Arama

Hikayeler ve Öyküler -2- - Tek Mesaj #942

jöly - avatarı
jöly
Ziyaretçi
23 Mayıs 2007       Mesaj #942
jöly - avatarı
Ziyaretçi
BİR UMUTLA GÜLÜMSEYEBİLMEK,
Kasaba Ağrı Dağı’nın eteğindeydi. Anızlı tarlaları çok, ağacı ve yeşilliği azdı. Sanki her yanı sarıya kesmişti. Kim bilir, nice yiğitlere ve güzellere mekan olmuştu, bu kasaba... Araziye düzensizce dağılmış, kil damlı, yığma taş ve ker*** örülü evler, bir doğal çıkıntıymışçasına yükseliyordu topraktan. Kendimi, çağlar öncesine ışınlanmış gibi hissettim birden. Mavi gökyüzünün, çöl kumunun sarısını andıran anızlı tarlalarla kesiştiği ufuk çizgisine bakarken; “Başa gelen çekilir” kaderciliğine sığınırken yüreğime, bir dinginlik çöktü birden. Nermin Abla’mın şaşkınlığı, bir karış açık ağzında; hüznü ise, kahverengi gözlerinde donmuş, sesi soluğu kesilmişti. Bakışlarını bir ara, kirli, renksiz, saydam camdan dışarı çevirdi. Duvarları, siyah, kahveregi yuvarlak tezeklerle dolu bir kaç eve baktı. Sonra kendi kendine söylenir gibi,
- Biz de, böyle evlerde mi oturacağız, diye mırıldandı.
Derin bir uykudan uyanmış gibi süzgün Tekin Ağabeyim, onun söylediklerini duymuştu. Canlı ve cesur görünmeye çalışarak, parmaklarını onun terli saçları arasından geçirirken,
- Fena mı işte! Şu şato gibi görünen ağanın evinin dibindeki(!); iki evin birinde, biz oturacağız diyerek onu teselli etmeye çalıştı.
Daha söyleyecekleri bitmemiş gibi sağ elini ileri uzattı. Görünen, kil damlı, toprak evleri sıvazlar gibi elini boşlukta gezdirerek,
- Burada yaşayanlar da insan! Kafamızı sokacak bir dört duvar arası bulduk ya, kasaba nasıl olursa olsun fark etmez derken, sesi buruktu.
Bu sözler, beni etkilemişti. Sanki halimize, şükretmem gerekirmiş gibi hissettim kendimi. Duyduklarıma bir anlam verebilmek için başımı, ön cama yaklaştırarak göz alabildiğince uzayan yoksul çıplaklığa sessizce baktım.
Konuşmak istedim; ama o anda kendimi, bir hiçliğin içine düşmüş gibi hissettim. Kekemeliğimin baskısı altında zorlanırken, dilim dolandı, daha çok içime kapandım ve konuşmak içimden gelmedi. Aslında üçümüzde heyecanımızı yitirmiş gibi, şaşkın ve sessizdik...
Belki de, beyni ve yüreği rahat tek insan şöfordu. Kamyonu, çakır çukur yolda hoplata zıplata sürüyordu. Bir ara bunalmış gibi ‘of’ladı. Sanki, bir içsel huzura kavuşmak istiyormuş gibi dudakları, kıpır kıpırdı... Kırçıllaşmış saçlarından sızan ter, kil rengindeki tozlu boynunda izler bırakarak bedenindeki soluk, koyu kırmızı işliğinin altında kayboluyordu. Kenarları yağ bağlamış, kalıbı yamulmuş şapkasını, başından çıkartarak dizleri üzerine koydu. İnce uzun parmaklı eliyle tarak yüzü görmemiş, kırçıllı siyah saçlı başını kaşıdı. Islak elini bir ileri bir geri sürdüğü, rengi atmış, siyah, geniş şalvarına sildi. Arada bir bizi yan gözle süzerken; bizim düş kırıklığına uğramış halimize, bıyık altından güler gibiydi. Bir ara aklına bir şey gelmiş gibi merakla başını bizden yana çevirerek ağabeyime,
- Birbirinize, ne kadar çok benziyosunuz örtmen bey, siz gardaş mısınız, diye sordu
Ağabeyimin duru beyaz yüzü, çölde vaha görmüş gibi aydınlandı birden. Görünürde onu, gülümsetecek bir şey yoktu. Ama şöforun lafı üzerine,“Gurbet ellerde sefil kalmayasın, kardeşlerin sana can yoldaşı olurlar oğlum”diyen Baş öğretmen babamın, sözü aklına gelmiş olmalı ki,
- Evet kardeşiz! Kardeşlerimde bana can yoldaşı olacaklar diyerek, ilk kez gülümsedi.
- Allah bağışlasın örtmen bey, daha çok gençsin!
Birden tozlu yolun sol yanına doğru elini uzatan şöfor,
- Okulun, aha şu gaymakamlığın yanındaki, uzun, iki katlı bina diyerek sustu.
İlerideki yapı, çatısı olan bir kaç tane binadan birisiydi. Camı ve çerçeveli binanın, çatısı oluklu, çinko kaplı; duvarları, beyaz badanalıydı. Şöfor fazla suskun kalamadı. Söyleceklerini bir çırpıda bitirmek istermiş konuşmasını sürdürdü:
- Aha şu evlerden birisi de, oturacağınız ev örtmen bey! Selo Ağa’nın, gomşusu oldunuz artık diyerek gözüyle, sağ yanda çatısı kiremitli bir evi çevreleyen, yan yana iki damı gösterdi.
Siyah gür kaşları altındaki, siyah gözlerini bize dikerek konuşmaya devam etti:
- Aklınızda olsun, buralarda bana ‘Gamyoncu Seyfo’ derler! Ben her hafta Cuma günü, uğrarım buraya. Eğer Karaköse’den (Ağrı) bi isteğiniz olursa, bana söyleyin yeter dedi.
Evimize gelmiştik artık. Kamyonu, duvarları tezekli, iki ker*** evin önünde, hırıltılı bir sesle durdurdu. İkisi kadın, biri erkek, damın bitişiğindeki çamur sıvalı set üzerinde üç kişi oturuyordu. Yaşlı, esmer tenli ve uzun boylu kadın, ağır aksak bir yürüyüşle yanımıza yaklaşırken,
- Hoş geldiniz, dedi.
Setin üzerine, ağırbaşlı, tutuk bir halde oturduk. Alışık olmadığımız, kurumaya yüz tutmuş tezeklerin kokusu, harman yerlerindeki saman kokusunu bastırıyordu. Hoşlarına gitmiş olmalı ki bir ara; toz, toprak içindeki, yüz ve saçlarımızın griye dönüşmüş haline güldüler. Ailesini tanıtmak, aklına yeni gelmiş gibi bir devinimle,
- Bana, Hatice Ana derler! Oturacağınız evin sahibesiyim dedi.
Yaşlı ama diri bedenine bir yarım dönüş yaptırarak, sette oturan kocasını ve elleri önüne bağlı ayakta duran kızını tanıttı. Sonra, derin bir nefesle göğsünü şişirdi. Sigarasından derin bir nefes daha çektiğinde dumanını, büzüştürdüğü, patlıcan moru dudaklarının arasından havaya savurdu. Esmer ve kırış kırış yüzünü bir tül gibi saran duman, tatlı kıvrımlarla havaya yumaşacıkça yayıldı. Nikotinden, ağzındaki bir kaç dişi sapsarı olmuştu. Ama bu durum onun, umurunda bile değildi. Hiç kimseye söz hakkı vermek istemiyormuş gibi hızlı konuşuyordu. Zaten zor anlaşılan konuşmasının anlaşılmasını daha da zorlaştırıyordu. Havadan sudan, uzunca konuşmasından sonra sözlerine, olabildiğince bir içtenlik katmaya çalışarak,
- Bundan böyle siz de, benim çocuklarım olacaksınız, dedi.
- Sağol Hatice Ana !!
- Evimiz, sizin bildiğiniz evlerden değil ama, alışırsınız.
- Önemli değil Hatice Ana !!
Her şeye alışıkmış gibi rahat olan ağabeyimin, dalgalı, kumral saçları alnına düşmüştü. Hatice Ana’nın uzattığı birinci sigarası paketinden bir tane çekti. Kocası Sıhhıyeci Mahir Bey, sigara içmiyordu ama cebinden çıkardığı, gazlı ve fitilli muhtar çakmağıyla onların sigaralarını yaktı. Karısının çok konuşkan haline alışmış gibi, pek söze de karışmıyordu. O sadece, güler yüzlü, kumral saçlı, çok genç yaşta öğretmen olmuş küçük kasabasının öğretmenine hayranlıkla bakıyordu. Bir ara, meraklı bir ses tonuyla,
- Oğlum, daha çok gençsin! Sen kaç yaşındasın, diye sordu.
- Ondokuz yaşımdayım.
- Maşallah, Maşallah!! Allah, anana babana bağışlasın, dedi ve sustu.
Hatice Ana’ın gözleri, benim üzerimde bir ışıldak gibi dolanıp duruyordu. Yüzümde, bilmediği bir şeyi arar gibiydi. Ancak bakışlarında, bir endişe vardı. Bir ara beni, şalvarlı, uzun, ince bacakları üzerine oturttu. Az gülen esmer, sert hatlı yüzüne tüm sevecenliğini katarak bana,
- Senin adın neydi kurban, bi daha söyle!
- Si-si-sinan Ha-ha-ti-tice A-ana!
- Kurban olam sana koçum! Göreceksin bak, göreceksin! Seni ben nasıl konuşturacağım diyerek beni, sıkıca bağrına bastırdı.
Kollarının arasında neredeyse, bir cenderedeymiş gibi yamyassı olmuştum. Boynunun iki yanından uzayan şah damarı, denizdeki bir olta misinası gibi titriyordu. Esmer yüzünü aydınlatan beyaz yazmasının altındaki zeytin karası gözlerine bakarak ona, bir şeyler anlatmak istedim. Ama o bana konuşma fırsatı vermeden kızına, ince ve keskin sesiyle,
- Şükran, benim koçuma yiyecek bir şeyler getir, diye bağırdı.
Karnım çok acıkmıştı ve gözlerim kapıdaydı sürekli. Fazla olmayan bir zaman diliminde elindeki tepsiyle birlikte Şükran sonunda, tüm güzelliğiyle kapıda göründü. Düz kumral saçlı, yeşil gözlü Şükran, balık etinde, ablamın yaşlarında güzel bir kızdı. Annesi gibi esmer değildi. Ten rengi, annesiyle babasının ortalamasıydı. Üzerinde, peynir, bal ve tandır ekmeği bulunan bir tepsiyle karşımda durdu. Şaşkındım, ona gülümsemeye çalıştım. Ama söyleyeceğim varsa da, dilimin dönmeyeceğinin utancıyla sustum.
Öğlene doğru eve yerleşmemiz bitti. İş artık yerini, giderek koyulaşan bir söyleşiye bırakmıştı. Ben yine, Hatice Ana’nın kucağındaydım ve bir şeyler söylemek, avaz avaz bağırmak istiyordum. Ne zaman bir şey söylemek için ağzımı açsam, kekemeliğe dönüşmüş dilimin tutukluğu aklıma geliyordu. Güçsüz ve umarsızca sadece, konuşulanları dinlemekle yetinebiliyordum. Bir burgacın kıyısındaydım sanki. Çok bunaltmıştım. Sıfır numara tıraşlı, duman rengindeki başımdan aşağı, duru, beyaz yüzüme terler boşaldı. Her yanımı ter içindeydi. Dilim, damağım kurudu. Ama beni hiç kucağından indirmeyen Hatice Ana’dan yansılanan bir umutla, ancak ona gülümseyebilmenin rahatlığı ile devinip durdum sadece.
ERGİN BİNGÖL.