Rüzgara Karşı
Doğu Trakya’da bir son bahar sabahı; soğuk bir yel esiyor, ağaçların yapraklarıyla cebelleşiyor. Direniyor yapraklar mevsime. Mevsim değiştim diyor, hüzünleniyor ağaçlar, dökülecek diye yaprakları. O sırada bir sevgili geçiyor hüzünlü ağaçların altından. Yüreğinin havası değişiyor onun da, bir sıkıntılar akınına uğradığını fark ediyor, bir yalnızlık hissine kapılıyor. Eli, cebindeki telefona gidiyor. Oysa bilmiyor, telefonu açacak olanın da aynı mevsimden nasibini aldığını ve çaresinin olmadığını, hazan havaların yeşerttiği hüznün. Yeniliyor sonunda yaprak, rüzgara. Havada kavisler çizerek evimin önündeki kaldırımın üstüne düşüyor. Hemen yanından çok hızlı bir otomobil geçiyor. Zaten havadaki cereyanını henüz sonlandırmayan rüzgar, otomobilin hızının yarattığı akımdan aldığı destekle, yaprakla uğraşmaya devam ediyor. Mekan değiştiriyor böylece yaprak, oradan oraya savruluyor.
Sonundan akraba bir ağacın gövdesine takılıyor, orada kurtulabiliyor ancak rüzgarın hışmından.
Gövdesine yaslandığı yaşlı ağaç, “direnme” diyor “rüzgara, bak benim dallarıma, her biri bir sonbahar.”
Üzülüyor mu bilmiyorum bunu duyduğuna yaprak, ama utanıyor, böyle düşünen bir ağacın gövdesine dayandığı için. Böylece bu kez, taa derinliklerinde diliyor yeni bir rüzgar dalgasını, gelip kendisiyle yeni bir savaşa girişmesi için. Göstermek istiyor belki, yaşlı, yorgun ağaca istencin savaşabileceğini.
“Yeni bir hikayedir oğul her mevsim, bitkilerin korunaksız dünyasının ve sonbahar, her sonbahar, trajik yanıdır her seferinde hikayelerimizin. Değiştiremezsin, değil mi ki sen de yaşanan son sahnelerden birisin işte.”
Söylenenlere inanmıyor olmalı yaprak, yaşananlar adil olmadığı için. Zaten hala var oluşu çürütmüyor mu bu geleneksel paradigmaları. Hayır, yok oluş gerçek olmamalıydı; yoksa nasıl duyardı savaşma istencini içinde, nasıl düş kurabilirdi ve nasıl peşine düşebilirdi düşlerinin… Hem var olmanın anlamı, eninde sonunda onu rüzgarın hırçın nefesine salacak bir ağacın dalında asılı kalmakla sınırlı olmamalıydı.
Kim bilir, belki birazdan yalnız bir kadın geçerdi buradan. Yüzünde, artık okunmayan bir kitabın hüznüyle yürürken fark ediverirdi onu, daha doğrusu, solmakta olan rengini hala terk etmeyen yaşama isteğini. Alıverirdi bir çırpıda onu, yürüdüğü kaldırım boyunca elinde tutar, neden sonra alır, mesela çok tuttuğu bir şiirin yazılı olduğu sayfaların arasına koyuverirdi nazikçe. Böylece yeni bir anlam kazanırdı yaprak ve yaşamaya devam ederdi. Değil mi ki her yeni bir anlam yeni bir yaşamdır. “Uyanır gibi çölde / Derin bir uykudan / Ateşler içinde buğu gibi / Kana kana içer gibi bir tas suyu / Bir kan boşanır burnumdan”* Rüzgara ve her şeye karşın… Yenilmek mi, o da bekleyenlere ve kabullenenlere giderdi.
İşte, yenilmiş bir sevgili daha geçiyor hüzünlü ağaçların altından. Yüreğinin havası değişiyor onun da, bir sıkıntılar akınına uğradığını fark ediyor, bir yalnızlık hissine kapılıyor. Eli, cebindeki telefona gidiyor. Oysa bilmiyor, telefonu açacak olanın da aynı mevsimden nasibini aldığını ve çaresinin olmadığını hüzünlerin ve adil olmayan yaşanmışlıkların.
Böyle seyretti geçen sonbahar, evimin önündeki kaldırımda.
Hiç gezinmemeliyim bugün o kaldırımda. Hiç değilse ben yenilmemeliyiyim, rüzgar olup kaldırımlara savrulmamalıyım.
Yaşayabilsin diye yapraklar ve bilcümle istençler…