Arama

Osmanlı İmparatorluğu - Tek Mesaj #15

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
18 Ocak 2006       Mesaj #15
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Şeyh Vefa Hazretleri
Hz. Ali Bin Zeyd
Emir Sultan Hazretleri


ŞEYH VEFA HAZRETLERİ

Fatih Sultan Mehmed Han, cihanlar dolu aşkın sahibiydi. Allah'ın veli kullarına karşı içinde muhabbet ırmakları çağlıyordu.. Hele mürşidi Akşemseddin'e bağlılığı dillerle anlatılacak gibi değildi..Ama gün geldi, Akşemseddin, İstanbul'u ve İstanbul'un Fatihini terk etti. Görevi devam ediyordu,Hakkı dileyenleri Hakka ulaştırmak amacıyla Allahu Teala'dan almış olduğu görevi yerine getirmek üzere Göynük'e gitti ve orada kaldı.. Kaldı ama, Fatih de onun hasretine dayanamıyordu.


O cihanlar aydınlatan yüce pir gitmiş, İstanbul kendisine dar gelmeye başlamıştı. Sıkılan gönlünü kim feyiz ırmaklarıyla dolduracaktı? Yalnızlığın ızdırabını nasıl çekecekti?..

Genç ve dirayetli hükümdar günlerce düşündü Koskoca bir imparatorluk Allah dostlarından uzak nasıl idare edilebilirdi. Onlar olmasa bu devlet nasıl ayakta kalabilirdi. Fatih Sultan Akşemsettinin ellerinde şekillenmişti. Allah'ın ilmini ondan almaya başlamıştı, feyz ırmaklarını gönlüne ilk kez o çağlatmıştı.Hep mürşidinin izinde onun dedikleri doğrultusunda hareket etmeyi düsturu haline getirmişti. Şimdi bu kalp o nurlardan mahsun kalamazdı. .. Düşündü de bir çare buldu aklınca.. Aklına Şeyh Vefa geldi.. Niçin olmasındı? Onu çağırır, ondan nice gayb incileri elde ederdi.. Derhal bir yakınını Pir efendinin evine gönderdi:
-Tez varıp Vefa Hazretlerine selamlarımı söyle.. Kendilerini sarayımızda görmekten saadet duyacağız!..
Padişahın adamı sokaklarda rüzgar rüzgar uçarak Vefa Pirin evine vardı. Ve kapının halkasını tutup çaldı:
İçeriden bir velinin yumuşak sesi aksetti:
-Kim o?
Dışarıdaki aceleyle cevap verdi:
-Padişahın adamıyım, pir efendiyle görüşmek ve onu saraya götürmek için geldim!..
Veli:
-Bir dakika, dedi; Pir efendiye sorayım. Sizi kabul buyurursa ancak o zaman kapıyı açarım!.
Ve koştu yüce pirin huzuruna, anlattı.. Pir düşünceliydi:
-Koş dedi; benim namıma o adamdan özür dile. Bu davete icabet etmeyeceğim!..
Veli kapıya varıp pirin sözlerini bir bir anlattı.Padişahın adamı şaşkın, bir türlü aklı bu işi kavramıyordu.. Padişah davet etsin de gitme.. Hiç olur muydu?
Burnundan soluya soluya sarayın yolunu tuttu. Gelip olanları tane tane anlattı.. Fatih'i kızacak, köpürecek, öfkelenecek sanıyordu. Ne var ki, koca sultan gülüyordu.. Büyüklük, ince gönüllülük, Hak anlayışı işte buydu.. Koca devletin koca reisi, zaferler kazanmış orduların başbuğu, ışıklar dolu gözlerini ufuklara dikip:

-O gelmezse, dedi; biz onun ayağına gideriz!..


Artık sıra kendisindeydi. O arif kişiydi, kalkar gider, evinin eşiğinde boyun bükerdi.. Nitekim öyle de yaptı. Istanbul'un eğri büğrü sokaklarına koyuldu. Herhangi bir insan gibi tozlu yollarda gidiyordu. Yolu onu evinin kapısına kadar götürdü. Demir kapı yine kapalı idi.. Bahçede ne bir kul, ne bir can, ne bir nefes. Hiç kimsecikler yoktu.. Yüce Fatih bunun ne demek olduğunu anlamıştı.. Güzel yüzünde ızdırap çizgileri gezindi. Yaralı gönlüne bir hançer daha saplanmıştı.. Halbuki o yaralı ceylanlarla dönmüştü. Dinlenecek, derdini dökecek bir makam, sığınacak bir gönül arıyordu… Ne ki, güzellerin cefası da çok olurdu. Bu yola baş koyan her cefaya katlanmalıydı.
Koca sultan nermin ellerini demir kapının parmaklarına takıp mırıldandı:
-Ey Vefa, sende hiç vefa kokusu yok mu?
Pir Vefa ise, indirilmiş hücre penceresinden manzaraya bakıyordu. Gözlerinde iki damla yaş vardı. O da pek mahzun olmuştu:

Çağ açıp çağ kapayan hünkar boynunu büküp evden uzaklaştı. Fakat içindeki arzu ateşi büsbütün alevlenmişti.. Bu alevler dolu dünyada yaşamak ne kadar da zordu..

O günlerden birinde erenlerden biri dayanamadı:
-Ey yüzü Ülker yıldızına benzeyen pirim, dedi; madem ki hünkarı görmek istemezsin, neden gelişinden rengin sararır, mahzun olur, gözyaşını tutamazsın
Pir Vefa, aya benzeyen yüzünü ona tutup dedi ki:
-Ah, çocuğum ah! Bilmezsin benimde onu görme arzum o derece fazladır. Lalkin Rabbimizin takdiridir ki bu onun imtihanıdır ve geçici bir müddettir . Allahu Teala'nın bundan muhakkak ki bir muradı vardır. Elbette koskoca imparatorluğu tek başına idare edemiyecektir. Allah ona onun dilinden öğretecek birini, zamanı gelince mutlaka gönderecektir, lakin şimdi bu yangındır, bu hasret onun imtihanı…




HAZRETİ HALİD BİN ZEYD (EYÜP SULTAN HAZRETLERİ)

O ki, İstanbul'un medâr-ı iftiharı, Nebîler Nebîsinin mihmendârı...
O ki; Sahâbîler sarayının meşhur sultanlarından ve Peygamberler Peygamberinin bağrı yanık sevdalılarından biri...
Medine'de dünyaya gelen Hazret-i Halid Bin Zeyd, Allah Resûlü'nden duyduğu bir söz üzerine İstanbul surlarına kadar gelmiş ve beka âlemine orada göçmüştür.
Varlığın sebebi olan Cenâb-ı Peygamber (S.A.V) kâinatın merkezine îmân bayrağını dikmiş, insanları Rabbin birliğine davete başlamıştı...
13 sene Mekke müşrikleriyle pençeleşen Allah'ın Resûlü, nihayet Yüce Hakk'ın emriyle Medine yollarına düştü. Kâinatın Efendisi Medine'ye girdikleri zaman gördüler ki; şehir cıvıl cıvıl kaynamakta ve insanlar saadetle taşmakta...
Güzel Medine'nin etrafı Evz ve Hazrec kabileleriyle çevriliydi. Her kabilenin reisi kendini yola atıyor, peygamber devesinin yularını tutup yalvarıyordu:
-Ey Allah'ın Resûlü! Ey kokusu güzel Peygamber! Bize buyurunuz! Size yabancı olmayan, saygıdeğer, düşmanlarınızı tepelemeye gücü yeten ailemize misafir olunuz! Bize şeref bahşediniz...
Mülkün Seyyidi olan Cenab-ı Peygamber kendilerini karşılayan bu vefakâr insanlara hitap ediyorlardı;
- Deveyi kendi hâline bırakınız. Çünkü o memurdur, emir olunduğu yere gider; ona yol veriniz!..
Nebîler Nebîsini taşıyan Kusvâ isimli deve yürüyor halkı da peşinden sürüklüyordu. Bütün gözler hayretle açılmış, herkes heyecandan boğulur gibi olmuştu. Nihayet deve; döndü dolaştı ve ensârın büyüklerinden Ebû Eyyûb Hazretleri'nin hanesi önünde çöküverdi.

Artık göklerin ötesindeki mânâyı getiren Allah'ın Resûlü orada kalacaklardı. Hazreti Halid (r.a) yaralı bir ceylan gibi koştu. Gözlerinin yaşı iplik iplik akıyordu. Sevinç ve saadet içinde sesini yükseltti:
- Anam babam sana feda olsun, ey Allah'ın Resûlü! Buyurunuz, hanemize şeref veriniz!..
Hazret-i Halid, ensarın en ileri gelenlerindendi. Akabe biatında bulunmuş ve oracıkta Allah'ın Resûlü'nün mübarek elini tutarak ona biat etmiş ve İslâmiyet'e can atmıştı. Sadece kendi müslüman olmakla kalmamış, bütün kabilesini de İslâm dairesinin içine almıştı. İşte Cenab-ı Peygamber, şimdi kendi hanesindeydi. Âlemde böyle bir devlet kime nasip olurdu ki?..
Varlığın sebebi olan Hazret-i Peygamber ona dedi ki:
- Ey Eba Eyyûb! Sendeki emaneti bize ver:
Ebû Eyyûb hayeretle sordu:
- O emanet nedir, ey Allah'ın Resûlü?
- Bize ait bir mektup!..
Gerçekten de onda bir mektup vardı. Babadan evlâda intikal ede ede gelmiş, nihayet Ebû Eyyûb'un eline geçmişti. Bu mektup; Tüban Ebû Keris Es'ad isminde biri tarafından yediyüz sene evvel yazılmıştı. Kâinatın Efendisinin şan ve şerefini belirtiyor ve Ona îmân ediyor, şöyle diyordu:
- Ben, Hazret-i Ahmed'in Allah tarafından gönderileceğine kesin olarak kanâat getirdim! Ömrüm, onun ömrüne yetişseydi, muhakkak Ona yardımcı olurdum.
O günden sonra kâinatın Efendisi, yedi ay boyunca Hazret-i Halid'in evinde kaldılar. Ebû Eyyûb ve zevcesi; Hazret-i Peygamber'in bütün hizmetlerini aşk ve şevk içinde yapıyorlardı.
Gönlü eşsiz incilerle dolu yüce sahâbî, Nebîler Nebîsinin bütün gazalarına iştirak etmişti. Allah Resûlü'nün öteler âlemine geçişlerinden sonra da İslâm ordularında yer aldı ve durmadan kılıç salladı. Allah'ın Resûl'üne karşı o kadar candan bir muhabbet taşıyordu ki, bu aşkın kanatlarını saymaya sayılar kâfi gelmez...
Ve kâinatın Efendisinin şanlar şerefler dolu hayatı son bulmuş, cennetteki ebedî saraylarına gitmişlerdi. Onun gidişi Ebû Eyyûb'un yüreğine sanki mızrak gibi saplanmıştı. Gözleri bulut gibi yaş döküyor, gönlü alev alev yanıyordu. Fakat Peygamberler Peygamberi bu dünyadan ayrıldı diye Ebû Eyyûb'un görevi bitmiyor, asıl mukaddes vazife bundan sonra başlıyordu.
Nihayetsiz olan mülkün seyyidi ve Kevser havuzunun sahibi Yüce Peygamberden; "İstanbul fetholunacaktır! Onu fetheden emir ne güzel bir emir, onun askeri ne güzel bir askerdir!.." müjdesini duymamış mıydı?
O hâlde duracak zaman değildi. Son nefesine kadar bu ilâhi müjdenin gerçekleşmesi için gayret göstermeliydi. Ebû Eyyûb (r.a), gözlerini yeni ufuklara dikmişti. Peygamber Aleyhisselâm'dan sonra İslâm devletinin başına geçen halifeler devrinde de cihad ordularında yerini almıştı.
Hazreti Ebû Eyyûb-el Ensarî'nin gönlü, çırpınan bir alev gibiydi. Fetih güneşinin ışıklarını görmek istiyordu. Toprakların her zerresini bir ikbâl yıldızına çevirecek olan fetih, elbette gerçekleşecekti. Çünkü kâinatın hilkat sebebi Yüce Peygamberimiz buyurmuştu ki:
"Allah, Rum Konstantiniyye'sini (yani İstanbul'u) mü'minlere tesbih ve tekbirlerle açmadıkça, kıyâmet kopmaz!.."
Artık güzel İstanbul'un surlarına toslamanın zamanı gelmişti. Hicretin 52. senesi, İslâm ordusu harekete geçti. Denizleri kaynata kaynata yoluna devam eden İslâm ordusu, tâ İstanbul surlarına kadar gelip dayandı. Surların çevresinde müthiş bir cenk başlamıştı. Savaşın devam ettiği günlerde Hazret-i Halid'i amansız bir hastalık yakalamıştı. Artık ölüm yatağındaydı. Ordunun başkumandanı Yezid, derhal onun huzuruna koştu ve dedi:
- Bir arzun var mı Ey Eyyûb'ün babası?
Hazret-i Halid (r.a), kuruyan dudaklarını dili ile ıslatıp tane tane cevap verdi:
- Ben ölür ölmez; beni alıp tâ ilerilere, surların dibine varıncaya dek götürünüz ve oracıkta toprağa veriniz... Kabrimin üzerinde atlarınızla yürüyüp dümdüz yapınız.
- Ya Halid! Bunu ne maksatla yapmamızı istiyorsun?
- Maksadım odur ki; İstanbul'u fethe gelen İslâm orduları gayrete gelsin ve benim kabrimin, surların dibinde olduğunu bilsin. Bu onlara şevk ve cesaret verecektir...
Peygamber sancaktarı Hazret-i Halid (r.a), daha fazla konuşamadı... Îmân dudakları bir yay gibi gerildi, kelime-i tevhidi heceleyen sesi birden kesildi. Şanlı sahâbî, artık bekâ âlemine açılan kapıdan adımını atmıştı.
Zaman ırmağı durmadan akmıştı. Takvimler 1453'ü gösteriyordu. Hazret-i Halid (r.a) İstanbul surlarının dibinde yatalı 784 sene olmuştu. Türk-İslâm ordusunun başında bulunan genç hükümdar Fatih Sultan Mehmed, mürşidi Akşemseddin Hazretleri'nin işaretiyle, 28 Mayıs gecesi yaptıkları genel bir hücum sonunda Bizans'ın elinden İstanbul'u almıştı. Peygamberler Peygamberinin ilâhi müjdesi gerçekleşmiş, Fatih yıllardır özlemini çektiği zaferi elde etmişti.
Genç padişahın işi henüz bitmemişti. Sultan; sahâbînin surlar dibinde yattığını biliyordu. Fakat mübarek kabir neresiydi? Türk, İstanbul'u yapmaya oradan başlamalıydı... El uzatıp başvuracağı biri vardı. Hemen yüzü aydınlandı. Ak Şeyh'in çadırına koştu. Gönlü inciler dolu büyük velî, Fatih'in iki elmas kılıç gibi ışıldayan gözlerine hayran hayran baktı ve gülümsedi:
- Devletlim, yine neyiniz var?
Fatih Sultan, ışık dolu gözlerini yere eğdi ve dedi:
- Sevgili Pirim! Ebû Eyyûb-el Ensarî'nin kabrini bulmanı istiyorum!..
- Güç bir şey istiyorsunuz Sultanım!
-Allah'ın izniyle sizin çözemediğiniz bir düğüm olamaz!

-İnşaallah size karşı mahçup olmam!

-İnşaallah!
Yüce mürşidin gözlerinde ışıklar yanıp sönüyordu. Fezâlar kadar derin gözlerini bir noktaya dikmişti...
Dervişlerine emir buyurdu:
- Seccademi şu noktaya seriniz!
Emir aynen yerine getirildi. Ak Şeyh, derin bir vecd içinde namaza durdu. İki rekât namaz kılıp selâm verdi. Tekrar secdeye kapandı. Göz ırmağı yine akmaya başlamıştı. Hem hıçkırıyor hem de Yüce Allah'a yalvarıyordu. Bir süre sonra o has incinin başı yerden doğruldu. O derin gözleri, ağlamaktan kırmızı yakutlara dönmüştü. Fatih Sultan derhâl koştu, mürşidinin ellerine sarıldı. Ak Şeyh'in îmân dudakları kıpırdadı:
- Hünkârım! İlâhi hikmete bakınız ki; seccademizi Hazret-i Halid (r.a)'ın kabri üzerine sermişiz. Hemen bu noktayı kazsınlar!..
Talebelerden üç kişi ileriye fırladılar. İşaret edilen yere kazmayı vurdular. Kazma savuranlardan biri de Fatih Sultan'dı. Az zaman sonra toprağın bağrı deşildi. Kazmaların dişleri somadaki mermerden yapılma bir taşa değince madenî bir ses duyuldu. Alıp baktılar. Mermer üzerinde kûfi yazı ile:
"Hâzâ kabri Ebû Eyyûb-el Ensarî!" yazıyordu.
Fatih ve dervişlerinin tekbir sesleri birden ufukları tuttu. Hazır bulunanlar derhâl secdeye kapandılar. İşte böylece yüce sahâbînin kabri bulunmuş ve İstanbul'un fethi tamam olmuştu.
Cihan padişahının İstanbul'da temelini attığı ilk binalar, Eyüp Sultan türbesi ve camisi oldu...
Artık Eyüp Sultan'sız bir İstanbul düşünülemez...



EMİR SULTAN HAZRETLERİ

Anadolu'yu aydınlatanlardan... İç gözlerine hikmet sürmesi çekilen Hak kahramanlarından...
Asıl adı Mehmed Şemseddin. Babaları Seyyid Mehmed bin Ali... Bir zamanların irfan beldesi Buhara'da dünyaya geldi.. Fakat asıl adıyla değil de "Emir Sultan" olarak şöhret buldu ve öyle tanındı...
Bursa deyince akıllara ilk gelen Emir Sultan'dır. Çünkü Bursa'ya manevî gıdaların salkımını veren O büyük Velî'dir.
Emir Sultan, yeni yepyeni ve taptaze bir toprakta mekân tutmak üzere Orta Asya'dan Anadolu'ya akan Türk boylarını mayalamak gayesiyle, Horasan illerinden kopup gelmiştir... Nesepleri tâ Hazret-i Ali'ye, ondan da Allah'ın Sevgilisi Cenâb-ı Muhammed (S.A.V)'e uzanmaktadır.. Yani seyyidler kolundan...
Buhara'da bulunduğu günlerden birinde bir gece bir rüya gördü. Kâinatın Efendisi, onu Medine'ye çağırıyordu. Derhâl hacılar kervanına katıldı ve mukaddes beldenin yolunu tuttu... Yolları eline dolayıp gece gündüz bir su gibi aktı. Ve nihayet peygamber şehri Medine'ye vardı...
Gönlü tıpkı alevler gibi çırpınıyordu.. Gözleri şebnem damlası yaşlarla doluydu.. Büyük ceddini, Allah'ın biricik sevgilisini ziyaret edecekti. Saadetin bundan büyüğü olur muydu? Medine'nin kıvrım kıvrım uzayan sokaklarında ağır adımlarla ilerliyordu... Dili de hep inciler saçıyor ve diyordu ki:
- Ey cihanın kıblesi! Ey eşi bulunmaz tek inci! Ey Arabın ve Acemin medâr-ı iftiharı; selâm sana!..
O; bu ulvî düşünceler içinde çağlayıp dururken, hacılar kafilesi de menzilinde varıp konaklamıştı. Herkes kendine bir yer bulup yerleşmişti. Ne var ki, Emir Sultan ortada kalıvermişti.. Çaresizlik içinde çırpınırken seyyidlere ait bir odayı boş görerek oraya doğru yürüdü. Biri hemen karşısında duvar gibi durdu ve dedi ki:
- Ey ahbap, nereye?
Emir Sultan böyle bir şey beklemiyordu. Boyun büktü, tatlı tatlı gülümseyerek:
- Bana mı soruyorsun?
Adam öfkelendi:
- Burada senden başka yabancı olmadığına göre, elbet sana söylüyorum1
- Yabancı olduğum doğru! Fakat bu hücreyi boş gördüm de onda konaklamak istedim!
- İşte ben de onu anlatmak istiyorum zaten.
- Ne gibi?
- Bu hücre seyyidlere mahsustur. Hiç zahmet çekip buraya yerleşmeye kalkma..
- Benim seyyidlerden olmadığımı nereden biliyorsun?
- Şu başındaki acaip külâh, sırtındaki hırkayla mı seyyidlerden olduğunu iddia ediyorsun?
- İş külâh işi değil gönül işidir. Hiç kimse sırtındaki elbiseye göre kıymet kazanmaz.

- Uzun ettin ama yabancı! Artık al başını git de buraya biz yerleşelim!.. Hem senin seyyid olduğuna kim şehâdet eder ki?
- Allah'ın Resûlü şehâdet eder:
Adam duyduğu bu söz karşısında şiddetle sarsıldı ve haykırdı:
- Ne dedin, ne dedin?
Emir Sultan yine tatlı ve yumuşak bir edâ ile cevap verdi:
- Allah'ın Resûlü şehâdet eder, dedim İsterseniz yüksek huzuruna gidelim. Ve kendisine selâm verip; "Ey ceddim!" diye seslenelim. Hangimize: "Oğlum!" der ve selâmımızı alırsa o seyyidlerin seyyidi ve reisi olsun. Kabul mü?
-Kabul!
Bunun üzerine seyyidlerden olduklarını iddia edenler, cihan sultanının mübarek ravzasına bile gitmeden sadece yüzlerini türbeden tarafa çevirip selâm verdiler:
- Esselâmü aleyke ya ceddi!..
Nefes almaktan korkarak sessizce gelecek cevabı bekliyorlardı. Ne var ki, mübarek türbeden hiçbir nidâ yükselmiyordu.. Herkes sıra ile selâm verdi.. Hayır! Yine cevap yoktu.. Sıra Emir Sultana gelmişti. Büyük bir aşk ve vecd içinde ayağa kalktı. Yumuşak ve tatlı bir sesle Kâinatın Efendisine selâm verdi:
- Esselâmü Aleyke ya ceddi!..
Emir Sultan Hazretleri'nin yüzünde ışıklar yanıp sönüyordu. Derken mübarek türbeden bir nidâ yükselmeye başladı:
- Ve aleykesselâm ya veledi, ya Seyyid Muhammed Buhari!..
Bu tecelli karşısında herkes yıldırım çarpmış gibi dondu. Hakir gördükleri; külâhına, cübbesine, kılığına göre hüküm verdikleri şu derviş işte gerçekten seyyiddi..
Birden herkesi bir hıçkırıktır tuttu. Gözler yaşlarla doldu ve hep bir ağızdan haykırdılar:

- Essalâtü vesselâmü aleyke ya Resûlallah!..
Sonra Emir Sultan'ın önünde boyun büktüler eline eteğine sarılıp af dilediler. Emir Sultan gönül eriydi. Hepsini de hoş gördü ve onlara hayır dualarda bulundu...
Aşk ve istiğrak içinde günlerini geçiriyordu Emir Sultan. Gönlüne fezâ pınarlarından nurlar akıyordu. Allah Resûlü'nün mübarek kabrine yüz sürdükçe dünyası da değişiyordu, ömrü de...
Bir geceydi.. Yatağına uzanmış uykunun yumuşak kanatlarına kendini bırakmıştı.. Rüyasında Allah Resûlü'nü gördü.. Rahmet Peygamber Hazret-i Ali'yi de huzuruna almıştı. Kendisine gülümseyerek bakıyorlardı. Allah'ın yenilmez arslanı Hazret-i Ali ona nazar etti ve dedi:
- Ey oğlum! Sana burada mekân tutmak yok! Hak tarafından ceddin Cenâb-ı Muhammed'in yolunu ehl-i İslâm'a göstermen için vazifeli kılındın! Rum'a gidecek, halkı irşad edeceksin. Senin önünde ilerleyen nurdan üç kandil belirecek. O kandiller hangi yerde gözden kaybolursa, orayı kendine mekân tutacak ve ebedî olarak orada kalacaksın. Mezarın dahî orada olacaktır.
Emir Sultan hayretler içinde yatağından fırladı. Etrafına nazar etti, hiç kimsecikler yoktu.. Damarında sanki hicran alevleri dolaşıyor, yüreğine ızdırap damlaları akıyordu. Kendisine yol görünmüştü. Artık Medine'de kâinatın biricik yaradılış sebebi ve Allah sevgilisi Cenâb-ı Ahmed (S.A.V)'in miskler kokan toprağına yüz süremeyecekti. Hani peygamberler peygamberinin nazlı kızı Hazret-i Fatıma-i Zehra (radıyallahü anha) ne güzel demişti:
"Hazret-i Ahmed'in toprağını koklayan, zaman boyunca misk kokusu alması ne gam!.."
Ayrılık ona acı veriyordu. Ne var ki ayrılmalarını isteyen de mübarek ceddi idi.. Bu ızdırap veren düşüncelerden bir müddet sonra sıyrıldı. İçine yepyeni bir heves doldu. Rum diyarına gitmek hevesiyle güvercinler gibi çırpınıyordu. Derken yola revan oldu.. Yine uçsuz bucaksız çöllerdeydi.
Rüyada gördüğü üç nurânî kandil, yine gözlerinin önünde titreşiyordu.. Hiç vakit geçirmeden titreşen kandillerin gösterdiği istikamette yürüyüşe geçti.. Ve nurânî kandiller Yeşil Bursa'ya kadar pır pır yanarak ona yol gösterdi. Bursa'ya adımını atar atmaz da gözden kayboldu. Demek ki Emir Sultan'ın mekân tutacağı toprak burasıydı. Burada mekân tuttu... Gökler ülkesinin yıldızları, dergâhının damını öpmeye başladı.. Ve artık Bursa'ya göklerin gözünden çiğ taneleri düşüyordu..
Ay yüzlü pir Bursa'ya geldiklerinde, Yıldırım Bayezid, Rumeli fethinde bulunuyordu. Türk akıncıları yeni bir zafer elde etmişler, fetihten dönüşte Edirne'de konaklamışlardı... İlâhi tecelliye şimdi bakınız ki; Yıldırım Bayezid Han'ın huri yüzlü güzel kızı Hundi Sultan'a saadet devletinin kapısı açılıyordu. Bir gece rüyasında Allah'ın Resûlü'nü gördü... Kâinatın Fahri ona emir buyurdu:
-Ey güzel kız! Seyyid Muhammed Buharî ile evlen! O benim oğlumdur!
Bir gün daha nihayetlendi ve ertesi gün Hundi Sultan yine odasına çekilip yatağına uzandı... Güzel olduğu kadar da tevazu ve ahlâk sahibi olan Hundi Sultan, uykunun kollarındaydı. Ve yine aynı rüya. Bu defa da kendisine şöyle buyuruyordu Rahmet Peygamber:
- Muhammed Buhari ile hayatını birleştir.
Azîz ve Celîl olan Allah'a yalvardı:
- Ey Rabbi Rahîmim... Bu rüyada geçen hadiseden Seyyid Muhammed Buhari'nin haberi var mıdır? Haberi yoksa onu bundan haberdar et..

Sabah olur olmaz hizmetçisini huzuruna çağırdı ve ona dedi:
- iki gecedir üst üste aynı rüyayı görüyorum, var Emir Sultana olanları anlat. Bu rüyadan o da haberdar mıdır bileyim?
Hundi Sultan'ın cariyesi derhâl Emir Sultan'ın kapısına vardı ve kapıyı fiskeledi. Emir Sultan da geleni bekliyordu. Kapıyı açıp dedi ki:
- Var hanımına söyle, bu husus bizim de malûmumuzdur!
Hundi Sultan olanları işitince:
"Takdir-i İlâhi bozulmaz! Bu hâlden herkesi haberdar etmeliyiz" diyerek rüyasını saray halkına anlattı.
Neticede iki sultanın nikâhları kıyıldı fakat, kötü huylu kişiler derhâl Yıldırım Bayezid'e haber uçurdular:
- Sultan kızınız hoca kılıklı biri ile evleniyor!
Yıldırım Han fena hâlde öfkelendi, vezirlerinden Süleyman Paşa'yı huzuruna çağırıp kükredi:
- Paşa! Kendi kapı halkından kırk kişi al ve birçok sipahi ile beraber Bursa'ya git, Emir Sultan denen kişiyle Hundi Sultan'ın başlarını koparıp bana getir! Çabuk davran!
Süleyman Paşa Edirne'den yola koyuldu. Ardında sipahiler ve silahlı 40 cengâver.. Yeşil Bursa'ya gelip kaplıca tarafında bir yere kondu...
Hâle bakınız ki; birden 40 yeşil ok belirdi ve gelen askerlerin yüreğine saplandı. Süleyman Paşa ölür, diğer cengâverler yerlere serilir de artık bu işin üstüne gitmek olur mu? Paşanın ve askerlerin başına gelenleri duyanlar hemen geriye döndüler ve rüzgâr gibi uçarak Edirne'ye vardılar;
Hükümdarın huzuruna çıkıp:
"Ey Devletli Hükârım" dediler; "Emir Sultan'a kılıçlarımız işlemedi ve kumandanımız da öldü..."
Yıldırım Beyazıd kaşlarını çattı. Yüzünde fırtınalar geziniyordu. Ne yapacaktı şimdi? Derhâl Bursa kadısına bir name gönderdi. Bursa kadısı Molla Fenarî ona, Emir Sultan'ın yüce bir şahsiyet olduğunu kerametler sahibi bulunduğunu ve Nebîler Serverinin bir işareti üzerine Bursa'ya geldiğini anlattı. Yıldırım Han hata işlediğini anlamakta gecikmedi... Bursa'ya tekrar bir adamını gönderdi ve Emir Sultan'dan özür diledi...
Böylece padişah kızı ile Seyyid Muhammed Buharî evlenmiş bulunuyorlardı.

İKİ SULTANIN KARŞILAŞMASI
Emir Sultan Buhara'dan kalkıp Bursa'ya geldiğinde, Bayezid Han Macaristan üstüne yürümüş bulunuyordu. Türk akıncıları düşmanı ot gibi biçerek ilerliyorlardı. Macaristan'ın büyük bir kısmı Türklerin eline geçmişti. Ne var ki, asıl merkez fethedilmemişti. Padişahın cengâverleri kelle koltukta surlara tırmanıyor, Allah Allah nidâlarıyla gökleri inletiyordu.
Bir sabahtı.. Güneş ak tepeli dağlar ardından gülümsemeye çalışıyordu. Birden hiç kimsenin ummadığı bir şey oldu. Kale kapısı ardına kadar açılıverdi.
Padişah akıncıları açılan kapıdan coşkun seller gibi içeriye aktılar... Bu sırada da Yıldırım Bayezid kale kapısını açanı gördü. Gördü ama onu tanımıyordu... Bir müddet sonra da o esrarengiz adam ortadan kayboldu. Kale muhafızları ellerindeki silahları atıp toptan teslim oldular. Ve kale fethedildi.
Yıldırım Han kale kapısını açan adamı düşünüyordu:
"Ey gaziler" diyordu, "kim bu adam?"
Cevap verdiler:
- Bilmiyoruz Devletli Hünkârım...
- Her tarafı arayınız ve onu bana bulunuz!
- Ferman sizindir Sultanım!
Paşalar, vezirler akıncı beyleri ve herkes o meçhul adamı aramaya koyuldu... Ne var ki, ondan bir iz bile bulamadılar. Artık sultanın da ümidi kalmamıştı. İçini saran hasret ateşiyle kıvranıp duracaktı. Kim bilir belki ilâhi takdir onları bir yerde yüzyüze getirirdi.
Padişahın elde ettiği zaferi müjdelemek üzere Bursa'ya atlı öncü birlikleri gönderildi. Bütün Bursa halkı sevinç çığlıkları atarak ve Allah'a şükrederek sokaklara döküldü. Muzaffer orduyu karşılamak için devlet büyükleri de halkın arasına karışmıştı. Devlet ricalinin arasında Emir sultan da bulunuyordu..
Yıldırım Han'ın ordusu cenk türküleri ve tekbir sesleri arasında Bursa'ya girdi Padişahın gözleri sıcaklıkla doluverdi... Çünkü kale kapısını açan meçhul adamı görmüştü. İşte devlet ricalinin arasındaydı. Derhâl atından yere indi ve birkaç adım attı:
- Engiros kalesinin kapısını bana açan sensin değil mi?
Emir Sultan Hazretleri'nin dudakları bir yay gibi gerildi.
- Evet, bu fakirdir..


Yıldırım Han kollarını açıp onu kucakladı. Birbirlerinin ellerini öptüler ve böylece tanışmış oldular.. Emir Sultan dergâhına, padişah da sarayına yürüyüp gitti..


Son düzenleyen asla_asla_deme; 14 Haziran 2012 11:46 Sebep: Sayfa Düzeni