ÇANAKKALE GEÇİLMEZ
Kara Seyit sevindi, güldü. Topunun namlusunu öptü, sırtını okşadı. Atışa devam etti. Artık beklenen saat gelmiş, Bouvet, Nusret Mayın gemimizin döktüğü mayınlardan birine çarpmıştı. O anda, bütün Boğaz sarsıldı. Birbiri adına patlayan mayınlar, Boğaz'ı, yangın yerine çevirdi. Tabyalarımızdan "Allah, Allah!" sesleri yükseldi. Zafer davulları dövülmeye başladı. Bouvet, sulara gömüldü.
Amiral Robeck, yerinde duramıyor, âdeta tepiniyordu. Küpeşteye vurduğu yumruklarıyla da kinini kusuyordu. Telaş, korku ve şaşkınlık, bütün kara dinlileri sarmış, sarsmıştı. Amiral durmadı, mayın subayını çağırttı. Oracıkta kurşuna dizdirdi. Sordu:
- "Hani, körfez mayından temizlenmişti? Hani, daha dün gece, temiz raporu verilmişti? Nereden çıktı bu mayınlar? Kim döktü, nasıl döktüler?"
Çanakkale yanıyor, karşılıklı top ateşleri devam ediyordu. Rumeli kıyıları, düşman armadasına mezar olacaktı. Bu arada, iki düşman gemisi daha ağır yara aldı. Bunlardan "Goulais", Tavşan adaları önünde karaya oturdu.
Can tatlısı kaygısına düşen düşman gemileri, kumanda zincirinden çıkmışlar, Türk topçusunun ateşinden korunmak için, bir o yana, bir bu yana dağılıyor, kaderin elinden kurtulmak istiyorlardı. Mayınlar ateş fışkırıyor, "İrresistible" ve "Ocean" adlı gemiler infilâk ediyor, ağır yaralı olan "İnflexible" kaçıyordu.
Artık, düşmanda panik başlamış, "Hurra, hurra!" naraları da duyulmaz olmuştu. Düşman armadası perişandı. Amiral Robeck de çareyi, kaçmakta buldu. Durmadı, hemen Ege'ye açıldı.
Gün batıyordu. Amiral, belki de hayatının en acı telgrafını, Çörçil'e çekmeye hazırlanıyordu:
- "Çanakkale geçilmez."
Karşı yatan kara dağlar karardı. Cehennemî sesler kesildi. Kızıl gün, dağların ardında kayboldu. Tabyalarımızda bir bayramdır alıp gidiyor, günün yiğitleri övülüyordu. Yakılan meydan ateşlerinin etrafında toplanan koçaklar, koç yiğitler sevinç içindeydiler.
Kim bilir hangi hasretlisine kavuşmak için sabırsızlanan güneş de, karşı yatan kara dağların ardında birdenbire kayboldu. Yahya Çavuş, tabyaya geri döndü. Adsız Bey, kara koç atını, emin bir yere bıraktı. Vardı, bir koca ağacın dibine oturdu. Baktı, gördü. Kesesinde dünkü talimde dağıtılan tütünden bir miktarı duruyordu. Tuttu, bir tütün sarıp yaktı. Uzun uzun dumanını ciğerlerine çekti. Düşündü. Yarın, yaman ve kanlı bir gün olacak. Nice gâziler, alp erenler, kara koç yiğitler, analarının kıyamadığı, eli kınalı yavuklularının doyamadığı koçaklar, şehitlik şerbetini içip Tanrı katına varacaklar. Adı güzel Muhammet'imizle buluşup, koklaşacaklar. Cennet bahçelerinde nice nice güller derecekler. Herkes de onlardan, rahmet ve saygıyla bahsedecek. O gâzilere, şehitlik gömleği giyenlere ne mutlu! Ya bizim şu miskin canımız ne olacaktır? Tanrı'm bize de o kutlu günü göstermez mi ki? Ellerini açıp duaya vardı:
- "Yerin göğün yaratıcısı, ulu Tanrı'm! Gönlümüzden geçenleri, bir bir bilirsin. Bizler de, birer murat eriyiz. Şu miskin kulunu, Adsız Bey diye bilinen erini dahi şehitlik mertebesine ulaştır. Kutsal vatanımızın, düşman çarıkları altında çiğnenmesine izin verme, Tanrı'm. Ak saçlı analarımız ağlamasın. Koşa badem ağızlılarımız, elma yanaklılarımız, gelinlerimiz, kızlarımız ve dahi bacılarımız, saçını başını yolmasın. Yarınki günde öksüz kalacak koçaklarımız, yavru balabanlarımız, ömür boyu tutsak olmasın."
Yakınında, yanı başında cıvıl cıvıl eden bir ses duydu. Kalktı, yerinden doğruldu. Biraz ötesindeki çalılığa doğru yürüdü. Kulak verip dinledi. Hayret etti. Bu cehennem yerinde, şu bülbülün işi neydi? Şimdi tutturmuş, kim bilir hangi hasretlerin demini tutuyor? Düşünüp anladı.
Biliyor, duyuyordu ki, şu nice hasretlerin sevdalısı garip bülbül bile: "Vatan, vatan!" diye öter. Bülbülü altın kafese koymuşlar, ah vatanım demiş!
Adsız Bey için de vatan, her şeyin, hatta her duygunun üstünde gelirdi. Şu azgın dünyadan, kudurmuş dünyadan; bir Adsız Bey, vatan için ayrılmış, kuşça canı uçmuş, çok mudur?
Hemen oracıkta, o saat dilinin ucuna gelen şu türküyü mırıldanmaya başladı:
- "Çanakkale içinde vurdular beni
Ölmeden mezara koydular beni
Of! Gençliğim eyvah.
Çanakkale içinde aynalı çarşı
Anne ben gidiyom düşmana karşı
Of! Gençliğim eyvah.
Çanakkale içinde bir dolu testi
Anneler, babalar ümidi kesti
Of! Gençliğim eyvah.
Çanakkale içinde bir uzun servi
Kimimiz nişanlı, kimimiz evli
Of! Gençliğim eyvah.
Çanakkale üstünü duman bürüdü
On üçüncü fırka harbe yürüdü
Of! Gençliğim eyvah."
Adsız Bey sustu. Bülbül, dem tuttu. Baktı gördü ki, şu garip bülbül bile, söylediği ağıda katılmış. Adsız Bey, sevindi. Gözünden akan yaşları kuruladı. Öyle ya, Adsız Bey gibi bir alp erene, oturup, karılar gibi ağlamak, kara bağrını dövmek yaraşır mıydı? Yahya Çavuş'un, kendisine dediklerini andı, tez görevi başına çekildi.
Ala şafakla birlikte, "Bismillâh" deyip, Ege'yi gözledi. Aman Tanrı'm! Kara dinli kâfir gemileri üstüne üstüne gelir. Adsız Bey, gülle olup ateş kusmak, mermi olup nice kâfir yakmak istedi. Kara sığırcık alayı gibi düşman gemilerine, kâfir askerlerinin doluştuklarını gördü. Bir kömür gemisine bile iki bin canı aşkın kara dinli kâfir binmiş, "Albion"un peşini takip ediyor, Ertuğrul koyuna doğru yol alıyorlar.
Henüz, kötü dünyanın üstüne güneş doğmamıştı. Adsız Bey, kara koç atına baktı. At da, sanki olanın bitenin farkındaymış gibi eşiniyor, kişniyor, yedi kat yeri ve dahi yedi kat göğü inim inim inletiyordu.
Adsız Bey, onu yatıştırmak istedi. Vardı, kara koç atının sırtını okşadı, gözlerini öptü. Tam bu sırada müthiş bir patlamadır duydu. Geri dönüp baktı. Kara dinli kâfir gemisi "Albion", alaca karanlıkta Ertuğrul koyunu bombalar. Bu bombardıman tam bir saat sürdü. Az sonra tanyeri ağardı, gün doğdu. Ortalık ışıdı. Karşı yatan kara dağlar bile görünür oldu. Türk tabyalarını dolduran sultan kulları, alp erenler; bombardıman öncesi geri çekilmişlerdi. Hepsinin gözlerinde de ışıltılı bir mutluluk okunuyordu. Şamar oğlanına dönen kara dinli, demek ki henüz akıllanmamıştı. Daha nice Türk köteği yemek istiyordu.
Karşı yakadan cevap alamayan kara dinli kâfirler şaşırdılar. Sandılar, siperlerindeki tamam bütün Türkler gafil avlanmış, son fertlerine kadar da kırılmışlardır. Artık azgın kâfir için korkulacak bir sebep yok. Ertuğrul koyu yangın yerine dönmüş, Türkler cevap veremeyecek hale gelmişlerdi.
Kara kömür gemisi, hareket emri aldı, ileri atıldı. Ertuğrul koyuna baştan kara etti. Dubalar kuruldu. Kara dinli kâfir yiğitleri, birbirlerini övdüler. "Hurra" diye nara vurdular. Açılan gemi kapaklarından birer ikişer atlayıp dubalara doluştular. Hepsi de bir an önce, kimsesiz sahile çıkmak ve ilk fatihlerden olmak istiyordu. Dubalarda adım atacak yer kalmadı.
Adsız Bey baktı, gördü.
- "Vakit tamamdır" dedi.
Tabyadaki gâzilere bekledikleri işareti verdi.
OYHAN HASAN BILDIRKİ