Arama

Hikayeler ve Öyküler -2- - Tek Mesaj #736

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
21 Nisan 2007       Mesaj #736
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
İKİ UZAK YILDIZ ARASINDA


Hayatına giren onca erkek içinde, en çok da, gerçek anlamda sevdiği tek adam üzmüştü kendini. Yerlere göklere sığdıramadığı, yakınındaki uzak yıldızı, küçük dev adamı...

Yıllar kaymıştı avuçlarının arasından; kimi zaman birlikte, kimi zaman o tek başına acılar içinde. Tanıdığı, gördüğü, konuştuğu, yeni tanıştığı herkesi kıyaslamıştı onunla; o çok sevdiği adamla. Hep de onu üstün bulmuştu. Ah bir de diğerleri onu kendisinin gözüyle görebilseydi; onun ne kadar muhteşem bir adamı sevdiğini. Bir anlayabilselerdi sevgiden de öte olan bu duygusunu: TUTKUSUNU...

“Sevgiliden intikam alınmaz! Alınmaya kalkılırsa, o, gerçek sevgi değildir. İnsan hiç kendisinin bir parçasından, dahası; kendisinden intikam alır mı?”

“Acı çekmeyi mi seviyorum acaba?” diye kendi kendine düşünürken, yeni kararlar alma ve ne pahasına olursa olsun, uygulamaya hazırlanıyordu. Bıçak kemiğe dayanmış, artık hiçbir şeyi yapamaz hale getirmişti kendisini.

Bir süredir yeni bir heyecan vardı yüreğinde, kendisinin bile içine nasıl düştüğünü bilemediği. Yeni bir “küçük dev adam”! Hayatı boyunca sevdiği erkeğin, tümüyle zıddı olan bir uzak yıldız... Sevdiği adamdan on üç yaş daha küçük, kendisinden üç yaş büyük olan yeni bir sevda, ve belki de yeni bir tutku! Kendisine erkeği kadar yumuşak davranmayan, haşin ve hatta saldırgan. Erkeği gibi nazik (en azından her zaman nazik) olmayan. Kimi zaman hiç duymadığı sözleri işittiği, farklı bir dünya vardı şimdi hayatında. Çözmeye çalışıp da kendisini kör düğüm yapan bir Don Juan! Kimi zaman sevgilisinden de duygusal, kimi zaman bir buzdan dağ. Kimi zaman sımsıcak sarmalayan, koruyan, gözeten, destek olan, çılgınca seven, sevişen; tam da istediği gibi. Kimi zaman da kendinden iten, uzaklaştıran, hırpalayan, acılardan acılara sürükleyen; aynı insandan hiç beklemediği gibi.

İki erkeğinin tek ortak yönü, ikisinin de kendisini bir kitap gibi okumalarıydı ve ikisini de vazgeçemeyecek kadar çok seviyor olması. Bunun dışında tümüyle zıtlık...

Oysa erkekleri; hiç anlayamamıştı ki, aslında dev adam olmadıklarını, onun kendilerini büyütüp, yüceltip, ilahlaştırdığını. Anlasalardı zaten onu asla incitemezlerdi. Oturtuldukları tahtın kıymetini bilselerdi, onun sevgisi olmadan aslında yarım, eksik birer erkek olacaklarını hiç olmazsa içlerinden biri görebilseydi, çok şey değişecekti. Böyle olmasını değil; bir insan, bir kadın olarak yalnızca sevilmeyi beklemişti ilişkilerinin her anında. Kendisinin sevdiği şekilde sevilmeyi, tapındığı şekilde tapınılmayı, düşündüğü şekilde düşünülmeyi, arzuladığı şekilde arzulanmayı, özlediği şekilde özlenmeyi...

“Belki de aslında erkekleri değil, erkeklerimin bana gösterdikleri ilgiyi seviyorum” diye düşünürken, birden bire saate ilişti gözleri. Zaman geliyordu, gitmeliydi. Kapının önünde duran valizini ve el çantasını son bir kez kontrol etti; eksik göremedi. Telefonun tuşlarına basarken, ellerinin güzelliğine baktı.
Yıllar önce çok daha güzel olan ellerinin... Kendisini şehirler arası terminale götürecek olan servis aracını çağırdıktan sonra, salonun perdelerini kapattı, çiçeğini suladı.

Güney sahillerinden birinde, çok fazla özelliği bulunmayan, hatta vasat denilebilecek kadar gözden ırak olan otele doğru yol alırken, otobüste kendisini göz hapsine alan göbekli adama için için kızdı. “Ne seni ne de senin neslinden birini seviyorum! Olmasaydınız hayat çok daha çekilesi olurdu, kendi hemcinslerimle...” diye haykırmak geldi içinden. Sustu. Susmasa da değişen bir şey olmayacaktı nasıl olsa.

Otele yerleşip, bir duş alıp, zihnindeki yorgunluğun bir kısmını, akan sularla birlikte küvetin deliğinden sonsuzluğa yolladığında bile, rahatlayamadığını fark etmesi uzun sürmedi. Görünüşte yalnız başına yola çıkmış, otele gelmiş, tek kişilik oda ücretini yatırmış, tek kişilik beyaz çarşaflı yatağa uzanıp biraz dinlenmeye çalışmıştı. Ama gittiği her yere, yaptığı her şeye, üç kişi sığıyorlardı. Bir kişi gibi görünüp, üç kişi olarak yaşadığına; kendisi de şaşırarak gülümsedi. Kısa mı uzun mu olduğuna karar veremediği yedi gün vardı önünde. Kararlarını alacağı, ölçüp tartacağı, kendisi de dahil olmak üzere üç kişiyi sorgulayacağı ve dönüşte değişmiş, kararlı, hangisini istediğini bilen bir insan olarak, yıldızlarından birini sonsuza dek sonsuzluğa gömeceği. Acı da verse, gömeceği!

Dalgın gözleri aynadaki gözlerine bakarken, çalan telefonun sesiyle düşüncelerinden sıyrıldı. Genç sevgilisi telefonun diğer ucunda tatlı sesiyle:

- Bebeğim, nasılsın? diyordu.

- İyiyim canım, odadayım. Sen nasılsın?

- Kısıtlı bir süre için de olsa ayrılığına alışmaya çalışıyorum. Seni şimdiden çok özledim.

- Ben de seni çok özledim canım.

- Eşyalarını yerleştirdin mi?

- Evet tatlım, duş da aldım, rahatladım.

- Yanında olmak isterdim, duş alırken...

- Sabret bitaneciğim, yedi gün sonra kollarındayım.

- Peki bebeğim. Sonra yine ararım. Öpüyorum fıstık.

- Hoşça kal canım. Seni seviyorum.

- Ben de güzelim.

Kadının dudaklarından çıkan öpücük sesi, erkeğinkiyle buluşup, telefon tellerinde birleşti. Kapanan telefonun çıkardığı küçücük tını, yürek çırpınışını biraz olsun hafifletmedi. Seviyordu, hayatını karmakarışık yapmasına rağmen, bu adamı. Hem de tüm hücreleriyle seviyordu. Hiç tatmadığı duygular yaşıyordu onunla; yenilikler, heyecanlar.

“Seviyorum seni, ekmeği tuza banıp, banıp yer gibi; geceleyin ateşler içinde uyanarak, ağzımı dayayıp musluğa, su içer gibi...” İkisine ait olmasını kararlaştırdıkları bu şarkıyı mırıldanmaya başladı gülümseyen dudakları.

Yorgun zihni, dinlenmiş bedeniyle sahilde bir yürüyüş yapmaya karar verdi. Odadan çıkmak üzereydi ki telefon yeniden çaldı. Yıldırım hızıyla açılan telefonun diğer ucunda, beklenmeyen bir ses vardı. Kadın elinde olmadan irkildi.

- Merhaba güzelim.

- Merhaba.

- Nasılsın?

- Sağ ol iyiyim, sen?

- İdare ediyorum. Bildiğin gibi. Evdeysen sana uğrayayım. Senin kahveni içmeyi özledim.

- Şehir dışındayım.

- Öyle mi? Neredesin bakalım kaçak velet?

- Bana velet deme. Bundan hoşlanmadığımı biliyorsun!

- Peki neredesin o halde tatlı çocuk?

- !!!

- Tamam, tamam kızma. Takılıyorum sadece.

- Güneyde bir oteldeyim.

- Yalnız mısın?

- Evet yalnızım.

- Gelmemi ister misin? Şu bir türlü baş başa geçiremediğimiz tatili yaparız.

- Hayır, gelme. Yalnız kalmaya ihtiyacım var.

- Nasıl istersen. Ne zaman dönüyorsun?

- Belli değil, dönünce seni ararım.

- İyi, hadi eğlen bakalım. Öpüyorum çokça. Dikkat et kendine.

- Merak etme, bana bir şey olmaz. Hoşça kal.

- Hoşça kal güzelim.

Peş peşe edilen telefonların ardından, yeniden dalgalanmaya başlayan duygu dünyası; gündüzün tüm aydınlığına rağmen karanlıklara doğru hızlı kulaçlar atıyordu. Sağlıklı olmasına karşın, yüreğinin sıklıkla sıkışması, soluğunun kesilmesi, gözerinin kararması, aniden ter basması, psikolojikti, biliyordu. Bildiği şeyleri engelleyemiyordu ya asıl ona kızıyordu.

Otelden çıkıp, birkaç kutu da bira alarak sahile indi. Şezlonglardan birine usulca ilişti. Zaten öyle çok şey kırılıp incinmişti ki. Paramparça ruhunu avuçlarına alıp parçalarını birleştirmesi, teselli etmesi, onarması, iyileştirmesi gerekiyordu. Buradan giderken, hiç olmazsa büyük kısmını yamamış olabilseydi! İki yıldız arasında heder ettiği yüreğinden özür dilemeye dili varmıyordu. Bilerek, görerek atmıştı o masum kalbini ateşlere. Şimdi de yangınlarını söndürmek için; herkesten, her şeyden, şehrinden, işinden, ailesinden, evinden, erkeklerinden kaçmıştı. Dalgalara, denizin bu beyaz köpüklü dalgalarına atsa yüreğini, koca deniz merhamet edip de yıkar mıydı? Yoksa tuz mu basardı açık yaralarına?

Kimi ne için suçlayacaktı? Yüreğini, iki erkeği aynı anda sevdiği için mi? Bir kadının sevilmeye ihtiyaç duymasını mı? Yıllar yılı sevdiği adamı mı; incinmişliklerini boynuna, yerlere kadar uzanan bir inci kolye yaptığı için? Kendisinden üç yaş büyük olan genç sevgilisini mi; birden bire geceyi yırtan bir bıçak sesi, hızı ve acımasızlığı içinde hayatına giriverdiği için? Alışkanlıklarına mı, bir türlü yakasını kurtaramadığı? Adam gibi adam çıkmadığı için, eski kocasına mı?

Kime neyi şikayet etseydi? İflah olmaz romantik yanını mı? Yorgunluklarını mı? Kırgınlıklarını mı? Usul usul hayatından yitip giden gözyaşlarını mı? Tüm bunlara fırsat verip de duygularına yenilen mantığına mı çatsaydı? Yoksa içinden yıllardır çıkamadığı bu okyanusa hiç girmeyip; derhal otele koşup, eşyalarını toplayıp, ilk otobüsle geri dönse ve kendisini sevdiği adamın kollarına mı bıraksaydı? İyi ama hangisinin kollarına? Biri severken üzüyor, diğeri üzerken seviyordu. Birinde bulamadıklarını diğeri tamamlıyordu. Ve aynı anda iki ilişkiyi yürütmek istemiyor, bu ona adilik olarak geliyordu.

“Sensiz yaşayamıyorum, seninle olunca da sana zarar veriyorum” demişti sevdiği erkek. Birbirleriyle çok ender görüşüyorlar, birbirlerini aramamak için her ikisi de kendisini çok zor tutuyor ama yokluklarında bile birbirlerini yaşıyorlardı. Aşk; kuruyan kanı fark ettiğinde bıçağın üzerinde, savuruveriyordu yüreklerine bir çizik daha. Bir yangın daha çıkarıyordu yüreklerinde, her seferinde yenisi, eskisinden daha büyük olan ve onu söndürmek için bir süre yine görüşmeyecekleri zamanın, intikamını ruhlarından alıyordu. Acısını bastırmak için “velet” diyordu sevdiği kadına, “tatlı çocuk”...

Çelişkilerinin, gel gitlerinin, çıkmazlarının en derininde çırpınırken; biralar da bitti, sigara paketi de, gün de.

Şahikalardayken, bir kuşun kanat çırpınışları gibi çabuk geçen zaman; uçurumlarda olduğunda, anları bile bin bir parçaya ayırıp geçmek bilmez sancılara dönüşüyordu. Her bir an parçası, bir kancaya dönüşüp yüreğine takılıyor, bir bıçak olup yeni çizikler atıyor, kor kor yakıp, liğme liğme bölüyordu kendisini. Falezler’den aşağı atsa şu bedenini; yüreği kadar parçalara ayrılır mıydı?

Bir karar vermek zorunda olmak ve en kısa zamanda kararının sonucunu hayata geçirmek bu denli zor olmamalıydı. Bir karar bir insanı böylesi zorlamamalıydı. Ama hep çıkmaz sokaklarda yolunu arayan kişi, eninde sonunda bunalıyor. O ışığı görmek, yakalamak, aydınlığında yıkanmak istiyor. İstemek yetmiyor oysa. Doğrularla duygular çarpışıyor. Çarpışmalardan örselenen ruh, şifa arıyor; bulamıyor. Kaçmak çare mi, onu da bilmiyor. İnsan kendinden nereye kadar kaçabilir ki?

Her sayılı olan gibi, yedinci günün de sonu geldi. Valizini hazırlayıp, çıkış işlemlerini yaptıktan sonra, yorgunluğunu sürükleyerek ayrıldı otelden. Yedi günde tek bir insanla konuşmuştu uzun uzadıya: Kendisi! Bir de servis yapan garsonlara teşekkür etmişti, o kadar. Sırlarını, gözyaşlarını, acılarını gömdüğü masmavi Akdeniz’e dönüp, son bir defa baktı; otobüsü hareket etmeden önce.

Dönüş yolculuğunda zihni bomboştu. Artık düşünecek bir şey kalmamış, seçim yapılmış, karar, o çok zorlanarak ulaşılan karar verilmişti. Dönüşü olmayacaktı! Yol boyunca uyudu. Mola verilen tesislerde, tuvalete gitti, sigara ve açık çay içti, otobüse bindiğinde yeniden derin uykunun kollarına bıraktı kendini.

Evinin kapısını açarken yüreğinde ne büyük bir huzursuzlukla yola çıktığını anımsadı. Şimdi doğru ya da yanlış, iyi ya da kötü; bir karara varmış olmanın rahatlığını hissediyordu içinde. Hayat onun hayatı, karar onun kararıydı ve bu defa bu karara herkes uyacaktı!

Bir saat gibi kısa bir sürede valizini hazırladı. Annesini aradı, uzun uzun konuştular. Buruk, çoğu zaman her iki taraf için de bol gözyaşlı bir konuşma oldu. Babasına da telefonda veda etti. Ocak ve şofben tüplerini, su vanasını kapattı. Şalterleri indirdi.

Havalimanını aradı. Biletinin teyidini aldı.

Bilgisayarını her zamanki el çabukluğu ile açtı. İnternet’e bağlandı. Farklı iki erkeğe, aynı mesajı yolladı, ne bir harf eksik ne bir harf fazla:

“SENİ ÇOK SEVİYORUM...
HOŞÇA KAL * ”

Gelen maillerine bakmadı. Yedi gün önce yaptığı iki telefon konuşmasının ardından kapadığı ve bir daha açmadığı cep telefonunu bilgisayar masasının üzerine bıraktı. Artık ona da ihtiyacı olmayacaktı. Çiçeğini alt kat komşusuna verirken, evinin anahtarını aileden birinin gelip alacağını söyleyerek, emanet etti.

Evet işte anons yapılıyordu. 203 sefer sayılı Avustralya uçağındaki koltuğu kendisini bekliyordu. Buğulanan gözlerinden, iki erkek için iki damla yaş aktı. Ardına dönüp bakmadı. Baksa neredeyse kalacaktı. İradesi bu defa kendisine oyun oynamamalı, teslim almamalıydı. Yenik düşmemeli, direnmeliydi. İçinde mağlup bir komutanın ezikliği, dışında zafer kazanmış bir komutanın mağrur edasıyla, başını kaldırıp omuzlarını dikleştirerek; dönüşü olmayan kapıyı geçti.

Uçak havalandı. Mavi bulutların içinde yitip gitti. Herkes onu tek kişi sanıyordu. Ama o kendisiyle birlikte iki kişiyi daha beraberinde götürüyordu...