Arama


Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
12 Ekim 2005       Mesaj #18
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Bölüm - 1 -

Mehmet, çocukların cıvıltısını işittiğinde yorgunluğu uçtu , gitti... Bütün gün çapa sallamaktan bükülü kalmış belini kütürdetti, hâlâ çalışabildiğine şükretti. Evin hayatında oturan çocukların etrafında dönen, mutfağa girip çıkan kızını gördüğünde bir ince tel yaktı bağrını sanki...
Bir yandan, kızının bir türlü sevemeden, ısınamadan evlendiğini düşünüp kapkara hayıflandı, bir yandan, cephede ölen damadını düşünüp kendini ayıpladı... Sevmiyordu kocasını Zehra, bilirdi ama... Ne de olsa askerdi adamcağız...
Gene çocuklara baktı uzun uzun... Ne bileceklerdi Cihan Harbi’ni, kıtlığı, Almanları, Stalingrad’ı? “İyi ki de bilmiyorlar... Bilseler n’olacak, şuncacık canlar?”
Karısı öleli çok olmuştu. Küçük oğlu muhtar, hayatta onunla oynayan iki torunundan birkaç yaş büyüktü ancak... Şimdi büyük kızı Zehra analık ediyordu kardeşine de... “Ah kızım... Kadersiz kızım... Ömrüm yetse de görsem şunları baş göz ettiğini...”
Elini yüzünü yıkamak için hayatın altındaki tulumbaya seyirtti. Çocuklar kendini hâlâ görmemişlerdi, heyecanla konuşuyorlardı:
İçlerinde en küçüğü Mikâil sesini askerlerinki gibi kalın çıkarmaya çalışarak:
- Büyüyünce Yuri Konstantinov gibi bir asker olmak isterdim...
Ablası Efruze, sözünü kesti:
- N’olacak ki asker olunca?
Mikâil hiç istifini bozmadan:
- Ne mi olacak? Bilmiyor musun ? O kahramanın boyu üç metre... Alman panzerlerini ayaklarının altında çiğniyormuş... Hem komsomolun başkanı diyor ki Almanlara karşı savaşan bütün Kızılordu askerleri dev gibiymiş...
Mehmet bıyık altından güldü, gençlik merkezine asılı kalmış propaganda afişi anlaşılan, istenenden daha etkili oluyordu, özellikle çocuklar üzerinde.
Onlarla hemen hemen akran olan dayıları Muhtar güldü:
- Hadi canım sen de!... Sefer Müellim’in oğlu Hüseyin de Almanlarla savaştı ama boyu benim kadar...
Mikâil’i yıldırmak mümkün değildi:
- O bir kere aşçı! O sayılmaz... Hem biliyor musunuz? Askerlere toz şeker veriyorlarmış...
Mehmet bunu işitince gene gülümsedi: “Keratanın derdi anlaşıldı... Dur bakalım daha neler yumurtlayacak?”
- O zaman var ya... Öf be! Ekmeğimi o şekere batırır, batırır yerdim...
Muhtar atıldı:
- Toz şekeri kim kaybetmiş de sen bulacaksın akıllım?


BİR ÇUVAL PANCAR 2
Hepsi, bir kaşık kar gibi beyaz şekerin dillerinde nasıl eriyeceğini hayal ederek bir müddet sustu. Bu suskunluk Mehmet’in yüreğine oturdu. Gözünün kıyısında beliren nemi hoyratça sildi.
Efruze , tek örgülü saçını savurarak:
- Siz daha düşünün durun bakalım... Been... Büyüyünce...
Muhtar, lafı uzatmasına kızarak:
- Ee? Sen ne olacaksın büyüyünce? “Kahraman Ana mı?”
Mikâille birlikte epey güldüler, Efruze’yi on çocukla çevrelenmiş halde düşününce. Gerçi Nahçıvanda beşten az çocuğu olan pek az aileden biriydi onlarınki.
- Pisler! Dedeme söyleyeceğim sizi! Konuşmuyorum işte, konuşmayacağım!
Sırtını çocuklara döndü, oturdu.
İçerden Zehra’nın sesi geldi:
- Oğlanlar! Üzmeyin ******zı!
Oğlanlar birbirlerine hınzırca gülümsedi:
- Ay kız! Ay bacım... Gel de görüm... Gaş gabak dökme hele... Sen bizim birce bacımızsın “da!” Küslük olmaz hele...
- O zaman ben de konuşacağım siz gibi...
- Konuş bacım, “ konuşma” mı dedik? Dinliyoruz hele...
- Bak, dinlemezseniz küserim ama...
- “Dinliyoruz” dedik ya uzun etme sen de...
- Tamam... Ben büyüyünce Anna Mihailova gibi bir halk artisti olacağım...
Muhtar dayanamadı:
-Nasıl olacaksın Efruze “Hanım”?
- Bir kere Bakü’ye gidip konservatuvarda okuyacağım...
Mikâil atıldı:
- Buradan Hankenti’ne, izinsiz gidilmiyor, sen Bakü’ye nasıl gideceksin?
- Ben giderim bir kere... Aliye hocanım beni müsamerede oynattı... Çok kaabiliyetliymişim...
- Ee? Diyelim ki halk artisti oldun, sonra?
- Sonra mı? Ne bileyim?... Önce bir kürk alırdım kendime, Kazan’dan, bir de anneme alırdım, hakiki tilki... Anna gibi yürürdüm, o bir kuğu gibidir... Boynu ince ve beyazdır, narindir... Herkes etrafımda pervane olurdu... Hem sonra... Bol bol çikolata alırdım... Hımmm... Moskova’dan gelirken kolhoz müdürünün karısının getirdiklerinden... O zaman... Arabamız da olurdu, halamlara giderken ayağımız üşümezdi, çamur da olmazdı....
Oğlanlar ağızları bir karış açık bilmiş kızı dinliyordu. Mikâil, “çikolata” sözünü işitince, ağzını şapırdatmış, ağzının kenarında biriken salyasını, gömleğinin koluyla silmişti.



Bölüm - 2 -

Mehmet, Efruze’nin hayal gücüne hayran kalmıştı... Bir an neredeyse Moskova metrosunda seyahat ediyormuş gibi bile hissetmişti. Şu kız ne akıllıydı... Bir gün muhakkak sanatçı olacaktı, bütün Nahçıvan onunla gurur duyacaktı. Sonra... Kolhoz müdürünün karısı Semahat aklına geldi, kızdı ona. “ Yahu çoluk, çocuğun yanında yapılacak iş mi şunun yaptığı? Aklı sıra millete nispet yapacak... Millet yiyecek ekmeği bulamıyor, şuncacık bebeleri imrendirmenin ne âlemi vardı?”
Muhtar, bahçedeki kayısı ağaçlarına dalıp gitmişti. Bahçedeki kayısını dalında, bir salıncak kurmuştu annesi... Saçları uzun, kara, ince elli annesi... Gülüşü ıpılıktı... Gülüşü kaybolmuştu ama şimdi... Hiç gelmeyecekti... Zehir gibi bıçak gibi boğazına saplandı... Zorlandı... Yutkundu.. Ağlayacak gibi oldu, o da babası gibi gözyaşını hoyratça sildi.
Sonra bir daha yutkunup suskunluğunu bozdu. Diğerleri, gözleri yerde, konuşmasını bekliyordu...
- Ben... Ne bileyim?.. Petrolcülerle çalışmak isterdim herhalde...
Efruze burun büktü:
- Amaan! Ne yapacaksın petrol çıkartıp? Elin, yüzün kapkara olurdu her gün...
Mikâil gene ağzını şapırdatarak sordu:
- Peki... Petrolcü olsaydın ne yemek isterdin? Petrocüler çok mu kazanır ki Muhtar?
- Çok, az... Ne fark eder? Eğer param olsaydı... Bakü’de sahilde oturur çay içerdim...
Mikâil yalvarır gibi:
- Bize de ısmarlar mıydın ha? N’olur, n’olur...
Muhtar, içlerinde en büyük olmanın gururuyla güldü, Mikâil’in başını okşadı
- Ismarlamaz mıyım hiç?..
- Yaşaaa! Sonra?... Sonra n’apardın? Ne yerdin?
- Ah! Ne yapardım biliyor musunuz? Şöyle bir çuval pancar alırdım, anneme verirdim...
Sözü gene yarım kaldı... Bir daha yutkundu...
- Şey... Ablama verirdim... Kaynatırdı hepsini... Sonra...
Muhtar’ı ağzının içine düşecekmiş gibi dinleyen Mikâil, gene ağzının kenarını koluyla silerek:
- Sonra, sonra?...
- Mmmm... Şöyle ince ince doğrardı onları... Bir tarafından bakınca, öbür tarafını görürdük, yumuşacık olurlardı. Ne güzel kokardı ama... Allah be!
Ona hayran hayran bakan yeğeni Mikâil de onu taklit etti:
- Allah be!
Hepsini bir gülme tuttu:
BİR ÇUVAL PANCAR 4
Muhtarın bağrı, oğlunun öksüzlüğüyle bir daha yandı. Çocukların kahkahalarını işitince biraz olsun ferahladı. “Çocuk değil mi işte... Neye olsa sevinirler. Ah Muhtar’ım... İstediğin de bir şey olsa...” Elini, yüzünü kurulamak için cebinde mendilini ararken, eline gelen şey yüzünü güldürdü.
Alelacele yerinden kalktı. Zehra telâşını görünce seslendi:
- Baba hayırdır? Nereye bu saattte?
- Bir yere değil kızım... Şimdi döneceğim...
Zehra bir müddet ardınca baktı...
Mutfakta daldığı işten, bahçe kapısının gıcırtısıyla sıyrıldı.
- Kim o?
Mehmet, elini dudaklarına götürerek kızına susmasını işaret etti. Zehra, babasının, sırtındaki çuvalı mutfağa taşıdı. Annesinin taşıdığı çuvalı fark eden Mikâil, usulca mutfağa süzüldü... Çuvalı açıp baktığında gözleri fal taşı gibi açıldı... Bağırmak üzereyken annesi içeri girdi, o da eliyle susmasını işaret etti...
....
Kahkahaları bahçe duvarlarından taşan çocuklar, o gece, damaklarında, içinden ışık geçen o nefis şeyin tadıyla uykuya daldıklarında, Mehmet, ışıkları söndürüp bir sigara yaktı.