BALIKÇI
Sarı rüzgâr ceketini giydi. Balık kovasını ve benzin deposunu eline aldı. Dizlerine kadar suya girdi. Mataforanın uzun çubuğunu manivelaya takıp değirmen gibi hızlı, hızlı çevirdi. O çevirdikçe demirden bir rahle üzerinde duran koca sandal yavaşça suya indi. Kancayı çözüp sandalı demir mataforadan kurtardı. Çevik bir hareketle sandala atladı. Motoru çalıştırdı, açığa doğru yola koyuldu.
Diğer balıkçı sandallarının bir grup halinde neredeyse yan yana avlandıkları yere gelince motorun hızını kesti. Her sandala bir laf attı. Kim, ne tutmuş, baktı. Soranlara “uzun oltaya gidiyorum” dedi. Üç-dört metrelik bu küçük sandalların hepsinde birer ikişer kişi ritmik hareketlerle ellerindeki oltayı yukarı çekiyor, sonra aşağı bırakıyorlardı. Kimi oturuyor, kimiyse ayakta yorulmadan saatlerce yineliyordu bu hareketi. Gelmişse, gümüş gibi parlayan istavritleri oltadan çıkarıp livara atıyorlardı.
Genç balıkçı gruptan uzağa doğru yöneldi. Yavaş gidiyordu. Sandalların arasından sıyrılınca oltasını salladı. Biraz daha karaya yakın gidecek, sandalı yavaşça yol alırken oltası süzülerek peşinden gelecekti.
Gökyüzü grileşmiş, rüzgar da kesilmişti. Gene de bu dinginlik kafasındaki bulutları dağıtmaya yetmedi. ‘İşten çıkıp, şehirden uzaklaşıp buraya kadar geliyorum. İşin stresini içimden atamıyorum.’
Oltasını elinde tutarken yerinde biraz kaykılıp daha rahat bir oturma pozisyonu aldı. ‘İşler hep aynı işler, unutmak lazım biraz.’
Düşünceleri geçirdiği yoğun güne gitti. Şirketten içeri gururla girmişti. Bugün satış için dolaştığı üç fabrikadan aldığı siparişler firmanın tüm satışçıları arasında bu ayın satış rekoru cinsindendi. Hemen her ay kendi rekorunu kırmayı başarıyordu.
Arkadaşlarının tebriklerini kabul etmiş sonra müdürüne bilgi vermeye gitmişti.
“Güzel, çok iyi” dedi müdür, bir an düşündükten sonra:
“Şu senin eski müşterini yeni başlayan satışçı arkadaşa devretsen diye düşünüyorum. Zaten o firmanın düzenli satın aldığı ürünler var. Yeni arkadaş da tanısın orayı biraz. Ona da iyi bir motivasyon olur.”
Kelimeler boğazına düğümlendi. Söyleyemedikleri aklından geçiyordu: ‘Kendi seçtiği elemanı kollamak istiyor, belli ki. Ama o müşteriye ben beş senemi verdim!’
“Orada çok hassas dengeler var, şimdilik bozmasak?” diyebildi.
“Yavaş bir geçiş yapalım istersen. İkiniz birlikte gidersiniz. Tanıştırırsın onu. Sonra yavaş yavaş ona bırakırsın.”
İçinden söylenip duruyordu: ‘Ne gerek var buna? Benim müşterimle işler gayet iyi gidiyor’ Yerinde sağlam durmak zorundaydı ve bunun yolu da güçlü bir savunmaydı:
“Kurduğumuz sistemi riske atmayalım bence, çok büyük bir müşteri bu. Ben satışları orada 5 yılda katlanarak artırdım.”
Müdür bu cevabı beğenmemişti.
“Yeni arkadaşlara da işleri öğretmek lazım.”
“Haklısınız efendim” diyebildi. Ama içinden söyleniyordu: ‘Onlar da benim gibi çabalayıp yeni müşteri kazanabilirler. Bunu başarmak için çok uğraştım ben. Onlar da çabalasın.’
Müdür ısrarcıydı:
“Sen onlardan kıdemlisin. Onlara destek olmalısın, yol göstermelisin.”
Bunun anlamını gayet iyi biliyordu ‘Rakiplerimi güçlendirmeliyim!’
“Memnuniyetle yaparım” dedi müdürüne”Özellikle yeni hedefleri için onlara yol göstermeye hazırım.”
Odadan çıktı. Başarısının bütün keyfi kaçmıştı işte.
Yavaş giden sandalın arkasından metrelerce saldığı uzun oltayı usulca topladı. Oltanın ucunda bir şey olduğunu hissedivermişti birden. Çektikçe heyecanı arttı. Kesinlikle bir şey vardı. Oltanın ucuna yaklaştıkça daha kuvvetli çekti ve suyun yüzeyine yaklaşan lüferi görünce hızla asıldı. “Kofana bu kofana!” Sandalın içine aldı balığı. Sıkıntısını unutuverdi. Rapalaları kontrol etti. Oltayı yeniden saldı.
Bulutların arasından güneş tatlı bir kızıllıkta kendini gösterivermişti. Her yer öylesine sessizdi ki şimdi. Yalnızca küçük şıpırtılar duyuluyordu. Çarşaf gibi denizde sandala çarpan küçük dalgacıkların sesi. Huzur veren bir ses. Güneşin ışıkları değişik renklere bölünüyordu bulut kümelerinin içinden, sahile doğru, ufka doğru. Manzarayı seyretti bir süre. İşe ait düşünceler kısa sürede geri döndüler.
‘Neden aylarca yıllarca uğraşıp, tonla satış yapacak hale getirdiğim koca firmaları bu acemilere vereyim ki! Ben acemiyken kimse bana müşterisini vermiş miydi? Al sana hazır müşteri, kendini yorma, demiş miydi?’
Düşünceleri uzun sürmedi. Oltada bir ağırlık daha hissetti. Lüferi görene kadar misinayı sandala aldı. Kıpır, kıpır koca balığı kancadan kurtardı. Eliyle bir tarttı. ‘Çok güzel’ onu da livara yolladı. Oltayı salmasıyla yeniden ağırlık hissetmesi bir oldu. Hızla bir lüfer daha çekti. ‘Şansa bak! Ne çabuk geldi’ dedi. ‘Ah, Erkan ağbi, bu lüferi avlamayı sen bana sevdirdin. Neredesin şimdi? Sen olsan ne nasihat verirdin bana? Mutlaka söyleyecek bir şeyin olurdu. Bilirdin kime nasıl davranılacağını. Pabuç bırakmazdın kimseye. Keşke burada olsaydın şimdi. Eskiden yaptığımız gibi birlikte balığa çıksaydık. Bir lüfer sen çekseydin, bir lüfer ben. Diğer balıkçıları çekiştirip, gülseydik!’
Sandalıyla kayalıkların olduğu sığlıklara yanaştı. Erkan ağbisi lüferlerin buralarda gezindiğini, akşama doğru buralara yemlenmeye geldiklerini söylemişti. Batan güneşin renkleri sarıdan kızıla, kızıldan mora değişiyordu. Kimsenin olmadığı bu kayalıklarda derin bir sessizlik hâkimdi. Sessizliği içine çekti buram, buram. Sonra oltaya asıldı. ‘Haklıymış!’ Peş peşe lüferleri çekiyordu. Livardaki yaklaşık 15 lüfer son turlarını atıyordu. Her çektiği lüferle keyfi daha çok yerine geldi. Sıkıntısından gittikçe uzaklaştı. Bir lüfer, bir kofana! İnanılır gibi değildi. Balıklar peş peşe geliyordu. Arkasına yaslandı bir süre sandalın kenarına dayanarak. Aldığı keyif hiçbir şeyle kıyaslanamazdı. Deniz insanı nasıl da gevşetiyordu. Nasıl da başka dünyalara sürüklüyordu. Her şey geride kalıyordu ve önemsizleşiyordu denizdeyken. ‘Erkan ağbi görseydi keşke şu tuttuğum balıkları. Ne çok konuşurduk seninle. ‘İş dünyası savaş alanı, kimse deviremesin seni’ derdin. Ama yoruldum herkesle rekabet etmekten. Sen olsan nasıl yapardın? Nasıl karşı koyardın bu insanlara?’
Hava kararıyordu artık. Daha açıkta demirleyip de istavrit avlayan sandallar çoktan kıyıya dönmüştü. Lüferler arka arkaya geldikçe o dönmek istemiyordu. Livardaki lüferlerin sayısı 30’u bulmuştu. ‘Hayatımın avı bu, bırakıp dönülür mü?’
Yukarı gökyüzüne baktı. ‘Değil mi Erkan abi? Sen de dönmezdin. O kötü hastalığa rağmen, son günlerine kadar balığa çıktık seninle. Tüm ızdırabına rağmen giderdik. Pes etmezdin. O ilaçlar seni halsiz, bitkin yapardı ama ‘gidiyor muyuz?’ dediğim zaman gözlerin parlardı.’
Son balığı da sandala çektiğinde hava kararmak üzereydi. Denizin ıssızlığında rüzgâra bağırdı:
“Kofana bunlar! Kocamanlar, hey yavrum!”
Oltasını topladı. Sahilin bu uzak ucundan evine doğru dönüşe geçti. Motorun hızını artırdı. Bir an önce dönmek istiyordu artık. Hafif akşam rüzgârı çırpıntı yaratmıştı. Dalgaları yara yara gidiyordu. Motorun sesine karışan bir ses “Sıkı bas!” dedi. Etrafına bakındı. Ses nereden geliyor anlayamadı. ‘Bana öyle geldi herhalde’ diye düşündü.
“Yaşamın kendi rekabet! Dayanmalısın!” dedi ses bu sefer. Duyduğuna inanamıyordu. Gerçekten biri mi konuşmuştu? Hayal mi bu nedir? Erkan ağbinin sesi olduğuna emindi.
“Sağlam bas ayaklarını yere ve devam!” diyordu ses.
Erkan abinin sesiydi ama balıkçının dudaklarından çıkıvermişti.
‘İşte bunu derdi bana! Kimseye yenilme sakın!’
Keyiflendi. ‘Haklısın Erkan ağbi. Onlar korkacak benden ve ben de onları korkutmaya devam edeceğim.’
Kıyıya varmaya az kala motorun hızını kesti. Neşeyle livar kapağını açtı. Balıkları bir bir çıkardı. Sabırla hepsini sandalın içinde oturulacak yerlere boy sırasına göre dizdi. En büyükten en küçüğe.
“İşte böyle. Herkes görsün. Balık böyle avlanır.”
Sonra motora hız verdi.
Daha önce karaya dönmüş olan balıkçılar hala sahildeydi. Karısı ve komşuları da onu orada bekliyorlardı. Yaklaştıkça sergisini göstereceği grubun kalabalık olmasına sevindi. Sandalı kuma itti. Hayret dolu yüzlere bakıp eğlendi.