Öykü
Aşk Diye Kandığım Yalanlar
Perdeyi araladı usulca, buğulanmış camı sağ elinin avuç içiyle sildi. Camdaki buğunun tam ortasında, ağır ağır akan bir nehir yatağı gibi geldi gözüne sildiği yer. Islanan elini üzerindeki havluya kuruladı. Saçlarından akan su damlacıkları omuzlarına dökülüyordu. Camda yansıyan yüzüne baktı. Yaşlanmak üzere olduğunu düşündü bir an için, korktu. Perdeyi aralık bırakarak salona döndü. Sönmekte olan şömineye bir kaç odun parçası attı. Kırmızı minderi altına çekti, oturdu. Saçlarını salıyarak şöminede kurutmaya çalıştı. Üzerindeki havludan sıkılmış olmalıydı ki ondan kurtulmak istedi. Havluyu çıkarıp kanepenin üzerine attı. Duşa girmeden önce cd çalara koyduğu cd son şarkısını çalıyordu.
Yanlız kaldığı geceler ona karabasan gibi gelirdi hep. Bakir bir koyda yüzerken birden bir girdaba kapılıp yer altına çekiliyormuş hissine kapılırdı. Yanlızlıktan korktuğundan değildi. Yanlızlığa alışkındı. Artık beğenilmeme korkusu belki de eski neşesini kaybetme düşüncesiydi onu yanlızlıktan bu kadar korkutan. İnsanları etkilemek, insanlara vageçilemez olduğunu düşündürtmek ruhunun derinliklerinde sıkışmış olan egosunu kamçılardı. Oysa bu ona zevkten ötürü acı verirdi. O da her kadın gibi sevilmek, beğenilmek, arzu edilmek istiyordu. Nedenini bilmese de bal yapan bir arı gibi her çiçeğe konmak hoşuna gidiyordu. Konduğu her çiçekten aldığı üç beş tatlı söz ona yetiyordu belki de ama bu durum kendisini ucuz kadınlar gibi hissettirmesine neden oluyordu. Onun açlığını giderebilecek tek şey, onu yakıp kavuracak, bütün bu kirli duygularından ve davranışlarından arındıracak, ruhunun derinliklerine inip oralarda bir yerlerde sıkışmış olan egosunu daha da sıkıştırıp derinliklere gömmeye yetecek kadar güçlü bir tutkuydu. Yıllardır aradığı da buydu. Ruhunun sevgiye olan
açlığıydı bu durumun nedeni. Hiç bir zamanda, hiç bir yerde, hiç bir kimsenin karısı olmamaya yemin etmişti. Kendi ayakları ile gideceği yere gitmek istiyordu.
Yaktığı sigarasından derin bir nefes çekti. Tüm geçmişini içine çekip, öğütmüş ve o dumanla geri salmıştı. Paramparça un ufak etmek geliyordu içinden; ona kırgınlık, kızgınlık ve karamsarlık veren geçmişini. Ayrılıklar yaşamıştı aşka dair, hayata dair. Her ayrılık ona bir ögüt vermiş olmakla birlikte ondan bir parça da koparıp götürmüştü. Bütün hüzünleri bahara denk gelmişti. Sonbahar hazan mevsimiydi onun dünyasında. Babasının kapıyı çarpıp gittiği akşam yapraklar henüz dökülmeye başlamıştı. Oysa babasıyla sabah olunca ağaçlardan dökülen yaprakları süpürmek için sözleşmilerdi. Daha dokuz yaşında yalan ile gerçeği ayırd etmesi gerektiğini ögrenmişti. Babası kapıdan çıkarken bile halen verdiği sözü yineliyordu. Günlerce dönüşünü beklediği babası geri gelmemişti. Zaten dökülen yaprakları da rüzgar babasının peşinden bilinmeze doğru sürüklemişti. ilk ayrılığını yaşamıştı böylece. İlk yalanını, ilk acısını, ilk hüznünü. Sonbahar onda hep kuşku ve korku uyandırırdı. Bu yüzden di baharlar gelince yapraklarla birlikte solmaya başlaması. Ve yine bahar yaklaşıyordu. yağmurlar hafiften dökülmeye başlamıştı.
Yağan yağmur giderek kendisini göstermeye başladı. Artık bardaktan boşalırcasına yağıyordu. Camlara vuran damlalar evin içerisindeki sesizliği dağıtmaya yetmişti. Hoşuna gitti cama vuran damlaların çıkardıkları ses. Hem evin sessizliğini bozuyorlardı hem de bi nebze olsun yanlız olmadığını hissettiriyordu ona..
Restorantın kapısından girdiklerinde garsonlardan biri ıslanmış olan paltoları aldı, vestiyere astı. Rezerve edilmiş olan masaya kadar eşlik etti genç çifte. Oturdular. İlk içkileri sipariş ettiler. İçkisinden aldığı yudum henüz iniyordu bogazından aşşağıya. Karşısındaki adam konuşmaya başladı. İki kelime döküldü karşısındaki adamın dudaklarından : “Bu kadardı. Bitti “. Karşısındakı adamın dudaklarından kelimeler dökülmeye devam ediyordu. Her bir kelime vucuduna kızgın demir bastırılmış hissi veriyordu. Zehra uzaklara dalmış bilinmeze dogru sürükleniyordu. Gözlerinin önüne gelen her nesne ona yabancıymış gibi davranıyordu. Adam masadan kalkıp gitmişti bile. Gözlerinin önüne gelen en son kare evlilik planları yaptıgı adamın kapıdan çıkıp gitmesıydi.
“Evliymiş; karısnı aldattıgı gibi beni de aldatmış”. Kendi kendine söylene söylene içti sabaha kadar Zehra. Garsonunun yaklaşıp omzuna dokunmasıyla kendine geldi. Garson: ”Hanımefendi çok içtiniz isterseniz evinize kadar bir taksi çağıralım.” Dedi. Zehra boşboş bakıyordu adamın suratına gözlerini açtığında evinde yatağının üzerindeydi. Kalktı banyoya girdi.
Yine sonbahardı ve yine yağmur vardı. Neden bütün sevdikleri onu hep yağmurlu bir sonbahar gününde terk etmişti. Ondandır baharları sevmiyordu, sevemiyordu.