Paradigmalar ve Evrim
İnsanlar çevrelerindeki eşya ve olaylara belli kanaatlara sahip olarak yaklaşırlar. Bunların büyük bir çoğunluğu, başkaları tarafından belirlenmiş bir bakış açısını kabullenirler, benimserler ve dünyaya o zaviyeden bakarlar. Bakış açısını belirleme kudretine sahip olan insanlar ise oldukça azdır. Bunlar tarih sahnesine nadir çıkarlar. Düşünceleri ve ortaya attıkları fikirlerin çekim gücü o kadar güçlüdür ki bazen yüzyıllar boyu insanlar ondan kurtulamazlar. Asırlar sonra bir başkası, bir başka çekim alanı oluşturana kadar insanlar için mecburi istikamet onların kurguladığı modellerdir. Bu açıdan bakıldığında, pek çok faydalarının yanısıra bazen dahi kafaların insanlık için dezavantaj oluşturduğu görülür. Büyük bir patlamanın çevresindeki oksijeni emerek ortamda bulunan ateş kaynaklarını söndürüp yok etmesi gibi büyük kafalar, karşı konulmaz fikirleriyle uzun yıllar insan zihinlerini baskı altında tutabilirler. Baskı altındaki zihinler ise alternatifleri rahatlıkla farkedemezler.
İnsanlık tarihi boyunca fizikten iktisada kadar pek çok sahada pek çok paradigma zuhur etmiştir. Örnek ve numune anlamına gelen paradigma kelimesi, terim olarak insanın dünyaya bakış açısını belirleyen, ona olayları açıklama imkanı veren model, kavram çerçevesi ya da ideal teori diye tanımlanmıştır. Buna göre mesela Batlamyus’un dünya merkezli evren modeli bir paradigmadır. Uzun asırlar boyunca insanlar kainata bu model penceresinden bakmıştır. Aslında bu sistem insanların gözlemlediği olayları açıklamada başarısız da sayılmazdı. Bu modele göre de gök olayları hatasız hesaplanabiliyor, gök cisimlerinin hareketleri kendi içinde tutarlı değerlendirilebiliyordu. Yani bakış açısı belirlendikten sonra olaylar anlam kazanıyordu. Evet, güneşin ve bütün gök cisimlerinin dünya çevresinde döndüğünü kabul etmek bu modele göre anlamsız, çelişkili ve yanlış değildi. Fakat başka bir bakış açısı yani paradigma -mesela Kopernik’in güneş merkezli sistemi- kabul edildiğinde işte o zaman bu anlayışın yanlışlığı ortaya çıkıyordu. İnsanların bilgisi arttıkça paradigmalar geliştiriliyor ve çevrelerindeki olaylar devamlı farklı anlamlar kazanıyorlardı. Nitekim Kopernik’in sistemi de kendi zamanı için bir devrim sayılsa da insanlar için son durak olmamıştır.
Bu arada kurgulanan bazı modeller ideolojilerle beslenip kuvvetlenebilmiştir. Bunun için verebileceğimiz en iyi misal “Evrim Teorisi”dir. Bu anlayış, en nihayetinde bir teori olmasına rağmen çoğunlukla din karşıtı çevreler tarafından mutlak gerçek gibi sunulmuş ve tesir alanının sadece biyolojiden ibaret olmasıyla yetinilmeyerek çok farklı sahalara taşınmaya çalışılmıştır. Sonuçta tutarlılığı tartışılır bilimsel bir teori, adeta bir inanç, bir din görünümüne bürünmüştür. Yazının başında çoğunlukla insanların, ufuklarını kaplayan paradigmalardan bağımsız düşünce geliştiremediklerine değinmiş, bunun sebebi olarak ise entellektüel seviyelerinin buna yetmediğinden bahsetmiştik. Günümüzde evrim için aynı şeyleri söyleyemiyoruz. Bu fikir, sadece olaylara bir bakış açısı, bir model olmasına rağmen ideolojik sebeplerle insanlar onu kabul edilmeye zorlanmış, farklı düşünenler dışlanmış hatta bazı ülkelerde (!) idari koğuşturmaya tabi tutulabilmiştir.
Evrim, kainatta gözlemlenen sürekli değişim ve gelişimden yola çıkılarak her şeyin basit formlardan daha karışığa geçiş sürecini kendisine temel edinen bir bakış tarzı. Biyoloji’de “Canlı varlıkların bütünü çok uzun bir zaman içinde, yavaş yavaş, en basit bir şekilden karışık olana dönüşmek suretiyle birbirlerinden türemişlerdir.” şeklinde ifadesini bulan evrim düşüncesi, aslında ilkçağ felsefesine kadar gider. Evrimci filozofların hepsi aynı fikirlere sahip değildir. Bunlardan kimisi tam materyalist ve ateist iken kimisi agnostik, kimisi teist, kimisi mistik hatta panteisttir. Dine düşman olsun veya ona sempati ile yaklaşsın, bunların hepsi de evrimi bir model olarak benimsemişlerdir. Bunlardan dine sıcak olanlar, evrimi kendilerine ait din anlayışları ile uyuşabilir bulabilseler de bu “modern hurafenin” İslamiyet’le bağdaşabilecek hiçbir yanının bulunmadığı âşikardır. Ama gariptir, geçtiğimiz yüzyılda bu teori o kadar dayatılmıştır ki pek çok müslümanda hatta ulemamızın bazılarında tereddütlere sebebiyet vermiştir.
Bundan önceki bir-iki yazıda kâinattaki müşahede edilen umumi bir âhenkten bahsetmiştik. Evrim kavramının da düzen, değişme ve ilerlemeyi içerdiği öngörülür. Bu açıdan evrimin, dinî bir zemini de bulunan “düzenli bir şekilde gelişme ve mükemmele doğru gitme” anlamındaki tekamül esasıyla birebir örtüştüğü zehabına kapılanlar olagelmiştir. Kavram kargaşasına son vermek gibi kocaman bir iddiayla değil de haddimizin bilincinde olarak, gerek dinin âhenk ve düzeni vurgulaması, gerekse bizzat tecrübelerimizin bunlara işaret etmesinden hareketle “basitten karmaşığa gitme” gerçeği üzerinde biraz durmak istiyoruz. Ancak “tekamül” başlığı altında değil, anlam derinliği ve zenginliği daha fazla olan başka bir ıstılâhı nazara vererek. Evet, böylece bir sonraki buluşmamızın konusu ortaya çıkıyor: İnkişaf...
Halim Çalış