Bir Açıdan Aşk
Bildiğimiz üzere, insan âşıkken “aşk” üzerine düşünmez; “kendi aşkı” üzerine, örnek aşk ritüellerini izleyerek, 3-4 saatlik, günlük, aylık veya 30-40 yıllık hayaller kurar; istencini öne çıkarır ve koşulları ıslah edip bu güçlü duygu ve arzu akışına yaşamında yol açmaya ve onunla birlikte akmaya çabalar.
Bir de aşkı her şeyden önce; turnusol kâğıdı ve bir tür katalizör yerine koyanlar var. Kişinin kendini tanımasının, kendi kusurları ve güzelliği ile tanışmasının, kendi sınırları ile yüzleşmesinin yegâne aracı, aşktır. Egomuzun, bilinçaltımızın, terbiyeli, kontrollü ve kuralcı bilincimizin iç içe geçme ve kırılma noktası, aşktır.
İnsan âşık olunca kendi boyunun ölçüsünü alıyor, karşısındakinin değil. İnsanın kendi varlığına hırsla, ihtirasla, çaresizce, öfkeyle, umutla hatta çoğu zaman kibirle ve gururla sarılmasıdır aşk, karşısındakine değil.
İnsanın kendisinin farkına varma sürecini hızlandırıyor aşk. Hatta belki şu karmakarışık hızlı dünyada bu süreci tetikleyecek en güçlü düğme, aşk. Bir şeyi “nasıl” ve “niçin” istediğimizi, istediğimiz şeylere “nasıl” yöneldiğimizi ve ”nereye kadar” gidebileceğimizi fark ediyoruz. İstencinin, tutkusunun, arzusunun gerçeği ile yüzleşen insan; korkularıyla yüzleşir.
Fakat mutluluğun rehavetine, acılara, kederlere, kendine acımaya, vicdan rahatsızlıklarına kapılıverirsek; hem aşkı hem de kendimizi yok sayıyoruz. Hislerimizin ortaya çıkan fiziki ve ruhsal belirtilerine ya da onları ifade etmeye değil, yaşadıklarımızı bir şeye bağlamaya (mesela ahlaki boyutlarını sorgulamaya, fedakârlık, vefakârlık, cefakârlık, aldanmışlık, vs –lıklar dünyasında kendimize güç aramaya) değil de; ne hissettiğimize ve bunun nedenlerine yönelirsek; işte o zaman da aşk, tanımlanır bir şey oluyor.
Ona bir isimle seslendiğimiz anda aşk, çoktan çekip gitmiş oluyor. Yani, karşımızdaki kişiyi fark ettiğimizde, aşk bitiyor. Kendimizi fark etmediğimiz sürece, sevileni görmemiz mümkün olamıyor. O halde aşkın dev aynasında sevgiliyi gerçek boyutuyla algıladığımızda, aşkın cüce aynasında kendi boyutumuzla karşılaştığımızda, aşk bir işe yaramıştır sonunda… Eğer bunu bir hesaplaşma olarak değil, karşılaşma ve tanışma olarak görebilirsek… Fakat kaçtığımız bu değil mi? Aşina olmak… Gerçekler sıkıcı.
Aşk içinde kendimizi “teşhir” ediyoruz, “temsil” edemiyoruz. Teşhir denince bedenin açılıp saçılması anlaşılmasın ya da yalnızca bu anlaşılmasın. Kişiliğin, düşüncelerin ve duyguların teşhirinden söz ediyorum öncelikle.
Aşk, özel dünyamızın bir parçası mı hakikaten? Onu neden kamusal alanda, bizden uzakta ve bize yabancı olanda, dışarıda arıyoruz o halde? Aşk, sosyal yaşamımızın çok etkin bir parçasıdır. İki kişilik değildir; kendimize, dünyaya ve karşımızdakine yakıştırdığımız tüm anlamları, ilişkileri, değerleri, beklentileri, bağlantıları yüklenir.
Özel dediğimiz alanda, hep göz önündeyiz. Oysa sosyal alan, bize gizli saklı köşeler sunar. Sosyal yaşamımız daralınca ve hep göz önünde olma duygusunu her yerde yaşamaya başlayınca; işte bu daralma karşısında, sosyal alana mahremiyetimizi sızdırıyoruz.
Örneğin açık ofis sistemiyle çalışan iş yerlerini düşünün… 8 saat aynı mekânda ve göz önünde, kulak mesafesinde olmanın stresi ne denli büyüktür, farkında mısınız? Her yanı camdan iş merkezlerini düşünün. Büyük ve anlamsız meydanları düşünün, insani boyutları aşan, ufacıklık hissi doğuran kentsel mekân ölçeklerini düşünün; metroları, durakları, hızla akıp giden trafiği. Özel değeri olmayan bir sürü kalabalık ve rast gele dokunuşu, çarpışmaları, teğet geçmeleri, göz göze gelmeleri vs.)
Hiç tanımadığımız bir insana pat diye her şeyimizi anlatabiliyoruz. Sonra şaşıyoruz buna… Bir yabancı, tanıdığımız ve deşifre ettiğimiz herkesten daha güvenilir gelebiliyor bize. Çünkü henüz ona bekçilik yapmadık, deşifre işlemini tamamlamadık. Bir sırrımız olduğunu düşünmemesi için neden yok.
Birilerine anlatacak sırlarımız olsun istiyoruz, saklamak için değil de; sergilemek için. Hayat bir gösteri alanına dönüşüyor ve hepimiz, hangi kelimenin, hangi mimiğin, hangi kıyafetin, rengin, saatin, yüzüğün, bakışın, duruşun neyi işaret ettiğini biliyoruz.
Bu alanda artık kimse kendini temsil etmez. Karşısındakine takdim etmez. Bir işaret çakar; parfümünüzün markası, takım elbisenizin rengi, sık kullandığınız kelimeler, rujunuz ya da rujsuzluğunuz, saçınızın biçimi… Sizin yerinize geçip hakkınızda çok şey söyler. Göz önünde olma duygusu, bizi yabancılara iter.
Yabancı olan, işaretini tek bakışta okuyamadığımız değildir; karşımızda işaret teşhirini, bu kutsal ayini henüz tamamlamamış olandır. Henüz mahremiyet mübadelesi yapmamış olduğumuz, karşılıklı ifşaatlarda bulunmadığımızdır. Yeni gibi…
Bir ilişkiler kategorisine ve bir hakikat rejimine ait olduğunuzu tek işaretle dünyaya çakabilirsiniz. Sonra kim diyebilir; aldandım diye? Kim sizi aldatabilir? Aslında bir seçim dahi yokken… En başından belliyken.. Arzu değil; teşhirin hazzı biter, aşk biter. Ne deniliyor? 3 yıl sürerdi aşk eskiden. Şimdi 3 gün bile fazla. 3 saat? ... Niye olmasın?
Aşk, artık lunaparkta ucunda ne çıkacağını bilmeden, ancak ne çıkabileceğine dair kesin bilgi sahibi olduğunuz, olasılıkların hepsi gözünüz önündeyken çektiğiniz iptir. Ya o kocaman yeşil gözlü güzelim pembe ayıcık size çıkarsa? Ya onunla uyumak size bambaşka bir keyif ve huzur sunarsa? Ne güzel olurdu…
Bir riske girmek değildir bu; bir riskin hazzı için ipi çekmektir. 3 saat, sizi belki de 3 aya taşıyabilir. 3 ay, belki 3 yıla sarkabilir. Kim bilebilir? Bir de şu ipi çekmelisiniz. Denemeden nasıl bileceksiniz? Oysa işte bütün oyuncaklar sergileniyor. İplerin ucunda ne olduğunu biliyoruz. Ve hepsi aynı gösteri alanında teşhire sunulmaktadır. Fakat yine de şaşırıyoruz. Nihayet buna gülebiliyorum.
Aşkın ahlakı var mı? Aşkın aklı var mı? Fakat her şeyden önemlisi aşkın kalbi var mı? Eğer sizin varsa… Elbette var. Yeter mi? Hayır; ahlakı kavrayışınız, akıl ve yüreğinizle kurduğunuz ilişki sağlamsa; yaşadığınız her şeye yansıyor. Aşk, bunun dışında kalmıyor. O halde seçtiğimiz kimdir? Bir seçim var mıdır?
Ağzına kadar gerekli gereksiz bir sürü işaretle, sembolle, gösteriyle ve teşhirle dolu dünyanın içerisinden kendinizi bulup seçebiliyorsanız; aşk, kapıldığınız değil, kurduğunuz ve yaşadığınız dünyadır. Orada akan suyla salınan, karaya ucundan tutunmuş bir yosun değil, aktif biçimde çağlayan, akan, suyu yatağında yaratansınız. Ancak kendilerini temsil ve takdim etmeyi bilen insanların tutkusundan “seçilmiş aşk” doğar. Ve seçmek, özgürlüktür.
Diyeceğim o ki, özgür aşk; ilişki serbestîsinden ve rast gele çırpınışların gerektirdiği bedelin göze alınmasının yarattığı cesaret yanılsamasından bambaşka bir şeye ihtiyaç duyar. Onun ihtiyaç duyduğu insanın kendisini sosyal yaşamda özgürce temsil ve takdim edebilme bilgisi, yeteneğidir. Ve asıl cesaret, budur.
Aşk, korkaklara yalnızca suretini yollar; şeklen, ritüel ve sembolik olarak… Çektiği, asıldığı her ipin ucunda onu arayanlar, hazdan yoksun kalmazlar. Yoksun oldukları, aşktır. O, ipe sapa gelmez.
Siz böyle yaşamadınız mı? Öyle mi? Peki, öyle olsun. Sizlere inanıyorum. Fakat etrafınıza iyi bakınız. Çocuklarınız böylesi bir gösteri dünyasının içinde debelenip duruyor. “Siyah ve beyaz”; “sıfır ve bir” dijital algılamasıyla yaşıyor. Temsil ve takdim için boşa zaman harcamaktansa, tek bir işaret çakıp gösterişli bir teşhirle pek değerli olan an’ı, dolu dolu yaşamak istiyor. An, öylesine doluyor ki, içerisinde kendi kapladığı yeri hissedemiyor.
Siz batıya ya da doğuya yönelmiştiniz. Çocuklarınız ucunda yabancılık olan her ipi aşk niyetine çekiyor. Bir aşinalık mı doğdu? Çöpe atıyor. Sizin küçük tavşancığa rağbet yok. Onun niyet kâğıtlarında hep aynı şey yazıyor: Yabancılara sakın güvenme! Asıl sorun, sosyal yaşam bu kadar “özelleştirilmişken”; sosyal nitelik ve nicelik taşıyan her şey bu kadar “şahsileştirilmişken”, yabancı nerede?
nesrin cansever