Dost Eli
Adanın içlerine doğru ilerledikçe cennette olduğunu düşünmeye başlamıştı. El değmemiş, vahşi doğa karşısında hayrete düştü. 'Şu tepede bir evim olsa' diye iç geçirdi. Birbirinden farklı çiçekler, tavşanlar, kelebekler, dağ çilekleriyle birlikte uyum içinde yaşıyorlardı.
Keyifle mavi sulara bıraktı, oltasını. Islık çalarak şarkı söylüyor, dün yaşadıklarını unutmaya çalışıyordu. Alev gibi sarıyordu her yanını terkedilmişlik...Aniden bardaktan boşanırcasına yağan şiddetli yağmura hazırlıksız yakalanmıştı.Sığınacak köşe bucak ararken, beline kadar suya gömüldü.Tam o sırada, vücuduna dolanmış simsiyah yılanı gördü. Nefesi kesilmişti, çok korktu. Ancak; sessiz olması gerektiğini düşündü. Paniğe kapılmamalıydı. Usulca yılanın kuyruğundan tuttu ve olabildiğince uzağa fırlattı. Hiçbir şeyden korkmayan genç adam, korkuya yenik düştü. Bacakları bedeninden ayrılacakmış gibiydi. Sararan benzinin farkında bile değildi.Korkunun ne olduğunu bilmezken,yaşadığı aksiliklerle korkmayı da öğrenmişti.
Yağmurun hızı, giderek artıyordu. Şiddetli sulara karşı koyamayınca, köpüren dalgalara gömülmeye başladı.Boğulmak üzereydi. Daha dün intiharı düşünmüş, şimdi ise yaşama karşı mücadele ediyordu ama gücü yetmedi.Belki de karşısına çıkan bir fırsattı. Sonsuza kadar ezik yaşamaktansa, onuruyla ölecekti.Gözlerini kapadı.Teslim olmak üzereydi, her şey bitmişti artık. Böyle düşünürken, omuzlarında bir el hissetti. Ejderhanın yüreği kadar güçlüydü eller. Şaşkınlık içindeydi, suyun içinden çıkarıldığında..Gökyüzünü tırmalayan yağmur da dinmişti.
Ölümün taklidi gibiydi uyku. Saklı bir şaşkınlıkla sarsıldı. Yaşlı adamın kolları arasında, yarı uykulu ama yaşıyordu.' Geçmiş olsun' diyen yaşlı adamın sesi, adeta rüzgarda titreşiyordu.
Yağmurla renklenen deniz yansımaları, güneş ışığının gelişi ile uzaklaştı. Yerler çamur içinde ve yapış yapıştı. Neredeydi, ne kadar uyumuştu? Uyandığında, yaşlı adamın ışıldayan gözleriyle karşılaştı. Garip, buruk bir sevinç kapladı içini.
Yaşıyordu. Hüzün denizinde yaşama tutkusuyla savaşırken, umut kapıları açılmıştı önünde. Geçmişinden, üzüntülerinden, hatta hayallerinden bile sıyrılıp, gerçeklerle yüzleşmeye başlamıştı bile.
Küçük bir kulübedeydi. Tıpkı hayal ettiği gibi.Bahçedeki kamelyanın altında; küçük bir masa ve kırık dökük birkaç sandalye vardı. Yaşlı adamın karısının getirdiği çayları yudumlarken etrafı seyre daldı.Tepedeki, düzgün biçilmiş tahta gibi yükselen ormana dikti gözlerini, gülümseyerek..Kendine benzetti, ormanın yalnızlığını...Gölgesinde oturdukları devasa çınardan kuş sesleri geliyordu. Yaşlı adam; yılların suskunluğunu aşarcasına hiç durmadan konuşuyordu. Neslinin tükenmekte olduğu yalıçapkınlarını, örümcekkuşunu, dağ keçilerini...Konuşmayı özlemişçesine anlatıyordu. Bir süre sonra kalktılar, çevreyi gezdiler.Mağara oyuklarında yankılanan sesleriyle eğlendiler. Birlikte ıslık çalıp, türküler söylediler.
Boşluğu çiğnerken, yaşamayı öğrenmişti. İçinde oluşan umut filizlerini yeşertme çabasıyla çırpınan bu iki ihtiyardan utandı. Verdikleri yaşam mücadelesi karşısında hayrete düşmüştü. Ama iki dost kazandı. Çamura batmış birine uzanan dost elleri sevgiyle öptü.Sanki iki yıldız vardı, yaşlı dostlarının gözlerinde.Birkaç saat öncesini düşündü. Çökmüştü, kanadı düşmüş kuş gibiydi.Artık, yeşil bakıyordu dünyaya. Yeşil gözleriyle..
Yaşlı kadının gözleri ıslaktı, ayrılırken. Bir daha hiç görüşmeyeceklermiş gibi. Oysa; her hafta sonu onlara koştu. Uçarak, hayat dolu, umutla.
Ve.. sonsuza kadar süren bir dostluğun temeli atılmıştı.Uzanan dost ellerin ardından..
Suna Doğanay