Bir Kadının Omzu Neden Öpülür?
İSTANBUL:
İstanbul trafiğinin keşmekeşinde genç adam eğilip omzunu öptü kadının. Arabayı kullanan kadının gamzeleri neşelendi ve kısa bir bakış attı sevgiliye. Kısık bakışlarını ufka dikmiş bakıyordu ama göz ucu yandaki genç adamı süzüyordu.
Egzozlardan çıkan gazlardan zehirlenmemek için arabanın penceresini kapadı. Arka koltukta minicik bir kız çocuğu yarı uykulu çevreyi süzüyordu. Ara sıra “anne bak!” diyordu ay yıldızlı bayrağı göstererek “bayrak...” Bayrak mutlu ediyordu daha doğrusu bayrak kırmızısı.
Annenin üzerindeki montun kırmızısı da genç adamı mutlu ediyordu. Aşkının rengiydi kırmızı. Her omzunu öpüşünde içindeki hayranlıkla besliyordu kadını. Gururlu, biraz çılgın, çokça romantik, şirin ve hüzünlü bir ikizi olan anneye gıptayla bakıyordu.
İstanbul’da kolay değildi boşanmış olmak güzel bir anne için. Akşam bir kafeteryada kız kıza sohbet etmek de kolay olmuyordu. Bakışlar sanki kafeteryanın özel ikramıydı güzel kadınlara.
Boşanmış olmaktan dolayı hayatın sorumluluğu iki kat artmıştı şimdi. Bir erkek yersiz, yurtsuz ve aşsız kalsa da biz gazete kağıdını üzerine örtüp aç bir bankta uyuyabilirdi. Ama çocuklu bir kadın hayatla mücadele etmek zorundaydı. Yersiz, yurtsuz ve aşsız kalsa da çocuğuna sıcak bir kap çorba, sıcak bir battaniye bulmalıydı. Bulamazsa bile üzerindekini bebeğinin sırtını örter, kucaklayıp göğsünde anne kokusunu ninni yapardı boynundan. Minik ellerinin avcunun içinde ısıtırdı üşümesin diye ve sabaha kadar gözünü kırpmadan uyumazdı. Annelik buydu işte, canını değil canının içine kaygılanmaktı.
Bir İstanbul ayazında boğaz bulutlarla kaplıydı. Seher vaktinin müjdecisi serçeler çığlık çığlığa sokaklarda simit kırıntılarını gagalıyorlardı. Onlarca serçe simit kırıntılarını annenin ayak ucuna yemeyip yığmışlardı. Tanrı böyle anlatmıştı geleceğe dair umudu korumayı. Bir serçe yürek onun için çarpacaktı pıt pıt beyaz evli bir şehirden ve martılarla gönderecekti sevgisini ve desteğini...
İstanbul’da anne gibi anneydi kadın. Yapabileceği fedakarlıkların sonu yoktu ki bu onun yapısıydı. Genç adam bir kez daha eğildi genç annenin sağ omzuna ve öptü. "Aşkım bi tanem" dedi genç kadın. Genç adam hayatın ağırlığını omuzlamış kadına, bu omzun dayanıklılığına hayrandı. Bir daha, bir daha öptü...
Anne arkaya dönüp küçük kızını kontrol etti. Uyumuştu. kim bilir hangi rüyalarda meleklerle oyun oynuyordu. “Yavrum” diye iç geçirdi güzel kadın. Sonra bakışlarını Boğaziçi köprüsü yoluna çevirdi. Uzun ve omzunda taşıyacağı minicik ama dünya tatlısı bir yükü vardı omzu öpülesi kadının...
ANADOLU:
Ağustos ortası öğlen sıcağı kadın omuzladı karpuz kasasını. Arkasından saman nezlesinden sümükleri akan minicik elli bir çocuk kaldırmaya çalıştı kasayı. Ellerinin varlığıyla yokluğu belli değildi, anne “bırak evladım, dur aman, yorma kendini” dedi. Kadının üzerindeki siyah çarşaf zaten bütün sıcağı emiyordu. Kadın kıyamıyordu oğluna, anne yüreği dayanmıyordu.
“Anne, babam nerde?” dedi sümüklü velet. "Baban Almanya’da oğlum" dedi kadın kaldıramadan ve kaçırarak bakışlarını. Kaderini giymişti kadın, simsiyah ve ateşten bir çarşaftı sırtındaki. Köy yerinde boşanmış bir kadın olmak ve köy kahvelerinin önünden aç bakışları görmezden gelip ufka bakarak yürümek ağır geliyordu.
Baba kendisine yeni bir gelincik bulmuştu başka diyarlarda. Giydiği kaderi yakıyordu anayı ve sırtında hayatın keleğini de taşıyordu kasada. Kasaba pazarına mahsul toplamalıydı, biraz mahcup domates, biraz sivri biber, biraz patlıcan, kavun, karpuz ve kelek – turşu için –.
Akşam üzeri dağ başında eşeğe yüklü küfelerle bir sağa bir sola devrile devrile ilerliyordu eşek. Çocuk tutturdu annenin sırtına bineceğim diye. Köy ufukta ancak görünüyordu. Okulun bayrak direğindeki bayrağı ılık akşam rüzgarında dalgalanıyordu. “Anne bak, bayrak!” dedi sümüklerini mintanının yenlerine silerek.
Bir iç Anadolu sıcağında ova ince beyaz bulutlarla kaplıydı. Günün son ışıkları serçeler çığlık çığlığa yol boyu çalılarda kuş üzümlerini gagalıyorlardı. Onlarca serçe yol boyunca umut şarkıları söylediler yemlik vakitlerinde. Tanrı böyle anlatmak istedi çarşaflı kadına hayata dört elle sarılmayı ve neşeli olmayı her şeye rağmen. Belki bir gün bir delikanlı yürek onun için çarpacaktı ker*** evlerin birinden çıkıp ve samanlık seyran olacaktı suskun gözlerde...
Sinekler eşeğin sırtında cirit atıyordu. Kadınsa çocuğunu omzuna kaldırdı, çocuk annenin omzunu öptü minicik böğürtlenlerden morlaşmış dudaklarıyla. Annesinin gamzesi neşelendi. Kısık gözleri ufukta ama göz ucuyla çocuğuna bakıyordu... “Yavrum” diye iç geçirdi kadın. Sonra bakışlarını tozlu toprak yola devirdi. Uzun ve omzunda taşıyacağı daha çok yükler vardı omzu öpülesi kadının...