AZİZ MAHMUT HÜDÂYİ HAZRETLERİ
BUZLARI KAYNATAN AŞK
Hüdâyi Hazretleri, tasavvuf denizine dalmış, vahdetin halis ırmaklarından gönül kovasını doldurmuştu. Mürşidi Üfdâde Hazretlerini Allah kapılarına ulaştıran bir güneş olarak görünüyor ve onun eteğine öyle sarılıyordu. Ona öyle candan hizmet ediyordu ki; sanki başını onun yolunda ayak yapmıştı.
Bursa'da derin ve şiddetli bir kış hüküm sürüyordu. Mevsim, kara kış denilen mevsimdi. Evlerin saçakları, buzların billur avizeleriyle dopdoluydu.
Hüdâyi, bir sabah gözlerini açtı ki; mürşidinin abdest vakti gelmiş, yüce mürşid halvetten çıkmış, o hâlâ abdest suyunu ısıtmaya vakit bulamamıştı. Ateş yakacak zaman da yoktu. Neredeyse mürşidi kendisine seslenecekti. Pürtelaş, bakır ibriği kaptı. Kaptı ama ibrik sanki buz kesmişti. Telaştan ne yapacağını şaşırmış bir halde, buz kesmiş ibriği kalbinin üstüne koydu ve sıkıca sarıldı, Rabbine sığındı. Üftâde Hazretleri, ağır ağır merdivenin basamaklarından iniyordu. Kucağında ibrikle Hüdâyi'yi gördü.
-Dök bakalım suyu evlâdım.
diye buyurdu.
Hüdâyi, mürşidinin eline soğuk suyu nasıl dökecekti? Lâkin emri yerine getirmek gerekti. Çekinerek ve utanarak üstadının mübarek eline su dökmeye koyuldu. Üftâde Hazretleri, her zamanki gibi abdestini alıyordu. Döktüğü suyun sanki kaynamış gibi soğuk havayla karşılaşınca, hafif bir duman çıkardığını gören Hüdâyi, şakınlık içerisinde bakarken üstadı:
-Aziz'im, bu su, odun ateşiyle ısınmış suya benzemiyor. Aşkının ateşi, elimizi yaktı.
-Ey Rabbim! Bu Hüdâyi, bana çok güzel hizmet ediyor, ona da padişahlar hizmet etsin!…diye dua etti....
......
16 yıl kadar sonra, Sultan Ahmed Han bir gece rüyasında; Avusturya Kralı ile güreşe tutuştu. Şiddetli bir boğuşmadan sonra, sırt üstü yere düştü. Kral, göğsünün üzerine çıkıp oturdu.
Bu rüyanın tesiriyle uyanan Sultan, derhal tabiri için bir Allah dostu aramaya koyuldu. İşte o dem, veziri kendisine Aziz Mahmud Hüdâyi Hazretleri'nden bahsetti. Sultan, rüyasını kendi eliyle yazdı ve itimada şayan bir adamıyla, Üsküdar'daki dergâha gönderdi.
Hüdâyi Hazretleri ise Allahû Tealâ'nın bildirmesiyle rüyadan haberdardı. Önceden tabirini yapıp, aynı itinayla bir mektup şeklinde Sultan'a göndermek için hazırlamıştı. Padişahın adamı, kapıyı çalınca hiçbir sual etmeden:
- Al, sorularının cevabı burada.
dedi.
Sultan, mektubu defalarca okudu.
- En kuvvetli dayanak topraktır, insanın en kuvvetli uzvu da sırtıdır. Sırtınız toprakla birleşerek, güç üstüne güç kazanıyor. Bu ise, yüce İslâm'ın küffara galebesi demektir. İşte rüyanın içindeki gerçek ! Allah kılıcınızı keskin etsin...
Böylece Sultan, ezelde kendisi için tayin edilen mürşidiyle tanışmıştı ve ömür nefeslerinin incilerini, O'nun yanında, O'na karşı hürmetlerin en güzelini göstererek tüketiyordu.
Hüdâyi Hazretleri, elli yaşlarını geride bırakmışlardı. Bir gün, Osmanlı Hünkarı at üstünde, Üsküdar çarşısında geziniyordu. O an yol güneşi, gönüllere gaybî inciler saçan sultanı Hüdâyi Hazretleriyle karşılaştı, hemen atından indi ve hürmetlerin en güzeliyle mürşidine atına binmesini rica etti. Bir süre sonra, Hüdâyi Hazretleri at üstünde, Osmanlı İmparatorluğu'nun yüce hakanı ise yaya olarak yürüyorlardı. Bir müddet gittikten sonra:
- Ey devletlü Sultanım, yanımda yaya olarak yürümenizi asla istemem. Ne var ki, şeyhimin emri yerini bulsun diye bindim.
dedi ve böylece mürşidinin senelerce önce söylediği sözü vuku bulmuş oldu.
Mürşidine hürmetlerin en güzelini gösteren Osmanlı sultanları, Osmanlı'yı Nizam'ul Âlem yapanlardı. Onlar, koskoca bir imparatorluğu yönetirken, Allah'ın en sevgililerin yardımı doğrultusunda yönetmişlerdi ve işte koskoca bir imparatorluğun temellerini bu şekilde sağlamlaştırmışlardı.
OSMAN BEDRETTİN HAZRETLERİ
Erzurum, Rusların hücumuna uğramıştı. 8 kasım 1877'de vuku bulan bu savaş, tarihte 93 harbi adıyla bilinir. Aziziye tabyalarının düşmesi üzerine Erzurum halkı yediden yetmişe silahlanıp, düşmana karşı kahramanca bir müdafaa yapma hazırlığı içindeydi. 8 kasım 1877 gecesi Erzurum mahallelerinde gümbür gümbür davullar çalınarak halk cihat için uyandırıldı. Tanyeri ağarmadan önce halk kalkıp; balta, dehre, sopa ne bulduysa eline alıp hazırlandı.
Tanyeri ağarırken, Ayaz Paşa Camii şerifi minaresinden sabah ezanı okunmaya başladı. Bu ezanı Osman Bedrettin Hazretleri okuyordu. Ezan ihlas ve sadakatla öyle okunuyordu ki Erzurumun dağı-taşı, deresi, tepesi, yamaçları, ağaçları sanki dile gelmiş, ezanı tekrar ediyordu. Ezan sesi dalga dalga yayılıyor, ufukları aşıyordu. Bu ezan halka bambaşka bir şevk ve cesaret vermişti. Okuyanda bir başka hal vardı. Bu arada mehter de çalınmaya başladı. Erzurum halkı büyük bir heyecan ve cesaretle Allah Allah nidalarıyla, Aziziye tabyalarını işgal etmiş olan moskofların üzerine hücum etti. Ilk hücumda moskof dağılmaya başladı. Erzurumlu Miralay Bahri Bey, halkı gazaya teşvik için haykırıyor; "urun kardaşlarım, dadaşlarım urun" diyordu. Erzurum halkı bir çırpıda Aziziye tabyalarını Ruslardan boşalttılar.
Gazi Ahmed Muhtar Paşa, halkı bu derece heyecana getirerek Ezanı Muhammediyi kimin okuduğunu öğrenmek istedi. Bulunması için yaverlerine emretti. Etrafa dağılan yaverler ve çavuşlar ezanı okuyan zatı arayıp buldular. Bu zat, Erzurumun Abdurrahman Ağa mahallesinde Hoca Selman Sukuti Efendi'nin oğlu Hafız Osman Bedrettin idi. Bu husus Gazi Ahmet Muhtar Paşa'ya arz edilirken, orada bulunan cephe kumandanı Kurt Ismail Paşa onun ismini duyar duymaz ileri çıkıp heyecenla Paşanın yanına yaklaştı ve şöyle dedi: "Paşam, ezanı okuyan zatı tanıdım. Erzurumlu Miralay Fahri Bey'in kumandasında, heybetli, vakarlı, temkinli hareketleriyle ve bilhassa düşmana taşla hücumu dikkatimi çekmişti. Elinde silah yoktu. Düşmanı taşla kovalıyordu. Attığı taş mutlaka hedefine ulaşıyor ve bir düşman askerini öldürüyordu. Onun taş atması, düşmanı bir bir yıkması şaşılacak bir hal idi. Çok dikkatli seyrediyordum bu zatta manevi bir hal var diye düşünüyordum. Bu sırada kulağıma gazaya katılan iki Erzurumlu kadının konuşmaları geldi. Nene Abla adında bir kadın şöyle diyordu: "hatice bacı, bak görüyormusun? Selman efendi'nin oğlu Hafız Osman Bedrettin Efendi düşmana taş atarken ikinci bir taşı atmak için yere eğilip almasına lüzum kalmıyor! Taş kendiliğinden eline yükseliyor o da atıyor." Ben bu sözü duyunca bu sefer daha dikkatli baktım. Söylenen gerçekten doğruydu; hadiseyi gözümle gördüm. O, yere eğilmeden taş eline geliyor, alıp atınca bir düşmanı yıkıyordu. Bu kahramanın veli bir zat olduğunu anladım ve kerametini gözlerimle gördüm."
Gazi Ahmet Muhtar Paşa bu sözleri dinledikten sonra sevinç ve heyecanla; " Bre Paşa kardaş niçün demezsinizki bu cenkte üçler, yediler, kırklar, erenler bizimle beraberlermiş. Elhamdülillah bu, Rabbimin bize bir ihsanıdır" dedi. Bunun üzerine Kurt Ismail Paşa şöyle ilave etti. "Şu anda o şehit düşen kumandanı kahraman miralay Bahri Bey'in başındadır" Bundan sonra daha çok tanınıp sevilen Hafız Osman Bedrettin Hazretleri 28.alayın 3. taburu imamlığına tayin edildi. Ve artık "İmam Efendi" diye tanındı.
İşte Allah dostları ve onların elinde yükselen, yücelen Osmanlı ordusu…
SÜMBÜL EFENDİ HAZRETLERİ
Sümbül Sinan ile cihangir padişah Yavuz Selim Han arasında geçen bir hadise vardır ki, efsane çapında güzel. Çirkinleri güzelleştiren, dikenleri güller haline getiren etrafta ıtırlar ve miskler saçan bu veli kullar Osmanlı'nın batmaz güneşleridir onlar…
Yıl 1512… Alem padişahı Yavuz Sultan Selim vezir vüzerasını, paşasını, kumandanını, alimini, ulemasını yanına alıp Bursa istikametinde yola revan oldu. Bursa'da aziz cedlerinin kabirlerini ziyaret edecekti. Yeşil Bursa'ya şanlar şereflerle girdi. O sırada Koca Mustafa Paşa, küçük vezir sıfatıyle hünkarın yanında bulunuyordu.
Türbeleri bir bir ziyarete başladılar. Ziyaret sırası talihsiz Cem Sultan'a gelmişti. Padişah sandukanın başında derin düşüncelere daldı.
Yüreğine sanki zehirli hançerler çakılıp kalmıştı. Amcası Cem'in çileli hayatı gözünün önünde billurlaştı. Basina neler gelmemisti ki, vatan topraklarını terk etmiş, kafirlerin azap diyarında son uykusuna dalmıştı.
Cem Sultan, güzel vatandan, aziz topraktan uzakta, gündüzü olmayan hicran gecelerinde ne acılarla kıvranıp zari zari ağlamıştı. Ne mısralar söylemiş, fakat kimsenin yüreğini yumuşatamamıştı. Nihayet ecel rüzgarı can kandilini söndürmüştü. Ama nasıl söndürüş?
Kuruyan dudaklarına bir damla su verecek kimsesi bile yoktu başında. Firkat şimşeğiyle yana yana vefasız dünyadan ayrılmıştı.
Yavuz Sultan, babasıyla amcasının aralarını bozanın küçük vezir olduğunu düşünüyordu ve O'na haddini bildirmek niyetindeydi.
Yavuz Selim Han'ın yüzünde damar damar gazap belirdi. İstanbul'a döner dönmez kükredi:
_Tiz küçük vezirin camisi yıkılsın. Böyle bir adamın camisi de, imareti de İstanbul'a gerekmez, yerle bir edilsinler.
Yavuz bu, kükreyişi gökleri titreten alem padişahı. Emrine kim karşı koyabilirdi ki….Lakin nedendi bu kadar öfke, başka birşey daha vardı içini yakan kavuran bir arayış, ama kime, nereye…
Kama, kürek, balta alanlar yola koyuldu. Padişahın emriyle Koca Mustafa Paşa Camii'ni yıkmaya gidiyorlardı. Gürül gürül avlu kapısından içeri doldular.
Sümbül Efendi hiçbir şeyden habersiz gibi toprak kazmakla meşguldü. Çapasını bir yana fırlatıp padişahın adamlarının yüzüne sakin sakin baktı ve dedi ki:
_ Hayrola ne istersiniz?
Sanki herkesin dili tutulmuştu. Şu sevimli Şeyhin hitabı ve bakışı gelenleri mecnuna döndürmüştü. Şeyhin mana dolu gözleri insanın ta ciğerine oklar yağdırıyordu. Mümkün müydü ona karşı durulsun? Padişahın adamları da karşı duramadılar ve izleri üzerine geri dönüp dediler ki:
_ Biz o camiye elimizi süremeyiz.
Bu söz, dalgalana dalgalana ta hünkarın huzuruına kadar vardı. Hem de cihanı titreten heybetli hünkarın. İsmi Yavuz'a çıkmış bir padişahın emri yerine getirilmesin. Bu hiç olacak şey mi ki? Ne var ki olanlar oldu, kimsecikler o dergaha kazma vurmaya cesaret edemedi.
Hünkarın yüzünde celal şimşekleri öyle bir çaktı ki, görenler ak çiçekli söğüt dalı gibi titrediler.
Hünkarın gür sesi kubbelerde çınladı:
_ Tiz atımı hazırlayınız, o yeri ben kendim yerle bir edeyim!..
Ve öfkeyle atına atladı, yanına alacakalrını aldı. Rüzgar rüzgar uçarak Sümbül Efendi'nin dergahına vardı. Nazlı Sümbül'ün inciler dolu gönlüne Hakk, ilham yağmurunu yağdırmıştır bile. Sümbül Efendi derhal hırkasını sırtına, tacını başına giydi. Birkaç dervişiyle cami avlusunda beklemeye koyuldu.
Şimşek şimşek gelen hünkar atının nal seslerini duyunca gözlerini kapadı. Yanık gönlünün diliyle:
_ Ya Allah, ya Fettah, ya Cebbar! Diye inledi.
Cihan padişahı Yavuz Selim Han, kapı önünde attan atladı, ok gibi ileriye fırladı. Yüzünde yine alevler oynaşıyordu. Küt küt yürüyerek birkaç adım atmıştı ki, hızı birdenbire kesiliverdi.
Onu, olduğu yerde çivi gibi çakan neydi ki?
Aşıklar ve dervişler niyaz duruşunda, başları yerdeydi. Dervişlerin ortasında ise dergahın şeyhi süt gibi beyaz sakalıyla ve arslan gibi dik başıyla Yavuz'a nazar ediyordu. Öyle bir nazar ki bu Allah'ın nazarıydı. Allah'ın gözlükleriyle bakıyordu Sümbül Sinan…
İnsanın ciğerinin zarına işleyen bu bakışlar, taşların bile sinesindeki cevheri meydana çıkarıyordu. Kaldı ki Yavuz'un kalbini delmesin. Yavuz Sultan Selim Han daha fazla dayanamadı, usul usul yürüyerek Sümbül Efendi'nin önüne kadar vardı:
_ Peki, dedi; yıkılmasın!.. Gelişimiz sizi ziyaret olsun!..
_ Ey devletlim dedi; padişahların ahdinin yerine getirilmesi gerekir. Hiç değilse ocakları yıksınlar, hünkar sözü vücut bulsun!..
Yavuz ne diyebilirdi ki:
_ Öyle olsun, ey yol güneşi dedi.
Aradığını bulmuştu artık, içini yakıp kavuran mürşidine kavuşma arzusuydu ve Onun bir tek nazarıyla sönmüştü gönlündeki yangın…
Sırtından kendisine pek yakışan beyaz samur kürkünü çıkardı, hürmetlerin en güzeliyle Sümbül Efendi'ye giydirdi.
_ Ey İsa nefesli Pir dedi. Bu kürk hoş bir hatıra olarak sizde kalsın.
Ve Sümbül Efendi'nin huzurundan ayrıldı. Yarenleriyle beraber saraya davet etti. Ne var ki olup bitenlerden herkes hayretteydi. Dayanamayıp sordular:
_ Ey devletli! Bu ne acayip bir iş, niyet ne idi, ne oldu?
Yavuz Selim Han tatlı tatlı gülümsedi:
_ Behey ademler! Bir adamın ki elini Hakk tutar, ona padişah gücü yeter mi? Bir adam ki sadece Hakk'tan korkar, padişah ona ne etsin?
SOMUNCU BABA HAZRETLERİ
Somuncu Baba adı ile anılan tasavvuf büyüğü Şeyh Ebû HâmÎdeddin-i AksarayÎ, Bursa'da ekmekçilik yapmıştı. Çevresinde çok sevilen ve sayılan bir kişi olan Somuncu Baba yaptığı ekmekleri satarak geçimini sağlıyordu. 1358 yılında Bursa'ya geldiği ve topraktan iki fırın kurarak ekmek yaptığı söylenir. Yaptığı ekmekleri alan bir daha almak istiyordu. Çünkü, bu lezzet başka hiçbir ekmekte yoktu.
Somuncu Baba somunlarını yaparken kardığı hamuru Allah, Allah zikri ile pişiriyordu. Bütün Bursa halkı bu tadı başka hiçbir ekmekte bulamıyorlardı. Ne yazık ki, iki küçük fırında ancak 90 ekmek, oda zorlukla çıkıyordu. Bir merkebi vardı, Bursa sokaklarında sabah, akşam onunla ekmek satıyordu. Günde iki kez Bursa sokakları onun saçı sakalı ağarmış ve nurlu yüzü ile şenleniyordu. Ekmek ihtiyacı olmayan bile onun o kulağa hoş gelen sesini ve nurlu yüzünü görmek için sokağa fırlıyordu.
-Somunlar, MÜ'MİNLER!
Evet, Somuncu Baba Bursa sokaklarında mü'minlere ekmek satıyor, ekmeklerin mis gibi kokusu her yanı sarıyordu.
Bu ara Emir Sultan Hazretleri de Bursa'da idi ve çömlekçilik yapmakta idi. Emir Sultan Hazretlerini babası şu sözlerle büyütmüştü.
- Ey Oğlum! Resûl'ü babandan ve annenden daha fazla sevmelisin.
Soyunla öğünmelisin, ağzından hiç yalan çıkmamalı. İlim öğrenmekte asla üşenmemelisin. Selam vermeden hiçbir topluluğa girmemelisin.!
Emir Sultan'ın yaptığı çömlekleri de dervişler Bursa çarşılarında satarlardı. O çömlekle yapılan yemeklerin lezzeti başka bir kapta bulunmazdı.
Bu iki ulu kişinin bu âlemde tanışması şöyle rivayet edilir:
Somuncu Baba bir gün fırınlarının yanında duruyor ve ekmeklerin pişmesini bekliyordu. Başında yeşil bir sarık, sırtında nohudi renkte bir elbise olan genç bir adam geldi.elinde bir çömlek vardı,üstünde de bir kapak.
- Selâmün aleyküm babam diyerek Somuncu Baba'nın yanına sokukldu.
- Aleykümselâm, diyen Somuncu Baba,bu genç ziyaretçiyi şefkatli bakışlarla süzdü hiç konuşmadan tanıştılar.
Somuncu Baba sordu:
-Çömlekte aş var herhalde .
Emir Sultan:
-Evet baba'm, diye cevap verdi.
Çömleği Emir Sultan'nın elinden alan Somuncu Baba:
-Koyayım fırına, o da ekmeklerle pişsin, dedi.
Fırının Kapağını açtı. Kürekle çömleği içeri sürecekti. Hayretle çömleğin fırına girmediği gördü. Bir, iki deneme, ama nafile. Çömlek fırından içeri girmiyordu. Döndü, sımsıcak bakışlarla Emir Sultan'ı süzdü. "Anladım" diye mırıldandı.
-Bunu ancak sen koyabilirsin fırına.Buyur kendin sür.
Emir Sultan saygı ile küreği aldı, fırına sürdü. Ama fırın buz gibiydi. Ateş yoktu. Hayret etme sırası Emir Sultan'daydı. Somuncu Baba rahatlatan bir gülümseme ile baktı Emir Sultan'a. Yumuşacık bir sesle:
-Birazdan pişer, dedi.
Mana aleminde zaten tanışıyorlardı. Zahirde de bu olay tanışmalarına vesile oldu.
Somuncu Baba hem somunlarını satıyor, hem de öğrencilerine ders vermeye devam ediyordu. İlm-i ledun sahibi Somuncu Baba Bursa halkını İRŞAD ediyordu.
Yıldırım Beyazıd zamanında Bursa'daki ünlü Ulu Caminin açılışı yapılacaktı. Emir Sultan, Yıldırım Beyazıd'ın kızı Hindu Sultanla evlenmiş, onun damadı olmuştu. Ulu Caminin açılış konuşması için Yıldırım Beyazıd damadı Emir Sultanı görevlendirdi.
-Ulu Caminin açılışını sen yap, dedi. Yıldırım Bayezid Han bu ricada bulunurken biliyor du ki karşısında Rabbinin sevdiklerinden, dostlarından bir zat vardı. Bu da Yıldırım Bayezid Han'ın gözünde Emir sultanı damat olmasından çok daha öte mertebelere taşıyordu.
Emir Sultan Besmele ile konuşmasına başlamak için hazırlanırken, durdu ve Allahu Teala'dan aldığı bir işaretle
"Devrin Gavs-ı Azamı buradayken konuşma yapma yetkisi bizim değildir"diyerek, cemaatin içinde bir başka Allah dostunun daha olduğunu onlara bildirdi. İşte şimdi Yıldırım Han'ın gözleri bir başka ışıkla parlıyordu. Allah'ın o devirde yaşayan en yüksek mertebeye sahip evliyalarından biri oradaydı. Yıldırım Han, Allah dostlarına karşı olan sevgiyi ve saygıyı atalarından öğrenmişti. Biliyordu ki koskoca bir imparatorluğun temelleri evliyalarla birlikte atılmış, onlarla şekillenmişti. O mübareklerin duasıyla çıkıyordu her seferine, Allah için, Allah yolunda savaşıyordu. Damadının cemaate bildirdiği zat emin adımlarla ve büyük bir mütevazilikle minbere doğru ilerliyordu.
İnsanlar ancak o an Somuncu Babanın Allah'ın ne büyük bir evliyası olduğunu öğrenebilmişlerdi.
Somuncu Baba meraklı bakışlar arasında minbere çıktı ve cemaate, Allah'ın katında sahip oldukları ilimlere göre üç ayrı konuşma yaptı. Konu takvaydı,ön takva, ekber takva, bihakkın takvayı anlatıyor.
Ön takvayı avam da anladı, havas da anladı, hass-ül havas da anladı, dedi.
. Ekber takvayı havas da anladı, hass-ül havas da anladı, dedi. Sıra bihakkın takvaya gelince, bunu sadece hass-ül havas anladı, dedi.
Somuncu Baba konuşmasını bitirince minberden iniyor. Avamdan, havastan, hass-ül havastan birer kişi Somuncu Babayı o akşam yemeğe davet ediyorlar. Ayrı ayrı yerlerde... Somuncu Baba hepsinin davetini kabul ediyor.
Ertesi gün hass-ül havas diyor ki:
-Dün gece Somuncu Baba bizdeydi, çok güzel sohbet yaptı.
Havas diyor ki:
-Nasıl olur, Somuncu Baba bizdeydi, sohbeti esas bize yaptı.
Avam:
-İkiniz de yanılıyorsunuz, Somuncu Baba bizdeydi, diyor.
Günlerden cuma... Cuma ezanı okunurken Ulu Camiye Somuncu Baba üç kapıdan aynı anda giriyor. ruhları. O günden sonra da Somuncu Babayı gören olmamış.
Yolu belirlenmişti, Hakk'tan yana yol tutmuştu. Hakk'ı dileyenleri Hakk'a kavuşturmak ve Osmanlıyı Nizamul Alem Osmanlı yapanları yetiştirmek üzere yollara revan oldu.
DERYA ALİ BABA HAZRETLERİ
Fetih ordusunun sakası…Kerametlerini o demde göstermiş namsız ve nişansız bir veli…
Sene 1453…Fetih ordusu İstanbul surlarına kadar dayanmış ve İstanbul'un düğüm düğüm olmuş çözülmek bilmez kaderi açılmak üzere…
Genç hükümdar kır atının üstünde heybet ve celâlletle haykırıyor, nur serpen ordu dalga dalga oradan oraya akıyor…Şehir neredeyse düştü düşecek…Köhne Bizans'ın bir solukluk işi kalmış. Askerin sevinci yüzlerde benek benek gezinip dururken, evet, bütün bu saadet gönüllerden taşarken hiç beklenmedik bir şey oldu.. Bütün bu sevinci gölgeleyen ve yüreklere zehirli hançerler gibi oturan bir haber dalga dalga yayıldı:
-Fetih ordusu susuz kalmak tehlikesiyle karşı karşıya, kuyular boş, musluklar kuru, çeşmeler sessiz!.
Kötü haber bir anda korkunç bir süratle her tarafı sardı ve nihayet Fatih Sultan'ın kulağına kadar geldi.
-Ordu susuzluktan kırılacak!..
Genç hükümdarın yüzünde celal şimşeği yanıp söndü ve
-Tiz varıp saka başını bana getiriniz!. Diye haykırdı.
Nefes nefese bir koşuşmadır başladı.. Az sonra sırtında kırbası, hafiften beli bükülmüş, fakat yüzünde nurlar harelenen Ali Efendi genç padişahın huzuruna getirildi…
Fetih ordusunun başbuğu telaşlı ve üzüntülüydü. Aksine Ali Efendi tebessümler yağdırarak genç hükümdarın güzel yüzüne nazar ediyordu. Artık bu kadarı da fazla idi.Fatih'in sabrı , kararı, iradesi elden gitmek üzereydi.
- Ey sakabaşı olanlardan haberin yokmuş gibi duruyorsun! Ordu susuz kalmış, asker susuzluktan kırılmak üzere. Neden tedbir almazsın da bizi müşkül duruma düşürürsün, söyle neden?
Sakabaşı Ali Efendi sanki Hızır'ın kutlu çeşmesine malik gibi bir tavırın içindeydi. Hiçbir şey olmamış gibi sakin ve güleçti:
-Devletlü Padişahım, merak buyurmayınız, su çok!
Fatih büsbütün öfkelendi:
-Alay mı edersin sakabaşı?
-Haşa sultanım!..
-Benim askerim susuzluktan kıvranıyor, bu ne biçim söz ki sen işin dalgasındasın!
- İş bildiğiniz gibi değil devletlüm!.
-Ben su istiyorum bre!.Sen hala konuşuyorsun
Ali Efendi birden arkasını döndü ve sırtındaki kırbayı Padişaha göstererek tane tane konuştu:
-Ben yalan söylemem sultanım!..Bakın istediğiniz kadar su…Bunun ile kaç orduyu sularım ben. Yeterki siz su isteyin!..
Genç hükümdar yerinden bir ok gibi fırladı. Fena halde öfkelenmişti. Elini su kırbasına takıp içine bir nazar etti…
O da ne?
Gözleri yuvalarının içinde fır fır dönüyordu. Çünkü gördüğü manzara akılları oynatacak derecede dehşetti. Kırbada sanki okyanus kaynıyordu. Bir değil, belki yüzlerce orduya yetecek su vardı..Belki gözlerim aldanmıştır diye düşündü…Tekrar tekrar baktı…
Ali Babanın kırbası denizler misali çağlıyordu…
Bu defa paşalara, vezirlere seslendi:
- Tiz koşun ve siz de bakın!..
Paşalar ve vezirler tarifi imkansız bir merakla Ali Efendi'nin başına düştü. Kırbaya göz atan içeride deryaların kaynadığını görüyordu…
Fatih Sultan'ın sesi yine gök gibi gümbürdedi
- Bre nedir bu yaptığın?
Ali Efendi neler olduğunu tek tek anlatmaya başladı.:
- Ey alem Padişahı!.. Su işte burada. Fakat ben askere suyu doyumluk vermiyorum. Çünkü onlar cenk meydanında vuruşuyor ve terliyor. Diledikleri kadar su versem belki hasta olurlar ve zaferimiz tehlikeye girer..
Yüzünde hiç öfke eseri görülmeyen Ali Efendi, sözünü bitirir bitirmez sırtındaki kırbayı olanca kuvvetiyle yere vurdu. Herkez gözlerini hayret ve dehşetle açmış ona bakıyordu. Kırbanın düşüp parçalandığı yerde az sonra bir su, hem de coşkun bir su…
Sanki toprak ağlıyor da gözyaşlarını fetih ordusunun ayaklarına sepiyordu…
O dem oracıkta bir su pınar pınar çağlamaya başladı. Fatih Sultan Muhammed Han, sakabaşı Ali Efendi'nin kerametler sahibi mübarek bir zat olduğunu anladı ve ona:
- Ne murad edersin ey derya Ali? Iste ki verelim!..
Derya Ali'nin bu dünya ile nesi olabilirdi ki…O tamamiyle gönlünü yüce Rabbine bağlamış, Hakkın zikriyle ömür nefeslerinin incilerini pırıldatmıştı. Bir başka sevdanın, bir başka aşkın deryasında gark olmuştu.
O fetih ordusunda çarpışan nice Allah dostu vardı ki adı, sanı bilinmez ama onlar Allah yolunda Allah için kurmuş oldukları bu devletin her döneminde onu yükseltmek için çabalamışlar, ömür nefeslerini bu uğurda tüketmişlerdi.