Arama

Dua Ufku - Tek Mesaj #20

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
6 Ocak 2006       Mesaj #20
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
En sıkıntılı günlerin yaşandığı ender zaman dilimlerinin birinde, huzurunda Kasas Suresi'nin 85. ayeti okunuyordu. Ayet Allah Resulü'ne (aleyhi ekmelü't tehaya) bir müjde veriyor ve “Kur'an'ı sana indirip onu okumanı, tebliğ etmeni ve muhtevasına göre hareket etmeni farz kılan Allah, elbette seni varılacak yere döndürecektir.” deniliyordu. Döndürülecek yer kimi müfessirlerce Mekke olarak anlaşılsa da, en son varılacak yerin neresi olacağı düşünüldüğünde buranın, “hiçbir sıkıntının kalmayacağı, sürekli mutluluk hisleriyle oturulup kalkılacağı ve Cuma yamaçlarında Allah'a nazar edileceği cennet” olması da ayetin hatırlattığı hakikatlerdendi.
Ayetin tefsiri Elmalılı Hamdi Yazır'dan okunurken şöyle bir soru sorulmuştu: “Hocam, size böyle bir tercih hakkı sunulsa, yani bin bir ızdırabın yaşandığı, sıkıntıların dur durak bilmediği şu dünya hayatını, ahiret özlemiyle yaşamaktansa, gel o özlediğin hayata kavuş! Bitsin bu hasret!” denseydi hangisini tercih ederdiniz?” Erken yaşlarından beri milletinin ızdırabıyla inleyen, inleyip iki büklüm olan fakat hiçbir zaman şikayet etmeyen ve en küçük gayretleri dahi küçümsemeden çalışan o dertli zatın birden gözleri dolmuş ve “Ben bilsem ki hep ızdırapla yaşayacağım, bu dünyada gün yüzü görmeyeceğim, ölüm tehditlerine maruz kalacağım, bir yerde duramayıp sürekli oradan oraya hicret etmek zorunda bırakılacağım, hakaretlere uğrayacağım.. evet bütün bunları bilsem; yine de milletimin içinde kalmak ve onun ızdıraplarını onunla beraber yüklenmek için Rabbimden müsaade isterim ve “Ya Rabbi eğer bu milletin ikbali ve dünya muvazenesinde söz sahibi olması adına yaşamam bir şey ifade ediyorsa, müsaade buyur biraz daha kalayım” diye dua ederim” demişti.
Nereden geliyordu bu millet sevgisi? Katı bir milliyetçilik miydi bu? Irkçılık mülahazası mı tütüyordu bu sözlerin arasında? Bütün dert ve dava, hangi yol ve yöntemlerle olursa olsun sadece bir milletin söz sahibi olması mıydı? Hayır, hiç biri değil! Bu ufuksuz ve faydasız düşüncelerden fersah fersah uzak olan Onun dinî ve millî ruhu, hayatı boyunca bunlara asla prim vermemişti. Evet, milletine tutkundu fakat bu tutku, milletinin on asır dine ve dünyaya hizmet etmiş olmasından ileri geliyordu. Bunun içindir ki, bu milletin yeniden yeryüzünde söz sahibi olması, kim olursa olsun insana değer veren, inanç ve fikir hürriyetine saygı duyan, zulümlere göz yummayan, göz yummak şöyle dursun haksıza haddini bildiren, haklıya hakkını teslim edip hakkı yücelten bir medeniyetin, bütün insanlık tarafından tekrar yaşanması demekti. Milletini seviyorsa, insanlığın ızdıraplarını dindireceğine inandığı için seviyordu. Bu millet sayesinde, o eskimeyen günlerin, yitirilmiş cennet gibi baharların yeniden iliklerimize kadar yaşanacağını bildiği için seviyordu.. Allah'ın adının bütün gönüllerde yerleşmesi, Hazreti Muhammed (sas) sevgisinin her tarafta şehbal açması için bu milletin hizmetlerini hatırlıyor ve bunları, daha neler yapabileceklerine referans gösteriyordu. Bu yüzden de, yeni hizmetleriyle dünyaya ümit verecek, ağlayan ve bir çıkış kapısı arayan insanlığın yüzünü güldürecek, demokrasi havariliğine soyunan devletlerde bile yeni yeni insanî ufuklar açacak bu milletin içinde bulunmayı cana minnet biliyordu. Bu paye öyle büyük bir payeydi ki, 1986 yılında gitmiş olduğu Mukaddes topraklarda, Allah Resulü'nün mübarek köyünde, oraların cennet misal iklimini doya doya yaşarken, kendisi hakkında çıkarılan tutuklama kararını duymuş, buna rağmen kara yoluyla sınırın yakınına kadar gelmiş ve mayınlı tarlaların arasından geçerek de olsa Türkiye'ye girmek için hırz-ı cân etmişti. Hâlbuki bazı kıymetli zatların yaptığı gibi, orada kalabilirdi. Ömrünün sonuna kadar o atmosferin zevkleriyle yaşayabilirdi. Fakat Mirac'ta cennetleri gördükten sonra ümmetinin içine dönen bir Peygamberin ümmeti olarak, o da yüce Resule bağlılığının gereği, kendini düşünmedi, milletim dedi, hastalıklarına aldırmadan binlerce kilometre yolu kat ederek geri döndü. Döndü de, devletçe milletçe yaşanan sıkıntıları devletiyle milletiyle beraber yaşadı. Bir vaazında, cemaate şöyle tembih ediyordu: “Eğer bir gün, Medine'nin o bayıltan iklimine takılır kalırsam, dönmeyi düşünmezsem, size şimdiden izin veriyorum, boynumdan tutun, çeke çeke beni bu ülkeye getirin.” İşte ondaki millet tutkusu bu derece aşkındır. Mekke ve Medine her Müslüman için olduğu gibi onun için de bir cazibe merkezidir. O beldelere dair yazmış olduğu nesir ve şiirler, duygularının ne kadar hahişkâr olduğunu, gönlünün ne kadar hasretle inlediğini gösterir. Fakat o, bu kutsî duygularının ağzına birer kement vurmuş, aklının ve vicdanının genişliğine kulak vermiş ve milletiyle bütünleşmiştir.
Onun bu millî ruh, milli düşünce ve heyecanlarını anlamak için, yıllar boyunca bizde oluşmuş yanlış telakkilerden, fikir suretinde görünen tembellik ve miskinlik ruh haletinden sıyrılmamız gerekmektedir. Zira birkaç asırdan beri biz, her şeyi devletin yapacağına inanmış, devletin yapamadığı şeylerin farkına varsak bile neler yapabileceğimizi düşünmemiş, düşünsek de izleyeceğimiz metodu bilememiş, neticede bazen öfke ve tenkitle yutkunup durmuş ama yine de her şeyi devletten beklemişizdir. Kendimizin farkına varamamış, varmayı da denememişizdir. Teşebbüs hakkımızı ifadeden çekinmiş, bu tavrımızla devlet kademelerindeki insanları da belki bilmeden yanlış bir anlayışa sokmuşuzdur. Onlar da zamanla inanmışlardır ki –veya öyle olması gerektiğini düşünmüşlerdir – bu ülkede bütün işleri devlet yapmalı, fertler sadece ferdi dünyalarıyla meşgul olmalıdır. İmam imamlığıyla, mühendis mühendisliğiyle, doktor doktorluğuyla meşgul olmalı, herhangi bir işe karışmamalıdır. Ötesini idare yapmalıdır, yapamasa da bunun hesabı sorulmamalıdır. Çünkü baştakiler yapamamışsa bir bildikleri vardır. Bu anlayışla kemikleşmiş ve rutin bir işleyişe sahip hale gelmiş yapının içinde, müteşebbis ruhla hareket etmek, hele hele mevcut düzen için, yeni ufuklar açacak bir fikir beyan etmek, bu fikir istikametinde icraatta bulunmak, bunu yaparken de insanları ikna etmek, inandırmak ve harekete geçirmek epeyce zordur. Özellikle bunu sivil halktan biri yapıyorsa ve bu şahıs fikirleri ve aksiyonuyla etrafındakileri de teşvik etme gücüne sahipse -ki bahsettiğimiz zâtta bu özellikler dünyaya yetecek kadar mevcuttur-, yıllardır oluşmuş monoton bir yapının bu yeni ses ve soluğu hazmetmesi kolay değildir ve olmamıştır da. Bilhassa, bizim ülkemizde, her ne kadar devletini milletini düşünen, millet olarak yükselmemizi isteyen rical-i devlet bulunmuş ve yeni fikirlerden büyük bir heyecan duyup onlara destek vermişlerse de, oturdukları koltukları ve ele geçirdikleri makamları ebedi zannedip oraları birer hortum ağzı olarak görenlerin, milli ruh ve düşünceden mahrum kimselerin bu türlü şahısları hazmı ya çok zordur ya da hiç mümkün değildir. Hususiyle, onu kıyasıya eleştirenler, hatta edep dairesini aşıp “senin neyine devlet-millet, sen sadece kendi işlerinle meşgul ol” diyenler, belki de bugüne kadar milletin hayrına zerre kadar bir icraat ortaya koymuş değillerdir. Kendileri koymadıkları gibi, başkalarının koymalarına da tahammül edemezler. Dahası herhangi bir icraata tahammül etmeyi, devletin temellerini sarsmakla eşit görürler. Hâlbuki bir devletin milletiyle omuz omuza vermesi, işlerinin bir kısmını ona bırakması, gerekli teftişlerini yaparak ona da teşebbüs hakkı tanıması, tamamen devletin ve milletin lehinedir ve tarihteki uzun ömürlü devletlerin yapısında genelde bu anlayış vardır.
Milletini düşünen herkesin bir şeyler ortaya koyması için devlet kademelerinde yer etmiş olması gerekmez her halde. Herkesin fikrini beyan etmesinde, yıkıcı, bölücü olmamak, şeffafiyet arz etmek, denetime açık olmak şartıyla beyan ettiği fikri pratiğe dökmesinde de bir mahzur olmasa gerek. İşte Hocaefendi, geçmişinden aldığı cesaret ve manevi değerlerinden kazandığı ruh gücüyle bugünün şartlarını değerlendirerek bir hizmet ortaya koymuş ve bu hizmeti bir millete mal etmiştir. Kendisi olanca gücüyle arka plana çekilmiş, hizmetleri bir şahs-ı manevi (tüzel kişilik) olarak millete bağlamıştır. Hayatını bu işe vakfettikten ve binlerce yüz binlerce icraatın teşvikçisi olarak büyük bir hizmet ortaya koyduktan sonra, her şeyi alıp yine o çok sevdiği millete bağlaması, milletim yaptı demesi büyük bir aşkınlıktır. Geçmişte vermiş olduğu bir vaazda, “Bir insan İstanbul'u fethetmek gibi büyük bir iş yapıyor, sonra da bir ağacın altına çekilip “bu işi ben yapmadım” diyemiyorsa, gerçek kıvamına erememiş demektir” derken işte bu aşkınlığı ifade ediyordu. Söylediği şeyleri de kendi şahsında bugün bizzat yaşıyordu. Evet, milletini, ülkesine ve bütün insanlığa hizmet etmeye inandıran Hocaefendi'nin kendisi olduğu gibi neticede ortaya çıkan hizmetleri milletine veren de yine kendisidir. Bunu, menfaatini milletin sırtına binmede görenlerin anlaması çok zordur. Soy kütüğünü bilhassa saklı tutanların anlaması ise hiç mümkün değildir. Onların derdi zaten anlamak da değildir. Anlamak için, nefsin etrafında pervane olmaktan sıyrılmak, egoizmin öldürücü ağından kurtulmak, önyargı, menfaat düşüncesi, gelecek endişesi, kin, nefret, düşmanlık gibi çukurlardan çıkmak gerekir. Bu çukurlardan çıkmadıkça, hizmetlerinin başlangıç noktası olan ülkesinde giydiği kazağı memleket kokusu gitmemesi için yıllardır yıkatmadan gurbette saklayan bir insan anlaşılamaz. Yaşadığı ülkenin insanlarına o ülkeyi çok görenler, vatanının dört bir tarafından gelen toprakları bir müzede toplayıp onları seyreden insanı anlayamazlar.
Kendisine soruların sorulduğu bir akşam sohbetini, gözleri dolu dolu şu sözleriyle noktalamıştı: “Ben bu millet için değil yetmiş yıl, yüz elli yıl bile yaşarım!..” Ve dayanamayarak, kalkıp odasına girmişti. Kim bilir içerde, o ızdırapla dolmuş bulutlardan merhamet dolu ne gözyaşları yağmıştır.
Burada şöyle bir soru akla gelebilir: Milletine bu kadar sevdalanmış, her türlü riski göze alarak mukaddes topraklardan dönmüş bir insan şimdi neden vatanına gelmiyor?. Bu sevdayı neyle bastırıyor ve nasıl dayanıyor? Bu soru da Hocaefendi'yi ağlatacak bir sorudur. Evet, o zaman milleti için dönmüştü şimdi ise yine milleti için dönmüyor. Zira o dönemde sevgiyle millete sunulan hizmetlerin bir zarar görmeyeceği kanaati vardı. Şimdi ise komplo teorilerinin yapıldığını görüyor, kendisi üzerinden milletinin yıpranacağına kanaat getiriyor ve aşk derecesindeki millet sevdasını bağrına gömüyor. Gömüyor ve kendine rağmen, hislerine rağmen gurbet yudumlamaya devam ediyor.