Üye Ol
Giriş
Hoş geldiniz
Misafir
Son ziyaretiniz:
04:51, 1 Dakika Önce
MsXLabs Üye Girişi
Beni hatırla
Şifremi unuttum?
Giriş Yap
Ana Sayfa
Forumlar
Soru-Cevap
Tüm Sorular
Cevaplanmışlar
Yeni Soru Sor
Günlükler
Son Mesajlar
Kısayollar
Üye Listesi
Üye Arama
Üye Albümleri
Bugünün Mesajları
Forum BB Kodları
Your browser can not hear *giggles*...
Your browser can not hear *giggles*...
Sayfaya Git...
Pazar, 14 Aralık 2025 - 04:52
Arama
MaviKaranlık Forum
Hikayeler ve Öyküler -2-
-
Tek Mesaj #782
Misafir
Ziyaretçi
26 Nisan 2007
Mesaj
#782
Ziyaretçi
Heeey! Siiiz!... dışarıdekileeer!
Duyuyor musunuz beni?!...
Size bildirmek istiyorum ahvalim(iz)i… Ne zamandır yazmak, konuşmak ve sohbet etmek istiyordum sizlerle… İçimi dökmek istiyordum; gökten yağmur boşalırcasına… Epey oldu ben içerde olalı, aranızdan ayrılalı… İki yıl bulacak neredeyse… —kiminin çoook ama çok daha fazla!- “Dile kolay” derler… Ama değil gerçekten… Gündüz on dördüncü, akşam yedinci adımımı atamadığım bir küçü(cü)k dünyadayım… Bir hücrede… Çepeçevre sarılmış duvarlar arasında… Nereye, ne yana, ne kadar koşarsam koşayım, yakınlarım ve uzaklıklarım hep duvarlar oluyor… Uzatıyor yalnızlığımı ve bekleyişlerimi… Üç “tutsak” beden; bir hücrede, tutsak alınmış yaşamlar sürüyoruz… Kimi ikili hücrelerde… Kimiyse BİRLİ… O betonlar arasında; öylece yalnız… Ne yapar, ne eder, ne yer ve ne içerler bu insanlar?!.. Nasıl yaşarlar?.. Diye sordunuz mu hiç kendinize?.. Sormadınız mı?.. Yok mu cevaplarınız? Bak işte! Benim hiç olmadığı kadar, cevaplarım var halden bilene… Anlatsam, bitmez hallerim(iz)… Mürekkep kurur… Kalem durur… Yazmaz olur… Yazamaz olur hallerimi(zi)…
Aklımın erdiğince ve bilgimin yettiğince, sizlere karınca kararınca bir şeyler anlatmaya çalışacağım… “Anlatılacak o kadar ne var ki o daracık mekânda?” diye sormayın ne olur!.. Çok “ŞEY” var!!! Hele bir, anlatma istenci taşarsa yüreği insanın… Bak, gör neler var neler anlatılacak!.. Dilini yutasın gelir o an, yutkunasın…
Neyse, ben fazla uzatmayayım… Mevsim kış ya, ben size kışları anlatayım-yaşadığımız- Nasıl geçtiğini ve daha başka neler yaşadığımızı… Duvarların ardında… Yani, sizlerin tarafında ne varsa, yaşa(ya)madığımız… Sizler hem olumlu, hem olumsuz yaşıyorsunuz birçok şeyi… Alternatiflerinizin çok, seçeneklerinizin bol olduğu bir yaşam sürüyorsunuz… Ama kısıtlı, ama değil… Ama coşkulu, ama monoton… En nihayetinde dışarıdasınız… (Hani biz tutsakların, yüreğinin uğruna özlemlerin ve hasretlerin taştığı…) Biz ise, irademiz dışında bir “yaşam” sürüyoruz… Yularımız, ZOR’UN VE GÜÇ’ÜN elinde… Yasaklar ve kurallar dizininin içinde… Nereye ve ne yana çeksen hallerdeyiz her an… Hiçbir şey istediğimiz ve dilediğimiz gibi olmuyor / olamaz da… Çünkü burası bir SEFAEVİ değil sonuçta…
ezanın evi imiş… Yani cezaevi… Pardon dilim sürçtü… F TİPİ diyecektim… Ne olur bağışlayın beni!.. “ Cezaevi eskiden imiş…” diyorlar, buranın / bura gibi yerlerin eski müdavimi tutsaklar… Hani o “leylim baharlar”ın yaşandığı, halayların çekildiği kol kola… Türkülerin söylendiği… Ve… Ve insan selinin bir arada TUTSAK YAŞAMLAR’ın sürdüğü… Birbirinden, moral-güç ve destek aldığı… Kendini rahat ve güvende hissettiği… Bunların hepsi eskidendi… Eskide kalan, geri gelmez artık… Ve nedendir bilinmez; eskiye hep bir özlem vardır… ( Acaba yenisinde iyiyi bulamadığı için midir? EVET!!!)
Ve bizler şimdi “YENİ”de; bol katmerli ceza (disiplin cezaları) ve yalnızlıkların deryasında yüzüyoruz kulaç atmadan / atamadan… Ha, bir de, “GEREKÇELER” var dillere destan… Buna mukabil, daralan yaşamlar içinde, daha da daraltılmak istenen yaşamlara sebep gerekçeler… Her “feryad-ı figan” edişimizde, karşımıza bunlar çıkıyor… Artık dile pelesenk olmuş; “SU’DAN GEREKÇELER” diyoruz… Suyu da kirletiyoruz… Ve bu “kirli su” ile yaşamaya mecbur bırakılıyoruz çaresiz…/ (Ç)alışıyoruz… Yaşamımızın gerçek birer parçası halini alıyor… Hani bir de, ahval bu ya; yaşıyorsun ya zorlukları; kahrı, cefayı… Hem de en değme… Bir de sanıyorsun ki, senin de hakların varmış; bir tutsak / insan olarak… Hani yasalarca tanınmış ya sana… Hadi yine de diyorsun bir haklarımı ariyayım… Belki ahval düzelir, imana gelinir… Ama yok!.. Gelinmiyor… HUKUK, ADALET, VİCDAN v.s… Hepsi de ne güzel kavramlar… Bahar gibi, yayla gibi hepsi de… Keşke olsa da, bir yudum alabilsek dediğin… Öyle değil mi?.. Eğer varsa da böyle bir şey, bil(e)miyoruz ve gör(e)miyoruz… Bu ardı ardına sürgülü kalın kapıların ve duvarların ardında, nelerin vuku bulduğunu bilmemiz imkansız… (konumumuz ve durumumuz itibariyle…) Bu tarafını yani bizim tarafını ise, “ne siz sorun, ne de ben söyleyeyim” kabilinde… Yani demem o dur ki; çok derdimiz var çook!.. Hani vardır ya bir türkü, çığırır yanık yanık; “ Derdim çoktur hangisine yanayım, efendim efendim benim efendim” diye… İşte aynen öyle… Bir derdine derman; türküsü ve bir de, zulasında saklı sigarası vardır… Ve bir de; UMUDU, ÜTOPYASI buram buram ÖZGÜRLÜK kokan kiminin…
Sizlere kışı anlatacaktım değil mi?.. (Oysa daha ne çok şey anlatmak isterdim size…) Anlatayım da, yeter ki siz dinleyin… Kaç gün evvelinden karlar yağmıştı çatılara… Mahpushanenin her tarafı beyaz bir örtüye bürünmüştü… Gitmedi; öyle kaldı bir süre… Çocukken, çocukça sevdiğim kar, işkenceye dönüşecek, nefret eder hale gelecektim… Havalandırma buz tuttu kaç gün sonrasından… Volta atamadık… Atamıyoruz soğukken… Soğuğun ayazından… Soğuk ki, o kadar soğuk… İki kalorifer peteği “var” hücremizde… Biri aşağı da, bir diğeri de yukarıda… Yani, geceleyin çıkıp uyumaya çalıştığımız yerde… Doğrudur; bu kalorifer petekleri var… Ama sadece “var”, yanmıyor hiç birisi… Yakmıyorlar… Bazen yansa da, (yaksalar da) kendisini zor ısıtabiliyor anca… Yavru bir serçe gibi sarılarak, kaloriferleri biz ısıtıyoruz adeta… Gündüz hep böyle… Geceleri bundan farksız mı peki? Değil!.. Hatta belki daha da kötü… Geceleri uyumaya çıkıyoruz yukarı… Giyiyoruz kışlık elbiselerimizi ne varsa… İki adette battaniyemiz var; her birimizin… Fazlası verilmiyor içeri… O da, birçok şey gibi, “YASAK”. Sabahlara kadar kıvranıp duruyoruz yataklarımızda… Gece yarıları kâbuslara uyanır gibi, soğuklara uyanıyoruz… Kaç kez ben öyle kalktım yataklardan (uyuyamadım)… “ Belki de sorun benden kaynaklıdır. Ben çok abartıyorum” diye düşündüm. Ama yanılıyordum… Arkadaşlara sordum… Onlarında benden geri kalır yanı yoktu… Onlar da ben gibi üşüyor ve uyuyamıyorlardı soğuklardan… Tüm onulmaz yaşanmışlıkları “adil” par ediyorlardı bize… Velhasıl kelam; geceleri uyuyamıyoruz soğuklardan… Uyutmuyor soğuklar… Acaba, gerçekten soğuklar mıdır bizi uyutmayan?.. Elbette değil!... Cevabı bende saklı kalsın… YOKSAAA… Malumu aşikâr… ( Yoksa demişken, bu parantez içinde izah edeyim: Bu mektup dışarıya ulaşmaz… Onun için kendime sansür uygulayarak yazıyorum… Elimden geldiğince dili hafifletmeye çalışıyorum ki, bu yazım sağ salim yerine ulaşsın… Yani yoksa ulaşmadığı gibi, bir de bana disiplin cezası verilmesin diyedir dili hafifletmem… Çünkü burada disiplin cezaları; tecridi ve izolasyonu daha da bir derinleştiriyor… Tabi, insanın kendine sansür uygulaması kadar büyük bir işkence de yok kanaatimce… )
Sabah oluyor; aşağı iniyoruz… Bu gün nasıl (mı) geçecek?.. ( Detaya girmeyeyim) Kitap okumak istiyorum. Ya da bir şeyler yazıp çizmek… Alıyorum elime kitabı ve yine de oturuyorum kaloriferin yanına… Yapışıyorum… Hani beni belki ısıtır diyorum… Isıtmayacağını bile bile… Ama PSİKOLOJİ işte… Ne yaparsın?.. Adama neler neler yaptırmaz ki?.. Üç çorap giymişim ayaklarıma… İki yün eşofman ve bir pantolon… Atlet ve iki gömleğimin üstüne, iki kazak ve bir de hırka… Başımda, kestiğim kazağımın yeniyle bir “bere”… Başımı soğuklardan korusun, sinüzitümü azdırmasın diye başıma taktığım bir çaput aslında… Yoksa bere demeye bin şahit ister… Ayakkabıları değil, sanki soğukları giymişim ayağıma… Soğuklarmış gibi üşüyor ayaklarım… Sızım sızım sızlıyor… Dizlerime kadar vuruyor sızısı… Bir şey yapamıyorum; ısıtabilmek için… Burada faydalar bile faydasız geliyor… Soğuktan ellerim neredeyse donacak hale geliyor; tutmaz oluyor… Ve az sonra, elimde okumaya çalıştığım kitabım, umarsız düşüyor ellerimden... Kitapta okuyamıyorum… Soğuklar meydan okuyor adeta… Kitabı öylece bırakıyorum bir kenara… Soğuk hava deposu misali hücremde, yeni avuntular aramaya koyuluyorum… Bulduğum avuntularım; hepsi birbirinin aynı… Volta desen; içerde altı adımlık bir yer… Dışarıda( havalandırmada) en fazla on üç adım… Havalar soğuk diye, orada da atamıyorsun voltanı… Hani atabilsen, belki biraz ısınırsın… Kar kaplamış ve her tarafı buz kesmiş... Mümkünatı yok atamazsın… Mucize gibi bir şey yani…
Gece yatağa uzanırken; üzerim(iz)den çıkardığım(ız) ayakkabılarımız oluyor sadece… Elden başka ne gelebilir ki?.. “Ah hele bir gelebilse!” diyorsun… Aynı ahvalde, öylece uzanıyorsun yatağına… Yoksa her gece cebelleştiğiniz soğuklar, sizi fena çarpar sonra… Günüm, gündüzüm, gecem dünüme tekerrür… Yat… Kalk… Gündüz ve gece… Yarınım ise; meçhul, bilinmez…
Duvarlar ve duvarların sınırında biten avuntular… F TİPİ HÜCRELERİNDE; gündüz, geceye böyle eviriliyor; karakış günlerinde… Soğuk, suskun ve kendiliğinden durgun bir yaşamla…
Kalabalıkların, doğanın ve güzele dair hiçbir şeyin olmadığı kuytu bir yerde… Duvarların ardında… Betonların içinde… Üç kişilik nüfuzuyla küçücük bir dünya / hücre… Küçük bir “kutu” içinde… Bir “tabut” ve bir “mezar” halinde… Dönüştürülmek istenen; “yaşayan ölüler” kabristanında…
Bazen bir melankoli alır beni; hüzün dolarım… Yaşanmışlıklarım, bir film şeridi gibi geçer gözlerimin önünden… Yaşaya(ya)madığım çocukluk yıllarım, zamanlarım gelir aklıma… Kış aylarında karlar yağarken, her çocuk üşür… Ben de üşüdüm çok kereler… ( Ve şimdi daha çok üşüyorum) Annemin o sıcacık koynuna koşardım… Oraya sığınırdım… Bir soba gibiydi… Isınırdım bir güzel… Isındığım bedeniyle annemin… Dizlerine başımı dayadığım… Okşarken saçlarımı, yelesinden tuttuğum… Ve öperken yanaklarımdan… Ve koştuğum sokak aralarını… Çocukluk aşklarımı… Platonik aşklarımı… Mahalle çocuklarını, arkadaşlarımı hatırlıyorum… Usul usul ve inceden inceye bir iç çekiyorum… İçim burkuluyor; efkâr dağıtıyorum hüzün kokan geceye / gecelere… Sonra yavaş yavaş ve sarsak sarsak büyürken ve anlarken, tanırken kendimi; entrikal oyunlarla tutsak alınıyor gençliğim… Lanetinde boğuluyorum; tutsak alınmış kavmimin evlatları gibi… Kendimi, doğduğum topraklara benzetiyorum tutsak alınan…
Tutsakken de, şöyle “ağız tadıyla” bir (c)eza çekemiyorsun… “Ceza bile ağız tadıyla çekilir mi?” demeyin / sormayın sakın!.. Dedirtirler adama… İlla ki, (c)ezalardan ceza beğenleri çekeceksin… Yok başka çaren… Katlanacaksın illa… Susacaksın, konuşmayacaksın, görmeyeceksin ve bilmeyeceksin hiçbir şeyi… Ne yapılırsa, ne edilirse, boyun eğeceksin… Sen, sen değilsindir artık o bildiğin… Tutsak yaşamlar sürüyorsun koynunda militarizmin… Bedenin ellerinde onların… Beynin, düşüncen, ruhun ve yüreğin kendine ait olsa da… Sağlam kafayı, sağlam vücutta çürütecekler… Anlat(a)mayacaksın, halini, ahvalini kimselere… Kimseler duymayacak, bilmeyecek; senin neler yaşadıklarını buralarda… Sesin soluğun kesilecek… Çağıracaksın, bağıracaksın, haykıracaksın; sesin, çığlığın sende yitecek… Bir mahlûkat bile olamayacaksın; duvar diplerinde pinekleyen… Yaşayacaksın; kış aylarında en acımasız ve acınmasız soğukları… Yaşatacaklar… Üşüteceksin… ( Belki de, üşüttürecek, çıldıracak ve delirecek ) Hastalanacaksın… Belki de(?!) Yaz aylarında kavrulacaksın sıcaklardan… Nefesin daralacak… Terleyeceksin; terinin kokusu sinecek her yanına, elbiselerine… Yapış yapış olacaksın… Sarılıp koklaşmak istemeyeceksin utancından; annen geldiğinde ziyaretine… Veyahut baban ya da kardeşlerin… Gerçi gelebildikleri yok da… Hani gelirse / gelebilirlerse şayet… ( Ve o ara tabi, sen yine sudan gerekçelerle açık ve kapalı görüşü yasağı almamışsan… ) İçerde, beraber kaldığın arkadaşlarına da yanaşmak istemeyeceksin… Yaz-kış kokacaksın; adeta bir kokarca gibi… Sıcak su bekleyeceksin; vermeyecekler, gelmeyecek… Gelse de, 8-10 günde bir gelecek ( Bazen daha uzun bir süre gelmeyecek ) O da, bir saat anca… O bir saat içinde; üç kişi yirmişer dakika içinde, tüm ihtiyaçlarınızı, ancak öyle giderebileceksiniz… Gider, giderebilirsen… Banyo mu yapacaksın… Traş mı olacaksın… Elbiselerini mi yıkayacaksın… Ama yine de mecbursun tabi; iki ayağını bir pabuca sokar gibi; can havliyle, yangından mal kaçırırcasına yapacaksın; üstesinden geleceksin bununda… Bazen de, gelmek istesen bile, gelemeyeceksin… Normal, soğuk sularda gelmeyecek bazen… Bazen sular, kesik-kesik verilecek… Uzun bir süre sıcak sular gelmediğinde, dayanamayacak, karına kışına aldırış etmeyecek, soğuk suların altına girip, öyle banyonu yapacak ve elbiselerini yıkayacaksın… Büyük cesaret ister… Zor iştir… Şahsen ben cesaret edemesem de; buna, ben bu yazıyı kaleme aldığım esnada, bir arkadaşım banyoya girerek soğuk su ile duş aldı… ( Aralık ayında) Ve gerçekten şok edici bir durum… Dayanılması güç yani…
Sıkıntına mahal bu keyfiyetçi hâlları bildirmek isteyeceksin; mahkemeye, kadıya… Durmadan arzu halin karayacaksın beyaz sayfalara… Yüreğinden, kan damıtacaksın adeta mürekkep yerine… Yazacaksın, çizeceksin, bozacaksın… “Arz-ı talep olunur” diyeceksin… ( Bu senin yasal hakkın ya… ) Yine de kar etmeyecek… Nuh deyecek, peygamber demeyecekler… Yazdığın dilekçelere cevap alamayacaksın… Aldığın cevaplar, “evlere şenlik” olacak… Yine de acı bir tebessüm okşayacak yüzünü; hafiften güleceksin ağlanacak haline… Belki de, “Ben biliyordum zaten böyle olacağını” diyeceksin kendi kendine… Bazen de ceza olarak sana geri dönecek bir yerlerden…( İnce ayar politik oyunlara akıl sırrı erdiremeyeceksin ) Hem de, hiç beklemediğin bir anda olacak… İşte o zaman sesin soluğun tümden kesilecek… Nefes bile alamayacak hale getirileceksin… Geceyi aydınlatan ışığı, kapatıp keser gibi olacaksın… Bir ürperti dolacak içine… Göğüs kafesin sıkışacak… Bir yumruk gibi boğazına oturacak… Hiç bitmeyecek sandığın uzun bekleyişlerin, daha da uzuyor sanacaksın… Kendine sığınaklar yaratacaksın UMUT huzmelerinden… Umuda kanatırcasına tutunarak yaşayacaksın… Ve solacaksın umudu; bir oksijen gibi… Bazen, bir dalgınlık hali alıp götürecek seni; nereye gittiğini bilmediğin… Bir okyanusun ortasında rotasız kalacaksın… Duvarlara çarpacak, irkileceksin… Kendini, kendinle konuşur bulacaksın bazen… Bazen ne yaptığını bilmeyeceksin… Aklın başında olmayacak senin… Kendi içine akıp gideceksin… Yalpalayacak, sağa sola çarpacaksın bazen… Geceleri rüyalar göreceksin, düşler… Hiç görmediğin… Çıkılmaz labirentler içinde buluvereceksin kendini… Yeni tanıştığın kavramlar hapsolacak; rüyalarını karabasan çeviren… Polis… İşkence… Savcı… Hakim… Avukat… Adliye… Ring aracı… Gardiyan… Asker… Cezaevi… F TİPİ… Tecrit-izolasyon… Mektup… Dilekçe… Ziyaret… Kelepçe… DİSİPLİN CEZASI… Ve daha sayamayacağım yüzlerce kavram nüfus edecek “yeni yaşam”ına… Ve bu kavramların sana yansıtacağı trajik yaşanmışlıklar… Ve sende yaratacağı melankolik ruh hali… Bu kavramlar, senin vazgeçilmezlerin olacak…
Kararsızlıklar çatışır beyninde ve ruhunda; söküp atamazsın… Kendi kendine çatarsın yine… Bazen bir hiç olursun bu kavgada… Karamsarlık bulutları çöker üstüne… Bazen güller-çiçekler biter hücrenin duvarlarında… Çağlayan ve bendini taşan bir nehir oluverirsin bir anda… Ve bazen de; zamana ve mekâna inat, öfkeni ve umudu, sabırla bilersin yüreğinin saklısında…
Mektup bekleyeceksin; gelmeyecek… Yazacaksın; cevabı gelmeyecek… Oysa şair derki: “Yağmalanmış bir kent gibidir/ Mektupsuz kalan” tutsaklar için… Niçin gelmediğini bilmeyeceksin mektubun… Ve gelmeyen cevabının da… Kimselere soramayacaksın: “Niçin ve nasıl” gelmediğini… Cevabını alamayacak, öğrenemeyeceksin hiçbir zaman… Emin olabilmek için, iadeli taahhütlü göndereceksin, hani belki gider diye… Ama yok; o da sana; hakkında İMHA kararı çıkartılarak geri verilir… Paranoyak bir ruh haline bürünecek ve “acaba…”ların çoğalacak… Bir varmış, bir yokmuş’a gidecek hepsi… Yalnızlık ve unutulmuşluk hissi saracak bedenini / ruhunu… Veryansın edeceksin durmadan… Kendine, sen bile acıyacaksın bazen… Sohbetlerin yer yer serzeniş kokacak volta atışlarda; sana gel(e)meyen ve belki de, zahmetine hiç katlanılmamış, iki satır mektup için… Bazen, elinde GÖRÜLDÜ mektuplarıyla, gardiyanlar zuhur edecek sayım vakitlerinde…
Alıp, verecek sana “yolunu şaşırmış” kimi mektupları… O zaman sevinç huzmeleriyle taşacaksın kendinden… Kanatlanmış sanacaksın kendini… Uçmak isteyeceksin sevincinden… O an dünyalar senin olacak sanırsın… Gelen dost, arkadaş ve yoldaş mektupları; bir an okşayacak ruhunu… Sonra tılsımı bitecek… Taa ki, gelecek diğer bir mektup sefasına kadar… Sevinçlerin, sevmelerin hep bunlar olacak… Bir mektup, iyi bir haber ve ille de; UMUT… İyi haberlerle ne kadar çok sevinirsen, gelen kötü haberlerle de, herkesten çok daha fazla sarsılacaksın… Elinden bir şey gelmiyor diye, ne çok üzüleceksin…
Hasta olacak, yataklara düşeceksin… Eklemlerin, kasların ağrıyacak; inim inim inleyeceksin; kemiklerin sızlayacak… İliklerine kadar hissedeceksin / hissettirecekler; tutsaklığın en ağır yükünü… Dirhem dirhem eriyeceksin belki de… Terk-i diyar eylemek isteyeceksin ama, edemeyeceksin… Hiçbir tabip, yarana merhem olmayacak / olamayacak… An gelir, gökten akıp giden yıldızlara meyil verirsin… Kıskanırsın…
İçiyorsan, sigaraya dadanacaksın bazen… Ciğerlerine ciğerlerine çekeceksin; ciğerlerin yanacak… İçmiyorsan, kullanmıyorsan sigara, volta atışlarında avaz avaz “kilamlar”, “stranlar” ve türküler çığıracaksın genzi yakan… Özgürlük türküleri yankılanacak her bir yanından hücrenin… Sesler gelecek ardı-sıralı duvarların ardından… Ve hücrelerin… Bir yerlere seslerini duyurmaya çalışanların, slogan sesleri gelir; her günün belirli saatlerinde… Her defasında, bir iç çekeceksin…
Ve uykularını bölen, duyularını bozan ve bezdiren, sifon sesleri gelecek duymak istemediğin… Ve beynini zonklatan, çığırtkan kapı sesleri gelecek her an… Gözlerin bulanacak; gör(e)mediğin uzaklıklardan… Artık göremeyeceksin eskisi kadar… Gözlerin buğulu bir kristal olur kuytusunda yerinin… Duvarların ardına taşamayacak uzun bakışlar… Gerisin geri yüzüne çarpacak, bakışların solacak… Renkler olmayacak… Her şey renksiz… Ve sade… Ve tek… Ve parlağı, canlılığı olmayan, gri ve mat badana boyası olacak… Ve kırmızı tuğlalar etrafında teller… Jiletli teller… Dikenli teller… Ve gece karanlığı… Ve ölüm sessizliğini, her gün bir kaftanmış gibi üstüne çekeceksin… Giyeceksin adeta…
Ve sen içerde bunları yaşarken; dışarıda, “gürül gürül akan bir dünya”yı özleyeceksin her soluk alışında… Orada, öylece, senden habersiz ve umarsız akıp giden… Ve içinde; renkleri özleyeceksin dış dünyanın… Yeşilinde ormanların… Mavisinde denizin… Sarı sıcağında güneşin… Akan serin ırmakların, pınarların… Ve dağların, taşların… Ve ovaların, yaylaların…
Ve toprağın; buram buram kokan… Görmek ve yaşamak isteyeceksin dışarıda… Yaz’ı, kışı ve baharı… Varsın, ne olacaksa, dışarıda olsun… Burada, seni düşman sayanların ininde, hiç ama hiçbir şey olmasın... Ama yeter ki; adı bir nebze özgürlük olsun hiç yaşanmamış… Ve en büyük dileğim odur ki; tutsak olmasın yaşam… Ne içerde ve ne de dışlarda… Hiçbir yerde…
Heeey!.. Siiiz!.. dışarıdakileeer!.. Orada mısınız?.. Rahatsız etmedim ya… şimdilik budur bizim F TİPİ cenahlarda vuku bulan tecrid-i izolasyon halleri… Henüz bitmedi, bitmeyecek sanki kederim… Belki de daha çok sürecek bu serüvenim…
Ve yine de; “gün olur, devran döner” umutları ekilecektir her gün yüreklere… Saklısında saklı tutacağım yüreğimin en derinliklerinde; UMUDU… DÜŞÜ… BAHARI… Daha yaşanmamış baharları… Ve henüz gidilemeyen denizleri… Ve zapt edilemeyen GÜNEŞLERİ…
Bekleyeceğim yine de; uzuuun, çok uzun bir bekleyiş olsa da… O AN GELECEKTİR… Doğacaktır tüm ihtişamıyla GÜNEŞ… Umudum ona yetsin diliyor ve istiyorum… Suretine gülücükler konacaktır elbet AMMAR gülüşlü çocukların…
Ve hadi kalın sağlıcakla!.. Şiir ve türkü ile yulansın ruhunuz ve yüreğiniz… MUNZUR kadar saf ve berrak olsun düşleriniz… Ve düşlerinize, düşüncelerinize; ÖZGÜRLÜK, BARIŞ VE KARDEŞLİK hapsolsun her daim…
YASER EDESSA
BEĞEN
Paylaş
Paylaş
Cevapla
Kapat
Saat: 04:52
Hoş Geldiniz Ziyaretçi
Ücretsiz
üye olarak sohbete ve
forumlarımıza katılabilirsiniz.
Üye olmak için lütfen
tıklayınız
.
Son Mesajlar
Yenile
Yükleniyor...