabilen bir yaratıcıya inanırlar. Rûhlar, cevher olarak cismânî (cisim ol an) maddelerden ve cismânî melekelerden münezzehtirler. Fiilde bunlar eşyâyı meydana getirir, yenileştirir ve bir hâlden diğer hâle değiştirirler. Yedi seyyârenin (gezegenin) idârecileri bunlardan olup seyyâreler onların mâbedleri gibidir. Seyyâreleri rûhlar hareket ettirirler. Dünyâ hâdiselerini, rüzgârları, fırtınaları, zelzeleleri onlar idâre eder ve her varlığa kuvvet ve kânunlarını onlar dağıtırlar. Domuzun, köpeğin, pençeli yırtıcı kuşların ve güvercinin etini yemezler, sünnet yaptırmazlar . Dînî merâsim dilleri Süryânîcedir. (Şehristânî)

SÂBİKÛN:
Asıl îtibâriyle peygamberler aleyhimüsselâm, onlara tâbi olmak bakımından Eshâb-ı kirâm, Tâbiîn ve Tebe-i Tâbiîn, peygamberlere vâris olmak bakımından müctehidler, müfessirler (tefsir âlimleri), muhaddisler (hadîs âlimleri) ve tasavvuf büyükleri.
Sâbikûn, her hallerinde Peygamber efendimize uymaları vâsıtasıyle, zâhirde ve bâtında en yüksek mertebeye ulaşmışlar, güzel ahlâk sâhibi olmuşlar, kavuştukları yüksek mertebeden dönüp, aşağı inmeye ve böylece insanları Allahü teâlânın beğendiği yola girmeye dâvet etmekle (çağırmakla) vazîfelendirilmişlerdir. (Abdülhakîm Arvâsî)
Mü'minler sâbikûnun sırlarını anlayamaz. Kur'ân-ı kerîmde ayrı harflerle gösterilen işâretler, bunlara mahsûs sırlardır. Râhat ve rahmet, bunlar içindir. Kıyâmet gününün korkusundan emîn olanlar bunlardır. Kıyâmetin dehşetinden, başkaları gibi ürkmez ler. Kıyâmette bunlara husûsî muâmele yapılır. Kendilerine ayrıca ikrâm olunur. (Ahmed Fârûkî)

Sâbikûn-ı Evvelûn:
Dinlerini muhâfaza için yurtlarından ayrılan, Resûlullah sallallahü aleyhi ve selleme son derece bağlılık gösteren muhâcirlerden, iki kıbleye karşı namaz kılmış olanlar veya Bedr gazvesinde (harbinde) bulunanlar veya Hudeybiye'de Bîat-ür-Rıdvân'da bu lunanlar veya hicretten evvel müslüman olanlar yâhut, Resûlullah'ı ilk tasdîk edenlerden olup, kendilerinden sonra insanların peşipeşine İslâm'a girdiği hazret-i Ebû Bekr, hazret-i Ali, hazret-i Zeyd bin Hârise, Osman bin Affân, Zübeyr bin Avvâm, Abdurrahmân bin Avf, Sa'd bin Ebî Vakkâs, Talhâ bin Ubeydullah (radıyallahü anhüm) ile Ensârdan (Medîneli müslümanlardan) birinci, ikinci ve üçüncü Akabe bîatlarında bulunanlar.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Muhâcirler ve Ensâr'dan olan Sâbikûn-ı evvelûn ve îmânda ve ihsânda bunların izinde gidenlerden Allahü teâlâ râzıdır. Onlar da Allahü teâlâdan râzıdırlar. Allahü teâlâ onlar için altından ırmaklar akan cennetler hazırladı. Orada ebedî (sonsuz) olarak kalacaklardır. (Tevbe sûresi: 100)

SABR (Sabır):
Emirleri yapmakta, yasaklardan sakınmakta, başa gelen belâ ve musîbetlere tahammül etme, katlanma.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyuruyor ki:
Peygamberlerden ülü'l-azm olanların sabr ettikleri gibi sen de sabr et! Onlara azab verilmesi için duâ etmekte acele eyleme. (Ahkâf sûresi: 35)
Rablerine sabah akşam duâ eden ve O'na kavuşmak istiyenlerle birlikte bulun ve sabr eyle. Onlardan başka bir yere bakma. (Kehf sûresi: 28)
Sabr eden zafere kavuşur. (Hadîs-i şerîf-Keşf-ül-Hafâ)
Her kim sabr ederse, Allahü teâlâ o kimseye sabrın hakîkatini ihsân eder. Hiçbir kimseye sabırdan daha geniş ve daha hayırlı bir ihsân verilmemiştir. (Hadîs-i şerîf-Müsannef fil-Hadîs)
Sabrın başı acı, sonu bal gibi tatlıdır. (Fakîrullah)
Sabr dînin yarısıdır. (İmâm-ı Gazâlî)
Sabrın alâmeti, şikâyeti terk, musîbet ve sıkıntıları gizlemektir. (Abdullah Harrâz)

Sabr-ı Cemîl:
Başa gelen belâ ve musîbetten dolayı feryad etmeden, insanlara şikâyette bulunmadan yapılan sabır, gösterilen tahammül.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
(Ya'kûb aleyhisselâm, oğullarına) dedi ki:Hayır, nefisleriniz sizi aldatıp böyle (büyük) bir işe sürüklemiş. Artık bana düşen sabr-ı cemîldir. Sizin bu yaptıklarınız üzerine sabrımla Allahü teâlâdan yardım isterim. (Yûsuf sûresi: 18)
Sabır, kazâya rızâ göstermekten dolayı değil de başka maksadlarla olursa, buna sabr-ı cemîl denmez. (İsmâil Hakkı Bursevî)

SABÛR (Es-Sabûr):
Allahü teâlânın Esmâ-i hüsnâsından (güzel isimlerinden). Her şeyi vakti gelince ve belli miktarı ile yaratan, bu hususta acele etmeyen, kendisine şirk (ortak) koşan ve başka günâhları işleyerek isyân edenleri cezâlandırmaya kâdir (gücü yetici) iken, cezâ vermekte acele etmeyen.
Güneş doğduktan sonra yüz kere es-Sabûr ism-i şerîfini söyleyen kimse, belâlardan kurtulur. (Yûsuf Nebhânî)

SÂCİD:
Secde eden. Namazda alnını ve burnunu yere koyarak secde eden. (Bkz. Secde)
Allahü teâlâ âyet-i kerîmede meâlen buyurdu ki:
İblîsten başka bütün melekler secde ettiler, o (iblis) sâcidlerden olmadı. (A'râf sûresi: 11)

SAD SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin otuz sekizinci sûresi.
Sad sûresi Mekke'de nâzil oldu (indi). Seksen sekiz âyet-i kerîmedir. Sad harfi ile başladığı için sûreye Sûret-üs-Sad denilmiştir. Sûrede; müşriklerin (puta tapanların) bozuk yolda oldukları, Nûh, Sâlih, Hûd, Şuayb, Dâvûd, Süleymân, Eyyûb, İbrâhim, İshak, Ya'kûb, İsmâil, İlyâs, Zülkifl ve Âdem aleyhimüsselâmın kıssaları, hak yolda peygamberlerin çektikleri eziyetler ve sonunda nusret-i ilâhiyyeye (Allahü teâlânın yardımına) kavuştukları bildirilmektedir. (İbn-i Abbâs, Râzî, Kurtubî)
Allahü teâlâ, Sad sûresinde meâlen buyuruyor ki:
(Habîbim) Kuvvet sâhibi Dâvûd'u an! O, her zaman Allah'a tövbe ederdi. (Âyet: 17)
Kim Sad sûresini okursa, Allahü teâlânın, Dâvûd aleyhisselâmın emrine verdiği dağların ağırlığının on katı sevâb verilir. Ve büyük küçük bütün günahlara ısrardan muhâfaza edilir. (Hadîs-i şerîf-Kâdı Beydâvî Tefsîri)

SADAKA:
1. Allahü teâlânın rızâsına niyet ederek ve karşılık beklemeden muhtâc olanlara, fakirlere, hibe edilen mal, para ve her türlü iyilikte, ihsânda bulunma.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmelerde meâlen buyuruyor ki:
Ey îmân edenler! Sadakalarınızı; insanlara gösteriş için malını harcayan, Allah'a ve âhiret gününe inanmayan kimse gibi başa kakmak ve eziyet etmek sûretiyle boşa çıkarmayın... (Bekara sûresi: 264)
Akrabâya sadaka vermek, ecîr (sevâb) bakımından iki kattır. (Hadîs-i şerîf-Kenzül-Ummâl)
Yediğin şey sadakadır. Zevcene yedirdiğin şey, senin için sadakadır. Hizmetçine yedirdiğin şey, senin için sadakadır. Her iyilik sadakadır. (Hadîs-i şerîf-Dimyâtî)
Hoş (güzel) söz, bir sadakadır. (Hadîs-i şerîf-Sahîh-i Müslim)
Mü'min kardeşinin yüzüne tebessüm etmek sadakadır. (Hadîs-i şerîf-Edeb-ül-Müfred)
Sadaka; belâları önler, ömrü uzatır, bedene sıhhat verir, malı arttırır. (S. Abdülhakîm Arvâsî)
Ölüler için duâ ve istiğfâr ederek ve onlar için sadaka vererek, imdâdlarına yetişmek lâzımdır. (Ahmed Fârûkî)
Zekât borcu veya başka borcu olanın sadaka vermesi sevâb olmaz, günâh olur. (S. Abdülhakîm Arvâsî)
2. Zekât.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmelerde meâlen buyuruyor ki:
Sadakalar; Allah'tan bir farz olarak ancak fakirlere, miskinlere, (zekât toplayan) me'murlara, gönülleri (İslâm'a) ısındırılacak olanlara, (esirlik ve kölelikten kurtulmak isteyen esir ve) kölelere, (borcuna karşılık malı olmayan) borçlulara, Allah yolunda çalışıp cihâd edenlere, (parasız kalmış) yolcuya mahsûstur. (Tevbe sûresi: 60)
Onların mallarından sadaka al ki, bununla onları (günahlarından) temizleyesin, onların (sevâblarını) artırıp yüceltesin. Ve onlara duâ et; çünkü senin duân, onlar için bir rahatlık ve huzûrdur (onların ızdırablarını yatıştırır) . Allah onların îtirâflarını (senin de duânı) işitici, kalblerindeki pişmanlığı bilicidir. (Tevbe sûresi: 103)
Sadaka vermekle mal azalmaz. Allahü teâlâ, affedenleri azîz eder. Allah rızâsı için affedeni, Allahü teâlâ yükseltir. (Hadîs-i şerîf-Berîka)
3. Ganîmet.
Allahü teâlâ, âyet-i kerîmede meâlen buyuruyor ki:
(Ey Resûlüm!) Onlardan, sadakaların taksimi husûsunda seni ayıplıyanlar da vardır. Sadakalardan onlara da bir pay verilirse râzı olurlar, şâyet onlara sadakalardan verilmezse hemen kızarlar. (Tevbe sûresi: 58)

Sadaka-i Câriye:
Yapıldıktan sonra sevâbı devâm eden hayırlı, iyi işler. Devamlı hayra sebeb olan sadaka.
Bir mü'min vefât edince, bütün amelleri biter. Yalnız üç ameli bitmeyip, bunların sevâbı amel defterine yazılmaya devâm eder. Bu üç amel; sadaka-i câriye, faydalı ilim (kitabları) ve kendisine hayırlı duâ eden sâlih evlâddır. (Hadîs-i şerîf-Sahîh-i Müslim ve Sahîh-i Buhârî)

Sadaka-i Fıtır:
İhtiyâcı olan eşyâdan ve borçlarından fazla olarak, nisâb yâni dinde zenginlik ölçüsü miktarında malı, parası bulunan her hür müslümanın, Ramazân bayramının birinci günü sabâhı, fakirlere vermekle yükümlü oldukları belli miktarlardaki buğday, arpa, h urma veya kuru üzüm yahut kıymetleri kadar altın veya gümüş. Fıtra da denir. (Bkz. Fıtra)
Allahü teâlâ, sadaka-i fıtr veren zenginlerinizi günâhlardan temizler (mallarına, işlerine bolluk ve bereket verir) . Sadaka-i fıtr veren fakirlerinize de, daha fazlasını verir. (Hadîs-i şerîf-Ebû Dâvûd)
Sadaka-i fıtr olarak 1750 gr. buğday veya buğday unu veya 3500 gr. arpa veya bu miktâr hurma veya kuru üzüm verilir.Bunların kendisi verilebildiği gibi, kıymeti kadar altın ve gümüş de verilebilir. (Kâşânî, İbn-i Âbidîn)
İslâmiyet'in vâcibleri yedidir. Sadaka-i fıtr, yakın akrabânın nafakası, vitr namazı, kurban kesmek, umre yapmak, anaya babaya hizmette bulunmak ve hanımının kocasına hizmeti. (Alâüddîn Haskefî)

SADÂKAT:
Dostluk; bir kimseye Allahü teâlâ için kalbden bağlılık; doğruluk. İnsana sadâkat yaraşır görse de ikrâh, Doğruların yardımcısıdır hazret-i Allah.
(Ziyâ Paşa)

SÂDÂT:
1. Seyyidler. Hazret-i Hüseyin'in soyundan gelenler. (Bkz. Seyyid)
Sâdât'ın kıymetini bilmelidir. Çünkü onlar Resûlullah'ın torunları olup O'nun mübârek zerrelerini taşırlar. (İmâm-ı Rabbânî)
2. Evliyânın büyüklerinden olan zâtlar.

SÂDIK:
1. Velî, Allahü teâlânın sevgili kulları.
Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyruldu ki:
Ey mü'minler! Allahü teâlâdan korkun ve dâimâ her zaman sâdıklar ile birlikte bulunun. (Tevbe sûresi: 120)
2. Doğru, yalan ve uydurma olmayan. Doğru sözlü, sözünde duran.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
"Bu (Allahü teâlânın Cennet'te cemâlini göstereceği) zaman sâdıka sıdkının fayda vereceği zamandır. (Mâide sûresi: 119) Sâdık dost ve hâlis kimyâ, Az bulunur, hiç arama.
(İmâm-ı Şâfiî)
Sâdık dost, arkadaşının hüzün ve sevinçte ortağı olandır. (İmâm-ı Şâfiî)
Sâdık öyle kimsedir ki, dili hak söz konuşur ve sevâb kazandıracak laf söyler. Sâdık, Allahü teâlânın kılıcıdır. Kılıca karşı kim durabilir. Kılıca karşı duran iki parça olur. (Zünnûn-i Mısrî)
Sâdık kul, amel etmeden, hâlis kul amel edince, amelin tadını alır. (Ebû Türâb Nahşebî)

SADİST:
Başkasına eziyet ve sıkıntı vermekten, sapık işleri yapmaktan zevk alan ruh hastası kimse.
Tıp ve fen fakültelerinde okuyup da, mahlûklardaki san'at inceliklerini, aralarındaki hesaplı bağlantıları gören ve anlayabilen aklı başında bir kimsenin, Allahü teâlânın varlığına, birliğine, büyüklüğüne, ilmine, kudretine inanmaması mümkün değildir . İnanmayanın, anormal, geri kafalı, câhil olması, yâhut inâdcı, şehvetlerine düşkün bir budala olması veya nefsinin esiri, işkence yapmaktan zevk alan, zâlim bir sadist olması lâzım gelir. Kâfirlerin hayat hikâyeleri incelenirse, bu üç kısımdan biri olduğu hemen ortaya çıkar. (Seyyid Abdülhakîm bin Mustafa)

SADR-I EVVEL:
Peygamber efendimiz ve arkadaşlarının (sahâbe-i kirâmın) ve onları gören müslümanların (Tâbiînin) yaşadığı asır.
Sadr-ı evvelden sonra, minâre, mekteb, kitab gibi sonradan yapılmış şeyler bid'at yâni dinde reform değildir. Bunlar dîne yardımcı şeylerdir. İslâmiyyet bunlara izin vermiş hattâ emretmiştir. (Abdülganî Nablüsî)

SAF:
Dizi, sıra. Namazda cemâatin sırası.
Saflarınızı düzeltiniz. Dosdoğru yapınız. (Hadîs-i şerîf-Sünen-i Ebû Dâvûd)
Safları düzeltmek namaz kılmanın bir parçasıdır. (Hadîs-i şerîf-Taberânî)
Saflarınız ileri geri olmasın. Böyle olursa kalbleriniz de böyle karışık olur. (Hadîs-i şerîf-Günyet-üt-Tâlibîn)
Cemâatle namaz kılarken öndeki safta boş yer var iken, arka safta durmak ve safta yer yok iken, saf arkasında yalnız durmak mekrûhtur. Safta yer olmayınca, yalnız başına durmayıp, rükû'a kadar birini bekler. Kimse gelmezse, öndeki safa sıkışır. Öndek i safa sığmazsa, güvendiği birini arkaya çeker. Güvendiği kimse yoksa, yalnız durur. (İbn-i Âbidîn)

Saf Sûresi:
Kur'ân-ı kerîmin altmış birinci sûresi.
Saf sûresi Medîne'de nâzil oldu (indi). On dört âyet-i kerîmedir. Dördüncü âyet-i kerîmede mü'minlerin saf saf olup Allah yolunda savaştıkları anlatıldığı için Sûret-üs-Saf denilmiştir. Sûrede; insanların yapamayacakları şeyler hakkında söz vermeleri nin kötülüğü, düşman karşısında azimle cihâd edenlere karşı Allahü teâlânın muhabbeti, İslâmiyet'i kabûl etmeyenlerin kötülenmesi, Allahü teâlânın dînini koruyacağı, en hayırlı işin îmân ve Allah yolunda cihâd etmek olduğu, bildirilmektedir. (İbn-i Abbâs, Râzî, Taberî, Kurtubî)
Allahü teâlâ Saf sûresinde meâlen buyuruyor ki:
Ey mü'minler! Allahü teâlânın (dînini yaymakta O'nun Resûlüne) yardımcı olunuz. Nitekim Meryem oğlu Îsâ aleyhisselâm, havârîlere; "Allahü teâlânın dînini yaymakta kimler bana yardımcıdır?" demişti. Havârîler de; "Biziz, Allahü teâlânın dîninin yardımcıları" demişlerdi... (Âyet: 14)
Müşrikler istemese de, İslâm dînini diğer bütün dinlerden üstün kılmak için resûlü Muhammed'e (aleyhisselâm sebebi hidâyet olan) Kur'ân ve İslâm dîni ile birlikte gönderen Allahü teâlâdır. (Âyet: 9)
Kim Saf sûresini okursa, Îsâ aleyhisselâm ona duâ eder. Dünyâda kaldığı müddetçe onun için istigfâr (tövbe) eder, kıyâmet günü onun arkadaşı olur. (Hadîs-i şerîf-Envâr-üt-Tenzil ve Esrâr-üt-Te'vîl)

SAFÂ VE MERVE:
Kâbe-i muazzamanın yakınındaki iki tepenin adı. Hac ve umre esnâsında sa'y denilen hac vazîfesini yaparken Safâ tepesinden sonra Merve tepesine gidilir.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde meâlen buyurdu ki:
Şüphe yok ki, Safâ ile Merve Allah'ın şeâirinden (Allahü teâlâya ibâdet etmeye vesîle olan nişâneler, alâmetlerden) dir. İşte kim o Beyti (Kâbe'yi) hac veya umre niyetiyle ziyâret ederse, bunları (Safâ ile Merve'yi) güzelce tavâf etmesinde bir günâh yoktur. (Bekara sûresi: 158)
... İbrâhim aleyhisselâm, İsmâil aleyhisselâmla annesi Hâcer'i Mekke'ye bıraktığında erzakları ve suları bitti. Çocuğuna su aramak için önce Kâbe yakınındaki Safâ tepesine çıktı. Sonra vâdiye karşı durup, baktı. Kimseyi göremeyince, Safâ tepesinden vâdiye indi. Vâdiye varınca ayağını çelmesin diye entârisinin eteğini topladı. Sonra çok müşkil bir işle karşılaşan bir insan azmiyle koştu. Nihâyet vâdiyi geçip Merve tepesine geldi. Orada da biraz durdu ve bir kimse görebilir miyim diye baktı fakat hiçbir kimseyi göremedi. Hâcer, bu sûretle Safâ ile Merve arasında yedi defâ gidip geldi. İşte bunun için hacılar Safâ ile Merve arasında sa'y ederler. Hâcer son defâ Merve üzerine çıktığında bir ses işitti ve iyice dinledikten sonra şimdiki zemzem kuyusunun bulunduğu yerde bir melek (Cebrâil aleyhisselâmı) görüp oraya gitti... (Hadîs-i şerîf-Sahîh-i Buhârî)
Haccın vâciblerinden birisi, Safâ ile Merve tepesi arasında sa'y ederken Safâ'dan başlamaktır. Safâ tepesine çıkınca, Kâbe'ye döner. Tekbir, tehlîl ve salevât getirir. Sonra iki kolunu omuz hizâsında ileri uzatıp ve avuçlarını semâya doğru açıp duâ e der. Sonra Merve'ye doğru yürür. Safâ'dan Merve'ye dört, Merve'den Safâ'ya üç kere gidilir. (Molla Hüsrev)

SÂFFÂT SÛRESİ:
Kur'ân-ı kerîmin otuz yedinci sûresi.
Sâffât sûresi, Mekke'de nâzil oldu (indi). Yüz seksen iki âyet-i kerîmedir. İlk âyet-i kerîmede geçen saf tutmuş melekler mânâsına gelen Sâffât kelimesi sûreye isim olmuştur. Sûrede; Allahü teâlânın birliği, kâfirlerin âhirette uğrayacakları azablar, îmân edenlere âhirette verilecek mükâfâtlar, Nûh, İbrâhim, İshak, Mûsâ, Hârûn, İlyâs, Lût ve Yûnus aleyhimüsselâmdan, sâlih kullardan, Allah yolunda olanların mutlaka gâlib geleceği bildirilmektedir. (İbn-i Abbâs, Râzî, Taberî, Kurtubî)
Allahü teâlâ Sâffât sûresinde meâlen buyuruyor ki:
Allahü teâlâ, göklerin ve yerin ve bunlar arasında ne varsa hepsinin Rabbidir. O, maşrıkların (doğuların) da Rabbidir. Hakîkat biz (size) en yakın göğü bir zînetle, yıldızlarla (donatıp) süsledik. (Onu itâatten çıkan) her mütemerrid şeytandan koruduk. Böylece onlar, mele-i a'lâya kulak verip dinleyemezler, her yandan koğularak atılırlar. Onlar için (âhirette de) ardı arası kesilmez bir azâb vardır. (Âyet: 5-9)
Kim Yâsîn ve Sâffât sûresini Cumâ günü okur, sonra da Allahü teâlâdan dilekte bulunursa, Allahü teâlâ ona dilediğini verir. (Hadîs-i şerîf-İbn-i Neccâr)
Kim kıyâmet günü tam ve kâmil anlamda sevâb almayı arzu ederse, oturmakta olduğu meclisten kalkacağı sırada, Sâffât sûresinin son üç âyet-i kerîmesini okusun. (Hadîs-i şerîf-Tefsîr-i İbn-i Kesîr)

SAFİYY:
Peygamberimizin sallallahü aleyhi ve sellem ganîmet taksîminden önce kılıç, zırh ve at gibi seçip aldığı bâzı şeyler.
Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, Bedr muhârebesinde zülfikâr isimli kılıcı safiyy olarak almışlardı. (Ebû Ubeyd Kâsım bin Sellâm)

SAFİYYULLAH:
"Allahü teâlânın temiz kıldığı, seçtiği" mânâsına, Âdem aleyhisselâmın lakabı.
Âdem aleyhisselâm Safiyyullahtır. Allahü teâlâ onu kendi kudreti ile halketti (yarattı). Kendi rûhundan üfledi. Aksırınca ona hamdetmeyi, her şeyin ismini ve faydasını bildirdi. Melekleri ona secde ettirdi. Bütün insanların babası oldu. Onu yeryüzünd e kendi halîfesi kıldı. Şeytanı onun sebebiyle ebedî kovdu. Kendisi Safiyyullah olduğundan, temiz ve habîs rûhları, cennetlik veya cehennemlikleri ayırır, fark ederdi. (Bkz. Âdem Aleyhisselâm) (Molla Miskin Muhammed Muîn)

SAFİZM:
Kadının kadına şehvetle bakması ve dokunması. Kadınlar arasındaki homoseksüellik.
Safizm, yabancı erkeklerin bakması ve dokunması gibi haramdır. Allah'tan korkan kadınların, kocasından başkasına, erkek ve kadın, kim olursa olsun yabancıya süslenmeleri câiz değildir. (İmâm-ı Rabbânî)

SAFVET:
Temizlik, hâlislik, paklık.
Safvet ancak güzel ahlâk ile mümkündür. (Celâleddîn Muhammed Devânî)
Safvet niyete bağlıdır. Niyeti hayır olanın âkıbeti (sonu) de hayır olur. Niyeti bozuk olanın âkıbeti de bozuktur. (Seyyid Abdülhakîm Arvâsî)