Üye Ol
Giriş
Hoş geldiniz
Misafir
Son ziyaretiniz:
20:22, 1 Dakika Önce
MsXLabs Üye Girişi
Beni hatırla
Şifremi unuttum?
Giriş Yap
Ana Sayfa
Forumlar
Soru-Cevap
Tüm Sorular
Cevaplanmışlar
Yeni Soru Sor
Günlükler
Son Mesajlar
Kısayollar
Üye Listesi
Üye Arama
Üye Albümleri
Bugünün Mesajları
Forum BB Kodları
Your browser can not hear *giggles*...
Your browser can not hear *giggles*...
Sayfaya Git...
Salı, 16 Aralık 2025 - 20:22
Arama
MaviKaranlık Forum
Hikayeler ve Öyküler -2-
-
Tek Mesaj #1102
recruit87
Ziyaretçi
26 Temmuz 2007
Mesaj
#1102
Ziyaretçi
Küllerin Dili
Vapur yolculuklarında gazete okumayı herkes gibi ben de severim. Ama genelde yanımda gazete olmaz. Yine de şimdiye kadar gazete yokluğu çektiğimi hiç hatırlamıyorum. Mutlaka ortalığa bırakılmış gazeteler olur. Alırsınız, okursunuz, sonra da sizden sonra gelen için bir yere bırakıp vapurdan inersiniz. Ya da şanssız bir gününüzdeyseniz, ortalıkta hiç gazete göremiyorsanız karşınızdakilerden birinin gazetesinin arka sayfasıyla idare edebilirsiniz yol boyunca. Tabi, tam siz heyecanlı bir şey okurken gazetenin birden hareket etmesi, siz tam ünlü bilmemkimin bilmemne konusundaki değerli görüşünü öğrenecekken sayfanın kapatılması gibi talihsizlikler olabilir. Ama her zaman okunacak yeni bir haber çıkar size dönük sayfada. Kimi zamanlar da karşınızdaki bunu yalnızca sizi sinir etmek için yapıyormuş gibi durmadan sayfaları çevirir durur. Böyle zamanlarda önemli olan doğru tempoyu yakalamak, yalnızca başlıkları okuyup altlarındaki uzun satırlara hiç girmemektir. Tıpkı o güzel Eylül sabahında vapurun güvertesinde otururken benim yaptığım gibi.
Karşımdaki adam gazetesini durmadan evirip çevirirken ben futboldan politikaya, oradan ekonomiye ve yemek tariflerine atlayıp duruyordum. Ama güneş o kadar parlak, manzara o kadar çekiciydi ki bir süre sonra gazeteye olan ilgim dağılıp gitti. Yüzümü güneşe çevirdim, gözlerimi denizin üzerinde binlerce ayna gibi kıpırdaşan ışıklardan başka hiçbir şey görmez olana kadar kıstım, kendimi tatlı sonbahar rüzgarına bırakmaya hazırlanıyordum ki kulağıma benim için epey tanıdık bir takım yabancı sözcükler çalındı. Karşımdaki gazetenin sahibi cep telefonunda birisiyle konuşuyordu. Kulağıma çalınan sözcüklerden akşam üzeri birisiyle buluşmayı planladığını anlamıştım. Bir adres karmaşası yaşandığı belliydi. Karşımdaki tatlı bir sabırla İstanbul şehir rehberi gibi bir takım açıklamalar yapıyordu. Konuştuğu kişinin kendisini anlamasından pek ümitli olmasa da elinden geleni yapıyormuş gibi tane tane, oldukça yüksek bir sesle konuşuyordu. Konu deniz otobüslerine gelmişti anlaşılan. Deniz otobüslerinin boğazı geçebildiklerini ve denizin üzerinde gittiklerini açıklamaya giriştiğinde bir süredir bastırmaya çalıştığım kahkahayı artık daha fazla tutamadım. Yok, öyle koca bir kahkaha atmamıştım, yalnız oturduğum yerde kıkır kıkır gülüyordum kendi kendime. Ama karşımdakinin gözünden kaçmamıştı bu. Gözlerinde kocaman bir soruyla bana bakıyordu. Bakardı elbette. Sonuçta İstanbul?da bir vapurda, onun o uzak, komik, müzikli İskandinav dilini anlayan biriyle karşılaşması olasılığı ne kadar olabilirdi? Ama vardı işte. Herkesin bir işi vardır, benimki de onun dilinde yazılan kitapları kendi dilime aktarmak. Ayrıca şaşıran yalnızca o değildi ki. Ben de vapurda karşımda elinde günlük bir gazetemizin spor ve politika haberlerini okuyan bir Kuzeyli görmeyi beklemiyordum. Genellikle turistler bir iki kelime Türkçe öğrenirler elbette ama gazete okumaya girişmelerini beklemez insan. Ama dünya küçük işte. Zaten konuşmaya başlayınca birbirimize ilk söylediğimiz şey bu oldu.
Arkadaş bizim dilimizi özel kolejlerdeki pek çok öğrenciyi geride bırakacak kadar iyi biliyordu. Eee, onun da eğitimi buymuş. Üniversitede öğrendiklerinin pratiğini yapmak için de kalkmış buraya gelmiş. İkimizin de durumu açığa çıktıktan sonra konuşmayı hemen kendi konusuna çekti. zaten. Şu sıralar Osmanlıca?yla uğraşıyormuş, ayrıca değişik lehçeleri daha iyi anlamaya çalışıyormuş vb vb. Bu sırada yolun sonuna gelmiştik. Vapur iskeleye yanaşmak üzereydi. Şimdi artık adres, telefon numarası aşaması gelmişti elbette. Otelde kalmıyordu. İstanbul?a gelip yerleşmiş, üstelik burada bir de ev satın almış kendisi gibi kuzeyli bir arkadaşının yanında kalıyordu. Daha da ötesi, bu arkadaşın evi bizim evimizden bir sokak aşağıdaydı. Her gün önünden geçtiğimiz şu tahtaları kararmış, dantel gibi oymalı pancurlarından bir kaçı kırık, güzelim ahşap evlerden biriydi bu. Arkadaşının evi bir yıl önce satın aldığını, onarıp eski haline getirmeye çalıştığını anlatıyordu. İçimi kaplayan haset dalgasını bastırmaya çalışıyordum ben de. O evlerden birini satın alabilecek durumda olmak, aaah? Her neyse, sonunda ileriki günlerden birinde görüşmek üzere sözleştik ve ayrıldık.
Birkaç gün sonra yeni dostumuz yanında şarabı ve o güzel evin sahibi arkadaşıyla bize geldi. Minik evimize gelen bütün konuklar gibi onları da ilk karşılayan alt katımızdaki Fatma teyze oldu elbette. Ayak seslerini duyar duymaz kapıda belirmişti, meraklı kara gözleriyle merdivenlerden çıkan sarışın, uzun boylu iki adama bakıyordu. ?Bize geliyorlar, misafir onlar Fatma teyze,? diye çok aydınlatıcı bir açıklama yapmamız merakını pek fazla gidermemiş olsa da sessizce içeri çekildi. Nasıl olsa yarın sabah daha ayrıntılı bilgi almak için beni aşağı çağıracağını biliyordum. Eğlenceli bir akşam yemeği, bol bol şarap, bol edebiyatlı, bol kahkahalı bir sohbet, sözün kısası hoş bir akşamdan sonra konuklarımız ayrılırken yeni komşumuz bizi kendi evine davet etti doğal olarak. Onları uğurladığımız sırada Fatma teyze yatmış olmalı ki bir daha kapıya çıkmadı.
Ertesi sabah kahvaltımızı yeni bitirmiş, kahvelerimizi içerken aşağıdan Fatma teyzenin bana seslendiğini duydum. Böyle zamanlarda ona yanıt vermekte biraz gecikirsem romatizmalı ayaklarıyla bizim merdivenleri tırmanmaya başlardı hemen. Merdivenleri çıkması o kadar sorun değildi de inerken o kadar dengesiz adımlar atıyordu ki her an aşağı yuvarlanacak diye korktuğum için o inip içeri girene kadar rahat edemiyordum. Bu yüzden mis gibi dumanları tüten kahvemi bırakıp aşağı koştum. Elinde bir tabak çörekle kapıda duruyordu. 'Kahvaltı etmediyseniz al bunları da çayın yanında yersiniz,' diye bir açılış yaptı. Her zamanki gibi 'Ne gerek vardı, zahmet oldu' türünden bir şeyler geveleyerek tabağı elinden alırken 'Gel, bir de şu tansiyonuma bak, uyy başım çatlıyor bugün,' diye beni içeri çağırdı. Biraz sonra elime tutuşturduğu bir bardak çayla, tatlı bir sabun kokusu sinmiş salonuna oturtmuştu beni. Gelen konuklarla ilgili gerekli açıklamaları yapmış bitirmiştim. Aslında benim de soracak sorularım vardı. Fatma teyzenin kocasının bu civarda tanımadığı, bilmediği hiç kimse olmadığına göre herhalde şu güzel tahta evin eski sahibini de tanırdı. Adını bir türlü öğrenememiştim kocasının, amca deyip geçiyordum. Astımı yüzünden gününün büyük kısmını aşağıdaki balkonda geçirirdi iyi havalarda amca. Sabahları martı seslerinin arasına karışan öksürüklerini duyarak uyandığım çok olmuştu. Amca o evi biliyordu elbette. Eskiden Ermeni bir bayan oturuyormuş, bir de kızı varmış yanında. Sonra bir gün kız gitmiş, bir daha da hiç geri dönmemiş. Fatma teyze onun sözlerinin tam burasında konuşmanın ortasına atlayıp amcaya anlamadığım bir şeyler söyledi. Zaman zaman kendi aralarında başka bir dilden konuştuklarını biliyordum. Ama amca biraz endişeli, biraz da utanmış bir sesle Fatma teyzeye çıkıştı. 'Ayıp, misafirin yanında böyle konuşulmaz,' dedi. Fatma teyze 'Aa, o yabancı değil ki,' diye kendini savundu. Doğruydu, yabancı sayılmazdım herhalde. Öyleyse nece konuştuklarını da sorabilirdim elbette. Amca 'Zazaca,' diye kısa bir yanıt verdi, anlaşılan konuyu kapatmak istiyordu. Sonra yeniden o eski evden konuşmaya başladık. Fatma teyzenin dediğine göre Ermeni kadının kızı çok güzelmiş. 'Uyy, görecektin, buraların en güzel kızıydı o. Te buralarına kadar inen sırma saçları vardı. Çok da iyi bir kızdı,' diyordu. Nereye gitmişti acaba? Bir daha niye hiç geri dönmemişti? 'Kimbilir,' dedi amca kapalı bir sesle. 'Belki de ölmüştür.' Hoppala, nereden çıktı şimdi bu? İkisi kendi aralarında tartışmaya başladılar. Kulak kesilip konuştuklarının arasından tanıdık sözcükler yakalamaya çalışıyordum ama benimkisi biraz umutsuz bir çabaydı. Bu kadar konuşmak amcayı biraz yormuş olmalı ki soluğu sıkışmış gibi dura dura konuşuyordu. Ciğerlerinden gelen ıslık sesini oturduğum koltuktan bile duyabiliyordum. Neredeyse benim de soluğum tıkanır gibi oluyordu onu duydukça. Güzel bir sabah için biraz fazla iç karartıcıydı bütün bunlar. Amca bir iki şey daha söyledikten sonra sustu, bütün dikkatini soluklarını toparlamaya ayırdı. Fatma teyze de 'Sen bakma bunun dediklerine. Bir şey bilmiyor, oradan buradan duyduklarını söylüyor' dedi. Biraz sonra elimde çörek tabağıyla merdivenlerden çıkarken aklım güzel Ermeni kıza takılmıştı. İki ihtiyarın kendi aralarında ne tartıştıklarını merak ediyordum.
Birkaç gün sonra yeni ahbabımızı ziyaret sırası bizdeydi. Batan güneşin peşinden yaygara koparan martıların çığlıkları arasında elimizde şarabımızla tahta evin kapısını çaldık. Evin içi de dışı kadar eskiydi. Geçen akşamki konuşmalarımız sırasında arkadaşımızın bu evi içindeki her şeyle birlikte satın aldığını öğrenmiştik. Evin eski sahibi yaşlı hanım bu evde yalnız yaşıyormuş, pek geleni gideni de olmazmış. Pekçok yaşlı gibi o da kedileri köpekleri pek sever, onlara sahip çıkmaya çalışırmış. Bu kocaman evle başa çıkmak onun için hiç kolay olmuyormuş. Evini sattığında bir huzur evine yerleşmeye karar verdiği için eşyaların hepsini olduğu gibi evin yeni sahibine bırakmış. Kimbilir hangi döneme ait oymalı dolaplar, hasır arkalıklı sandalyeler, kocaman tahta masa, hatta içlerinden yemek yediğimiz porselen tabaklar bile büyükannelerimizin evlerindeki türdendi. Birinci kattaki tepeden tırnağa yenilenmiş modern mutfak dışında evde yeni tek bir şey yokmuş gibi görünüyordu. Mutfağın hemen yanıbaşında koyu renk, oymalı, kocaman bir büfe vardı. Büfenin camlı kapaklarının arkasında bir kaç minik heykelcik, kadehler, ne olduğu belirsiz, işlemeli küçük kaplar duruyordu. İnsan tek tek incelemeye kalksa eminim günlerce bu büfenin başından ayrılamazdı. Büfenin orta bölümü açıktı. Dar bir rafın üzerinde tombul, kırmızı, iki yanı kulplu, tepesinde küçük, güzel bir kapağı olan vazoya benzer bir kap vardı. Üzeri ufak altın yaldızlı işlemelerle süslü bu güzel vazo belki de rengi yüzünden çok dikkatimi çekmişti. Almak için uzandığımda elime hiç beklemediğim kadar ağır geldi. Biraz öne çektim ama sonra böyle girer girmez ortalığı karıştırmaya başlamanın doğru olmayacağını düşündüm, kimsenin beni fark etmemiş olacağını umarak çabucak bıraktım ve bize evini gezdirmek için merdivenlerden yukarı çıkan yeni dostumuzun peşine takıldım. Evin ortasından üst katlara çıkan merdivenin basamaklarındaki halılar tahtalarla bütünleşmişti adeta. Her basamaktan farklı bir gıcırtı çıkıyor, ev bizimle konuşuyordu sanki.
Yemeklerimizi yedikten sonra üst kattaki oturma odasına çıktığımızda artık evin eskiliğine o kadar alışmıştık ki bir köşede duran siyah müzik seti uzay çağından buraya ışınlanmış garip bir alet gibi görünmüştü gözüme. Şarabın verdiği tatlı gevşeklikle oturma odasının kenarları oymalı koltuklarına yayılmış oturuyorduk. Evin, merdivenlerden birinin çıkmasıyla ya da kapının önünden geçene her faytonla sallanmasına o kadar alışmıştık ki sehpaların oldukları yerde hoplamaya başlamasını ilk anda hiç ciddiye almadık. Ama dipten gelen sarsıntı şarap mahmuru kafalarımızda bile tanıdık ziller çaldıracak kadar güçlüydü. Zaten kafamızda çalan zillere bir de aşağıdan gelen bir şangırtı eşlik etmişti. İlk sarsıntının geçmesiyle birlikte yerlerimizden fırlayıp, merdivenlerde küçük bir deprem de biz yaratarak hızla aşağı koştuk, dışarı fırladık. Kuşların, köpeklerin, kedilerin, atların bir ağızdan kopardıkları yaygarayı dinleyerek bir süre bekledik. Ama arkası gelmedi. İstanbul?un alışıldık minik silkelenişlerinden biriydi yalnızca anlaşılan. Böyle zamanların gereği olarak herkesin sağa sola telefonlar etmesi bittiğinde bir kez daha yukarı çıkmak yerine aşağıda masanın başına oturup hep yapıldığı üzere eski depremlerden konuşmaya giriştik. Ne de olsa yeni dostlarımız buralı olmadıklarından aynı şeyleri binlerce kez konuşup dinlemiş insanlar değillerdi. Sarsıntı, şarabın yanaklarına verdiği kırmızılığı uçurmuş, bir anda bembeyaz olmuşlardı ama bizim karşımızda korkmuş gibi görünmek istemedikleri de belliydi. Bu yüzden onlara dehşet öyküleri anlatmak yerine böyle küçük sarsıntılarla ilgili gülünç anılardan söz etmenin daha iyi olacağına karar verdik.
Biraz kendini toplayan ev sahibimiz kahve koymak için mutfağa giderken kapının yanındaki büfenin önünde durakladı. Biliyordum, o vazoyla oynamamam gerekirdi. Demin duyduğumuz şangırtı ondan gelmişti. Sanırım yerine koymaya çalışırken aceleyle biraz öne bırakmış olmalıyım ki küçük sarsıntı sırasında düşüp paramparça olmuştu. Bunun suçlusu olduğumu bilmenin utancıyla hemen yerimden kalktım. Vazo irili ufaklı parçalara ayrılmıştı, ayrıca da içi boş değildi. İçinden kum gibi bir şey dökülmüştü yere. Bizim kedinin kumlarına benziyordu vazodan dökülenler. Ev sahibimiz mutfaktan aldığı küçük bir faraş ve fırçayla vazonun parçalarını ve kumları toparlayıp bir torbaya doldurdu. Vazonun boş olmaması onu da şaşırtmıştı biraz. Yerdeki kum parçacıklarından birazını avcuna alıp inceledi. Bu sırada hepimiz başına toplanmıştık. Vazonun kurtarılma şansı var mı diye düşünüyordum ben. Belki parçalar bir araya getirilip yapıştırılabilirdi. Ama bu sırada tertipli ev sahibimiz bütün parçaları ve kumları mavi bir çöp torbasına doldurmuş, torbanın ağzını bağlamıştı bile. İçinden dökülen kumun ne olabileceği konusunda tahminler yürütülüyordu şimdi. Eski bir ev demek gizem demekti ne de olsa. Kimbilir belki de bu vazo aslında bir vazo değildi. Şu ölüleri yakıp küllerinin doldurulduğu türden bir kaptı. Filmlerde hep böyle şeyler olmaz mıydı? Hiç birimiz ölü külünün neye benzediğini bilmiyorduk. Ama büfesinin orta yerine yerleştirdiği bir vazonun içine insan başka ne doldururdu ki? Filmlerden edinme, engin mi engin, bir o kadar da sığ bilgilerimizle hepimiz bir şeyler uydurmaya giriştik. Yakılıp külleri aile yadigarı olarak saklanan insanlardan ne zaman kızılderililere geçtik hatırlamıyorum. Eski kültürlerde ölüleri yüksek bir yerde yakıp ruhlarını göğe gönderme geleneği üzerine de bir süre kafa yorduktan sonra konu dağılmış, saat de epey geç olmuştu.
Eve dönmek için dışarı çıktığımızda bizi inanılmaz güzellikte bir gece bekliyordu. Gökyüzü bir yıldız uzmanını çileden çıkaracak kadar çok yıldızla doluydu. Yıldızlar karşıda yanıp sönen İstanbul kıyılarına nispet edercesine parlaktı. Tam kendi sokağımıza döneceğimiz sırada ufukta dev bir yıldız geniş bir yay çizerek kaydı, arkasında siyah bir boşluk ve bir sessizlik bırakıp bir anda yokoldu. Şimdiye kadar gördüğümüz en büyük yıldız kayması olduğuna emindim bunun. Eve girip ışıkları yakana kadar gözümün önünden gitmedi. Yemekten sonra içtiğimiz kahve, gecenin tatlı serinliği şarabın etkisini silip süpürmüştü. Uyumadan önce karanlık balkonda epey bir zaman oturduk. Sanırım yeni bir yıldızın kaymasını umuyorduk gizliden. Sonunda oturduğum yerde uyuklamaya başlamıştım, gözlerimin önünde kendi yarattığım yıldızlar uçuşuyordu. Yatağa girdiğimde daha başımı yastığa koyar koymaz uykuya dalmış olmalıyım. Ne kadar uyuduğumu bilmiyorum ama uyuyanın yalnızca ben olduğum kesindi. Omzumun hafifçe sarsılmasıyla gözlerimi açtığımda soluk soluğaydım. Yatak tam bir savaş meydanına dönmüştü. Uyurken duvara attığım yumruklardan parmaklarımın sızladığını hissediyordum. 'Yeter artık, tamam, bitti, rüyaydı,' diye beni yatıştırmaya çalışan sesi algılayabilmek için epey kendimi zorlamam gerekti. Ama rüyanın etkisinden sıyrılır sıyrılmaz, sanki biraz önce tepinip duran ben değilmişim gibi, beni saran kolların arasında bir kedi gibi mırıldanarak uykuya daldım yeniden. Pencereden giren günün ilk ışıklarıyla gözlerimi açtığımda sabaha kadar da öylece, hiç kımıldamadan uyumuş olduğumuzu gördüm.
Sonra birden gece gördüğüm kabusun ne olduğunu hatırladım. Genç bir kız görmüştüm rüyamda. Uzun, çok uzun saçlı bir genç kız. Mavi, çok bol bir pelerin vardı üzerinde. Kız soluk alamıyordu bir türlü. Pelerinin etekleri uçuşuyordu rüzgarda. Kız rüzgarı yakalamak ister gibi ağzını açıp kapatıyordu ama pelerinin boğazı sımsıkı düğümlenmişti. Kız çırpınıyor, kaçmak istiyordu. Pelerinin içine dolan rüzgar kızı uçurmaya başlamıştı, ama boğazındaki düğüm yüzünden kız soluk alamıyordu. Kızın boğazındaki düğümü açmak istiyordum, rüzgarla uçup gitsin istiyordum ama kızla aramızda camlı bir kapı vardı. Camı kırabilsem kızı kurtaracaktım. Çok bunaltıcı bir rüya görmüştüm gerçekten. Ama her nedense kendimi o kadar da kötü hissetmiyordum. Yalnız o upuzun saçlı, mavi pelerinli kız gözümün önünden gitmiyordu bir türlü. Kızın soluk alamaması benim de içimi sıkıştırıyordu sanki. Yataktan kalkıp kendime güzel bir kahve hazırladım. Oturup düşünmeye başladım. Rüyalar hakkında bildiklerimi bir araya getirince kabusumun açıklaması ortadaydı elbette. Sabah amcanın astımlı soluklarıyla içimin daraldığını hissettiğim sırada bana anlatılan sırma saçlı kızın rüyama girmesinden daha doğal bir şey olamazdı. İyi de şu mavi pelerin neyin nesiydi? Boğazı düğümlü, parlak, açık mavi bir pelerin. Açık mavi, gök mavisi değil, daha yapay bir mavi, çöp torbası mavisi. Kızı çöp torbasına mı koymuştum rüyamda? At gitsin, çöp oldu artık. Kim çöp oldu. Kırılan vazo çöp oldu. Vazodan dökülen kum çöp oldu. O kum değildi ki. Birinin külleriydi. Kızın öldüğünü söylüyordu amca. Demek ki küller o kızın külleriydi. Neden olmasın? İnsanın gündüzden kafasına takılan soruların yanıtlarını rüyasında çözmesi olmayacak bir şey değil ki. En azından benim başıma sık sık gelir bu. Düşüncelere dalmışken nasıl içtiğimi bile fark etmeden bitirdiğim kahvenin yerine yenisini doldurup her şeyi yeniden gözden geçirmek için balkona çıktım. Bir sigara yaktım. Düşündükçe hepsi gözüme daha inandırıcı geliyordu. Ayrıca içimde bir de görev duygusu uyanmaya başlamıştı. Kızın küllerini o çöp torbasından kurtarmam gerekiyordu. Madem içinde mutlu mutlu uyuduğu vazonun kırılmasına neden olmuştum, şimdi onu mutlu etme görevi bana düşüyordu. Tıpkı filmlerdeki gibi havaya savurmalıydım külleri.
Bu düşünce beni çok heyecanlandırmıştı. Hemen paylaşmam gerekiyordu. Telaşla yatak odasına koştuğumda geceki taşkınlıklarımdan bitkin düşmüş can yoldaşımın derin derin uyuduğunu gördüm. Kocaman, siyah kedimiz de biraz önce benim yattığım yere yerleşmiş, tıpkı biraz önce benim uyuduğum gibi mutlu bir uykuya dalmıştı. İçimde uyanan hafif bir kıskançlık dalgasıyla kediye uzandım. Yerinden kımıldamaya hiç niyeti olmadığını anlatmak ister gibi miyavladı. Sahibinin onu sıkıca kucaklayan kollarının arasına iyice yerleşti ve 'Sıkıysa al bakalım,' der gibi bana baktı. 'Seni ben sanıyor da onun için öyle sarılıyor,' diye mırıldanıp ikisini de kendi hallerine bıraktım. Zaten şimdi oturup uzun uzun açıklamalar yapmaya girişmek birden gözüme çok yorucu görünmeye başlamıştı. Kararımı kendim uygulayacaktım. Hiç kimseye bir şey söylememe gerek yoktu ki. Mavi torbayı ele geçirmem yeterli olacaktı. Alacağım şey yalnızca bir çöp torbasıydı, hırsızlık sayılmazdı herhalde. Yalnız acele etmem gerekiyordu. Yoksa zavallı kız akşam olmadan homurtulu çöp kamyonunun dibini boylayacaktı.
Zaten kimsenin uyanmaya niyeti olmamasına karşın yine de sessizce üstümü değiştirdim. Kapıyı arkamdan yavaşça çekip dışarı çıktım. Ancak dışarı çıktıktan sonra yaptığım şeyin saçmalığının farkına vardım. Sabahın köründe gidip dostumuzun kapısını çalmak çok tuhaf olacaktı. Ne diyecektim kapıyı açtığında. 'Şey, günaydın. Gece iyi uyudun mu diye merak ettim de,' desem herhalde bütün gece onu düşündüğümü falan sanırdı. Aslında pek de yanlış olmazdı böyle düşünmesi. Ne de olsa şu anda ona ait olan bir şeyin rüyalarını görmüştüm gece. Evet, sonuçta genç kız, yani daha doğrusu genç kızın külleri henüz onun mülkiyetindeydi. Böyle ileri geri düşünürken adımlarım beni üç katlı tahta evin önüne getirmişti bile. Evin ve içindekilerin henüz uyanmadığı belliydi. Sokağa bakan pencerenin kırık pancurlarından içeri baktığımda tek bir hareket görmedim. Mavi torba dün akşam bırakıldığı köşede duruyordu. En azından bu da bir şeydi, demek kızcağız henüz çöpü boylamamıştı. Bir süre daha içeriyi seyrettikten sonra arkamdan geçen paytoncuların beni garip garip süzdüklerini fark edince utanarak geri çekildim.
Çarşıya doğru yürümeye başladığım sırada fırından gelen taze ekmek kokusu aklıma yeni bir çözüm getirmişti. Tamam, belki çok parlak bir çözüm sayılmazdı ama yine de işe yarayabilirdi. Sabah bu saatte mis gibi kokan, fırından yeni çıkmış poğaçalardan bir iki tane alsam, sonra da iyi kalpli komşu kılığında gidip kapılarını çalsam ve 'Size poğaça getirdim,' desem ne olurdu sanki. 'Bizde adettir, akşam misafirliğe gittiğin eve sabah poğaça götürürsün,' diye de bir yalan atabilirdim pekala. Doğrusunu nereden bileceklerdi. Hem belki gerçekten öyle bir adet de vardır bir yerlerde. Zaten canım da poğaça istiyordu, bir tanesini de kendim yerdim üstelik. Biraz sonra bir kesekağıdı dolusu poğaçayla, bir tanesini de büyük bir zevkle kemirerek yeniden tahta eve doğru yürürken kendimi tam bir Mata Hari gibi hissettiğim kesindi. Kapıya doğru yaklaşırken kafamdan söyleyeceklerimi geçiriyordum. Bir şekilde içeri davet ettirmem gerekiyordu kendimi. Cep telefonumu orada unuttuğumu düşünüyor olabilirdim mesela. Ya da defterimi, kurşun kalemimi?
Ama evin önüne geldiğimde şans yüzüme gülmeye başlamıştı. En azından kapıyı çalmam gereksizdi, çünkü dostumuz kapının önüne çıkmış, yan taraftaki kaldırımı inceliyordu. Yanına gidip ?Günaydın,? dediğimde beni gördüğüne gerçekten de çok sevinmiş gibi kafasını kaldırdı. Bir yandan da tavşan gibi burnunu oynatıyordu. Sanırım havayı kokluyor olmalıydı. Niye yaptığını anlamasam da ben de onun yaptığını yapıp serin ve hoş kokulu sabah havasını içime doldurdum. Ama sabah havası nedense o kadar hoş kokulu gelmedi bana. O zaman anladım derdinin havadaki kurumuş sonbahar yaprakları kokusu olmadığını. Evin önündeki doğalgaz vanasından çevreye hafif bir koku yayılıyordu. Ahşap bir evin önünde doğalgaz kaçağı! Bir an için güzelim tahta evin çıra gibi tutuştuğunu görür gibi oldum. ?Hemen telefon edip haber vermek gerek,? dedim. O da öyle düşünüyordu zaten. Birlikte içeri girdik. Telefonun yanında, acil numaraları yazdığı küçük bir kağıt parçasından bulduğu numarayı tuşladı. Epey bir süre sessizce bekledi. Telefondan gelen çıngırtılı bekleme müziği sesini durduğum yerden ben bile duyabiliyordum. Onunla birlikte beklerken köşede mahzun mahzun duran mavi torbaya bakmamak için gözlerimi yüzünden ayırmamaya çalışıyordum. Sonunda karşıdan yanıt geldi. Ama bizimkinden ses çıkmıyordu. Söylenenlerden hiçbir şey anlamamış gibiydi. Bir süre kem küm ettikten sonra telefonu bana uzattı. Bir şey anlamamasına şaşırmamıştım, çünkü bırakın Türkçeyi yeni öğrenmiş bir kuzeyliyi, telefondaki adamın garip aksanı beni bile zorluyordu. Yine de sonunda bir şekilde anlaşmayı başarabilmiştik. Adresi verdim, birazdan birilerinin gelip bakacağını söyledi. Telefon konuşmasını aktardıktan sonra artık gitme zamanım gelmişti. İçeri girmeyi bile başarmama karşın torbaya ulaşamamış olmanın verdiği hayal kırıklığıyla kapıya doğru yürüyordum ki aklıma poğaçalarım geldi. Mis gibi kokuyorlardı. Güzel koku bütün evi kaplamıştı sanki. Şu anda bir tane ikram etmemek gerçekten ayıp olurdu. Kesekağıdını uzattım, ?Alsana bir tane, şimdi aldım bunları fırından,? dedim. Hiçbir iyilik karşılıksız kalmaz, diyen her kimse yanılmıyordu. Bu teklifimi duyar duymaz mutfağa koşup poğaçaların yanında içmek için kahve yapmaya girişti. İçeride yalnızdım şimdi. Yavaşça köşeye gidip mavi torbayı aldım, kapıyı ses çıkarmadan açıp torbayı kapının yan tarafına, duvarın dibine bıraktım. Yeniden içeri girdiğimde henüz mutfaktaki işi bitmemişti. Ben onu beklerken torbayı birisi alacak diye ödüm kopuyordu. Birkaç dakika daha bekledikten sonra daha fazla dayanamadım. 'Aslında şimdi kahve içmesem daha iyi olacak, sabahtan beri bir yığın içtim zaten,' diye seslendim mutfağa doğru. Mutfaktan 'Şimdi geliyorum,' diye seslenen sese kulak asmadan kesekağıdını masanın üzerine bıraktım, 'Hoşçakal,' diye seslenip dışarı çıktım. Neyse ki hiç kimse torbaya dokunmamıştı. Değerli hazinemi kaptığım gibi ara sokaklardan birine daldım.
Nedense koşarak tırmanmaya başladığım yokuşun yarısına geldiğimde, hem elimde gitgide ağırlaşan torba yüzünden, hem heyecanımdan soluk alamaz hale gelmiştim. Biraz dinlenmek için durdum. Aşağılarda güneşin altında gümüş gibi parlayan denizi, karşıda İstanbul?un beton grisi sahillerini seyrederek külleri ne yapacağımı düşünmeye başladım. Yüksek bir yerlerden rüzgara bırakmak en iyisiydi. Ama pek rüzgar esmiyordu. Torbanın ağzını açtım, kuma benzeyen tozdan elime bir avuç aldım, havaya savurdum. Kumlar yağmur sesi gibi bir tıpırtıyla kaldırıma düştüler doğal olarak. Sonuçta yer çekimine tabiydi onlar da. Tamam, bu da bir şeydi ama sırma saçlarını savurarak rüzgara kendini bırakan güzel bir genç kız hayalimle pek bağdaşmıyordu kaldırıma saçılmış kumlar. Belki tepedeki ağaçların yanı daha rüzgarlıdır, diye düşünüp yeniden yürümeye başladım. Rüzgar olmasa bile en azından torbayı kaldırıma değil de ağaçlık bir yere boşaltabilirdim. Yokuşun sonuna vardığımda ağaçların arasına doğru uzanan iki toprak yol çıktı karşıma. Sağdakine girdim, buradan tepeye kadar çıkabileceğimi biliyordum. Ama kenardaki küçük, beyaz evin kapalı bahçe kapısının önünde oturan ırkı belirsiz iri köpek benim gibi düşünmüyordu. Oturduğu yerden kalkıp yolun ortasına doğru yürüdü, yüzünü bana çevirip kalın sesiyle bir şeyler söyledi. Aslında pek tehdit eder gibi bir hali yoktu ama yine de yoluma devam etmesem daha iyi olacağını söylüyordu içimden bir ses. Hem zaten ben de ağaçlık bir yer bulmayı düşünmüyor muydum. Köpeği hiç önemsemiyormuş gibi davranarak yoldan çıktım, ağaçların arasına daldım. Çalılık bir yerdi burası. Elimdeki torbayı düşürmemeye çalışarak çalılara tutuna tutuna yukarı tırmanıyordum. Epey bir süre tırmandıktan sonra kendimi tam istediğim gibi bir açıklıkta bulduğumda kan ter içinde kalmıştım.
Yumuşak çimenlerin üzerine sırt üstü uzandım, arkamdaki ağacın dallarının arasından sızıp gözlerimi kamaştıran güneşin terimi kurutmasını bekleyerek bir süre dinlendim. Neredeyse orada uykuya dalmak üzereydim ki çok yakınımda tanıdık bir havlama duydum. Doğrulduğumda biraz önce yolumu kesen iri kıyım, siyah köpeğin burnumun dibine kadar sokulmuş bana baktığını gördüm. Demek buraya kadar peşimden gelmişti. Ama kötü bir niyeti olmadığı belliydi. Yalnızca bana arkadaşlık etmek ister gibiydi. Ben yerimden kalkıp yürümeye başladığım zaman aramızdaki mesafeyi koruyarak peşimden geldi. Çimenliğin sonunda dimdik bir yamaç dosdoğru denize iniyordu. Yamacın çok aşağılarında denizin içinden sivri kafalarını çıkarmış kayalar vardı. Hafiften esmeye başlayan rüzgar gökyüzüyle aynı renkteki ışıklı denizde koyu renk yollar oluşturuyordu. Ufuk çizgisinin hemen dibinde bir geminin karanlık silueti ağır ağır ilerliyordu. Güzel bir genç kızın sırma saçlarını rüzgara vererek uçup gitmesi için bundan daha güzel bir yer düşünülebilir miydi? Sanırım yol arkadaşım da benimle aynı fikirde olmalıydı ki yere uzanmış, kocaman çenesini güçlü, kara patilerinin üzerine dayamış, cin gibi gözleriyle bana bakıyordu. Torbayı alıp yamacın kıyısına yaklaştım iyice. İçindekileri olduğu gibi boşaltmaktı niyetim aslında. Ama yaprak hışırtılarından başka tek bir sesin duyulmadığı bu tepede kayaların üzerine düşecek vazo parçaları çöp kamyonundan beter bir gürültü çıkaracaktı eminim. Belki de öyle bir şey olmayacaktı aslında ama yine de kızın uçarken yanında seramik bir vazonun parçalarını taşımasına gerek yoktu. Torbadaki iri parçaları elimden geldiğince ayıklayıp yere bıraktım. Şimdi yeni dostum da yanıma gelmişti. Torbayı açıp içindekileri elimden geldiğince ileri savurdum. Yamaçtan aşağı doğru yağmur gibi dökülen küllerin peşinden baktık birlikte.
Görevimi yerine getirmenin mutluluğuyla çimenlerin üzerine oturdum yeniden. Dört ayaklı dostum sanırım yanımdaki torbada yemek olmadığını anlamanın verdiği hayal kırıklığıyla beni terk etmeye karar vermişti. Kocaman gövdesini sallaya sallaya uzaklaşırken dönüp arkasına bakmadı bile. Ben de yerdeki vazo parçalarını yeniden torbaya doldurmaya giriştim. Bunları çöpe atabilirdim, daha doğrusu atmam da gerekirdi, orada bırakamazdım. Parçaları birer birer toplarken daha iri olanların üzerlerindeki süslere bakıyordum bir yandan. İçlerinden bir tanesinin üzerindekiler dikkatimi çekti. Bunlar süslemeden çok bir yazıyı andırıyordu. Kıvrım kıvrım, yuvarlak harfler. Tıpkı geçenlerde gördüğüm bir Ermeni gazetesindeki harfler gibi. Sonuçta o evin eski sahibi de bir Ermeni değil miydi? Birden dedektifliğim tutmuştu. Ne yazdığını merak ediyordum vazonun üzerinde. Büyük olasılıkla kızın adı yazıyor olmalıydı. Kimbilir ne hoş, ne müzikli bir adı vardı kızın. Aslında eminim Fatma teyzeye sorsam bilirdi ama belki başka şeyler de yazıyordu. Pantolonumun cebinden hiç eksik etmediğim kurşun kalemimi ve küçük defterimi çıkarıp vazo parçasının üzerindekileri elimden geldiğince deftere geçirdim. Neyin yazı neyin süsleme olduğunu tam olarak ayırmak kolay olmadığından ne var ne yok hepsini çizdim defterime. Bir bilenini bulup soracaktım aşağı iner inmez.
Yok hayır, aşağı iner inmez değil. Çünkü aşağı iner inmez önce eve gitmem gerekiyordu. Hiçbir şey söylemeden sabah erkenden dışarı çıkmıştım. Şimdiyse güneşe bakılırsa öğlen yaklaşıyor olmalıydı. Benimkiler artık uyanmış, hatta belki yataktan kalkmış bile olabilirlerdi. Yokuş aşağı son hızla koşarken epey telaşlıydım. Yine de yolda gördüğüm ilk çöp bidonuna artık içi yalnızca kırık vazo parçalarıyla dolu mavi torbayı atmayı unutmamıştım. Ne de olsa suç delili sayılabilirdi, bir an önce kurtulmakta yarar vardı. Suç delilinden kurtulmuştum ama görgü tanığından değil. Tepede bana eşlik eden dört ayaklı dostum, iri gövdesinden beklenmeyecek bir çeviklikle bayır aşağı yanımda koşuyordu çünkü. Sanırım bana bir şey anlatmaya çalışıyordu. Söylemek istediği şeyi çok iyi anlıyordum aslında. İşlediğim suçu görmüştü. Ama beni ele vermeyebilirdi. Yalnızca karşılığında onun da bu işten bir yarar görmesi gerekiyordu. Onu doyurup besleyecek bir sahibe hiç de itirazı olmazdı. Aslında benim de pek fazla itirazım yoktu böyle bir şeye. Ama yanımda köpekten çok ayıyı andıran kara bir tüy yığınıyla geri döndüğüm taktirde evde beni bekleyenlerden hangisi önce bağırmaya başlayacaktı onu bilmiyordum. Kedilerin köpekler konusundaki görüşlerini şimdiye kadar birden çok kez son derece açıkça dile getirmiş olan kedimiz, kendisinin de en az yeni dostum kadar ayıyı andıran, yalnızca daha küçük boyutlarda kara bir tüy yığını olmasını hiç mi hiç umursamadan savaş çığlıkları atmaya başlayacaktı kesinlikle. İnsanların köpekler konusundaki düşüncelerini olmasa da bu pis, tüylü yaratık konusunda kendi düşüncelerini anlatma konusunda koynunda uyuduğu sahibinin de ondan eksik kalmayacağını da açıkça hissediyordum. Tabi ayrıca bir de Fatma teyze konusu vardı. 'Uyy, nereden çıktı bu pis hayvan. Merdivenleri yeni silmiştim daha,'yla başlayan uzun tiradını duyar gibi oluyordum. Bütün bunlara karşın böyle durumlarda hiç yapılmaması gereken şeyi yaptım yine de. Bizim sokağın köşesini döndüğümüz sırada sabah yarısını kemirip pantolonumun dipsiz ceplerinden birine tıkıştırdığım poğaçayı çıkarıp yeni dostuma attım. Böylece ona benim peşimden gelmekte, ya da beni sahibi seçmekte ne kadar haklı olduğunu da göstermiş oluyordum. Ama ancak böyle yaparak evin kapısına kadar peşimden gelmesini engelleyebilirdim.
İçeri girdiğimde beni uykulu bir sessizlik karşıladı. Anlaşılan telaşım boşuna olmuştu. Yatak odasında ikisi de koyun koyuna uyumayı sürdürüyorlardı. Öğlenin yaklaştığından haberleri bile yoktu. Her şeye rağmen bu iyi bir haber sayılabilirdi. Çabucak mutfağa koştum. Çaydanlığa su doldurup ocağa yerleştirdim. Radar gibi kulaklarıyla evin içindeki her hareketi izleyen kedimiz mutfaktan gelen sesleri duyunca uyku rolü yapmayı bırakıp yanıma koştu, onu beslemeyi bu kadar ihmal etmiş olmama karşın yine de beni sevdiğini, ama artık elimi çabuk tutup tabağını bir an önce doldurmam gerektiğini ya da buna benzer bir şeyler söyledi. Neyse ki tabağını doldurmak yeterliydi bütün bu gevezeliklere son vermesi için. Bu arada kaynayan suyla hazırladığım kahvenin kokusu ya da mutfakta yaptığımız gürültüler içerideki öteki uykucuyu da uyandırmıştı sonunda. Kahvesinin ilk yudumları ve sigarasının ilk nefesiyle kendine gelir gibi olduktan sonra da gece neler yaptığımı anlatmaya girişti bana. Bunu yapması doğaldı, sonuçta niye bu saate kadar uyuduğunu kendine, bana ya da dünyaya açıklamak istiyordu. Ben onu çok iyi anlıyordum aslında ama sesimi çıkarmadım. Sabahki maceralarımı kendime saklamaya karar vermiştim. Kendimi suçlu hissettiğim söylenemezdi ama yine de biraz saçmalamış olabileceğimi hissediyordum hafiften. Sabah sabah daha yeni tanıdığımız birinin evinden bir çöp torbası çalmış, sonra tepeye kadar çıkıp torbadaki kumları denize dökmüştüm. Yeni uyanmış birine anlatılabilecek türden şeyler değildi bunlar. Zaten çok fazla konuşmaya da zaman bulamadık. Evde ekmek yoktu, yani aslında olabilirdi ama benim ekmek almaktan daha önemli işlerim olduğu için unutmuştum. İkimizin de karnı çok acıktığından kahvaltıyı dışarıda etmeye karar verdik. Biraz sonra yepyeni bir güne birlikte başlamak üzere kapıdan dışarı çıktığımızda ben de sabahki maceramı neredeyse unutmak üzereydim.
Yani unutabilirdim de, şayet o ayıdan bozma köpek izin verseydi. Sokağın köşesinde pusuya yatmış beni bekliyor olmalıydı. Dışarı adımımı atar atmaz büyük bir sevinçle yanıma koştu. Onu hayatımda ilk kez görüyormuş gibi yapmam da bir işe yaramadı. İki adım gerimizden bizi çarşıya kadar izledi. Poğaça almak için fırına girdiğimizde yoluna devam etmesi beni biraz umutlandırmıştı. Sanırım çarşının gediklilerinden biri olmalıydı ki ciğercinin önünde duran birkaç köpek onu görünce hiç seslerini çıkarmamışlardı. Belki de bana yalnızca buraya kadar eşlik etmekle yetinecekti. Niyeti her neydiyse en azından biz elimizde poğaçalarımızla kahveye giderken peşimizden gelmemişti.
Güzel havalarda hep olduğu gibi kahvenin deniz kıyısındaki masalarının çoğu doluydu. O tatlı sonbahar güneşinin tadını çıkarmak isteyen herkes buradaydı neredeyse. Zaman içerisinde giderek sayıları artan tanıdıklarımızla selamlaşa selamlaşa ilerleyip ortalarda bir masaya oturduk. Karnımızı doyurup çaylarımızı yeni bitirmiştik ki arkadan neşeli bir sesin 'Selam gençler, ne haber?' diye bağırdığını duyduk. Bu sesi tanımayan yoktu buralarda. Sesin sahibi güler yüzlü, yüzünün ve vücudunun çizgileri yılların rakıları, biralarıyla yuvarlaklaşmaya başlamış ama gözlerindeki zeka pırıltıları hiç eksilmemiş bir adamdı. Seslendiği 'gençler' aslında yaş ortalamaları yaklaşık 60 olan dört kişiydi. Ama neşeli dostumuz için böyle ufak ayrıntıların önemi yoktu. Politika, balıkçılık, alım satım ve daha başka binlerce şeyle doldurduğu yaşamında karşılaştığı sayısız insanın hepsiyle dost olabilmesinin bir nedeni de belki buydu. Onların arasında hiç fark görmemesi, hepsinde aynı insanı görmesi yani. Herkese söylenecek bir iki sözü vardı, herkesin bir iki sırrını bilir, gereğinde kullanmak üzere bir kenarda saklardı ama şimdiye kadar bunları kullanma gereğini de hiç duymamıştı. Bunu bize kendisi söylemişti. Nedense bizi pek bir severdi. Yani bize öyle söylüyordu demek istiyorum. Ne zaman görse yanımıza gelirdi, her zaman anlatacağı ilginç bir şeyler olurdu. Konuşmaya başlaması için herhangi bir konuda tek bir soru sormamız yeterliydi genellikle. Kaya balığı çorbası tarifinden politik dünyanın en son entrikalarından hayvanlar dünyasından haberlere, oradan daha yerel dedikodulara geçer, yoruluncaya kadar anlatır dururdu. O anlatmaktan yorulur, biz dinlemekten yorulmazdık. Yani sözün kısası tatlı dilli bir adamdı. Ve ben bugün onun yanımıza gelmesini özellikle istiyordum, soracak bir iki sorum vardı çünkü.
Arka taraftan gelen kahkahalardan dostumuzun yerini tahmin etmek kolaydı. Dönüp baktığımda yanılmadığımı anladım. Neyse ki ayakta duruyordu. Demek ki o masaya takılmayacaktı. Benden yana bakınca elimi salladım. 'Nasıl gidiyor?' diye seslendi. Neyin nasıl gittiğini soruyordu acaba? Neyse ki yanıt beklediği yoktu. Yanımıza geliyordu şimdi. 'Nerelerdesin, görünmüyorsun bu günlerde?' diye bir soru attık ortaya. Yan masadan bir sandalye çekti kendine. Kollarını masaya dayayıp öne eğildi. 'Bakın, size ne söyleyeceğim. Bugünlerde bir ev satın almanın tam sırası,' dedi önemli bir sır verir gibi. İkimiz de gülmeye başlamıştık. Hafiften kızar gibi bir sesle, 'Gülmeyin, ben ciddi söylüyorum. Siz hele birazını koyun, ben size çok iyi bir yer bulurum. Sonra bana teşekkür edeceksiniz, görürsünüz,' dedi. Bu aramızda çok eski bir muhabbetti. Para durumumuzun nasıl olduğunu çok iyi biliyordu ama yine de bu konuyu açmadan duramazdı. Ama bugün aslında açtığı çok iyi olmuştu benim için. Buralardaki eski ve güzel evlerden söz edip konuyu üç katlı tahta eve getirdim. Onun eski sahibini de tanıdığına emindim. Yanılmamıştım. Bize Ermeni kadının bütün hayat hikayesini bir solukta anlatıverdi.
Kadının kocası çok gençken ölmüş. Aslında çok varlıklı bir aileymiş ama malum işte. Kız kardeşi de ölünce kadın iyice yalnız kalmış. ?İyi bir kadındı, hayvanları da pek severdi,? diyordu dostumuz. Kadının bir de kızı varmış aslında. Çok güzel bir kızmış Allah için. Birazcık da hafif meşrep bir kızmış. Buralarda kıza aşık olmayan delikanlı kalmamış o sıralar. Hatta onun için kavga bile ettikleri olurmuş delikanlıların zaman zaman. Şimdi anlattığı bölümde kendisinin de baş rollerden birini oynadığı sesinden ve yüzünden okunuyordu. Özellikle kızın güzelliğini tarif ederken gözlerinde hayalci ışıklar yanıp sönüyordu. Ama buraya kadarını ben zaten biliyordum. Sonrasını merak ediyordum asıl. Kızın niye öldüğünü anlatsın diye bekliyordum. Yine de keyfini bozmamak için sesimi çıkarmıyordum. Kızın gönül maceralarının sayısı oldukça fazla olmalıydı anlaşılan. Şimdiye kadar muhtarın oğlu, eczacı Ali bey (tabi o zamanlar daha eczacı değilmiş), aşağıdaki köşkün sahibinin yeğeni ve bir iki kişi daha saymıştı. Bunca delikanlı arasında kendisinin de bir iki şey yaşadığını, kızla epey yakın bir ilişkisi olduğunu ima eden sözler sıkıştırıyordu aralara. Sonra anlattıkları hiç beklemediğim bir yerde bitti. Söylediklerine bakılırsa buraya gelen zengin bir Arap turistle evlenip Mısır?a gitmiş kız. Annesi bunca damat adayı arasından kızının kalkıp da böyle birini seçmesini hiç mi hiç beğenmemiş. Ana kızın arasında çok kötü bir kavga olmuş. O gün bu gündür de kızı bir daha ne aramış ne sormuş. Kız paraya para demiyormuş, İstanbul?da görenler olmuş bir iki kere. Galiba sonradan kocasıyla birlikte Amerika'ya yerleşmiş, orada yaşıyormuş. Ama Allah için güzel kız olduğunu yineleyerek sözlerini bitirdiğinde bir süre sessizce oturdu. Kimbilir hangi anılarına dalıp gitmişti, arada sırada yüzünde çapkın bir gülümseme beliriyordu.
Oysa ben ağlamak üzere olduğumu hissediyordum. Nereye gitmişti benim küllerini havaya savurduğum sırma saçlı kız? Bir dakika, peki o savurduklarım kızın külleri değilse kimindi? Yüzümün renkten renge, şekilden şekile girmesi elbette fark edilmeyecek bir şey değildi. Zaten kafam o kadar karışmıştı ki artık sır saklamak falan istemiyordum. Masada iki kişi kalmamızı bekledikten sonra sabah yaptıklarımı bir bir anlattım. Mümkün olduğunca kısa kesmeye çalışıyordum anlatırken. İnsanın, karşısında kahkahalarını güçlükle bastırmaya çalışarak onu dinleyen biri otururken uzun ve dokunaklı bir hikaye anlatması kolay değildi ne de olsa. Hayal kırıklığım yerini yavaş yavaş meraka bırakıyordu. Peki ama kızın külleri değilse kimin onlar? diye düşünüyordum durmadan. ?Kül olduklarını nereden çıkarıyorsun peki?? diye bir soru geldi hiç beklemediğim bir anda. Haklıydı elbette. Pekala başka bir şey olabilirdi. Mesela, ne bileyim, belki de kedi kumuydu. Tamam, kedi kumunu büfede bir vazoya doldurmuş olmaları biraz saçmaydı ama ağırlık yapsın diye herhangi bir şey doldurmuş olabilirlerdi vazonun içine.
Aslında belki de vazonun üzerinde yazan yazılardan bir şeyler çıkarabilirdik. Cebimden defterimi çıkarıp vazonun üzerindeki işaretleri, harfleri ya da her neyse onları gösterdim. İkimiz de bunun Ermeni alfabesini andırdığında anlaşıyorduk. Geriye yalnızca bu yazıyı okuyacak birini bulmak kalıyordu. Kulak kesilip yan masalardaki konuşmaları dinlemeye başladık.
Bu kahveyi Babil kulesine benzetirdik kimi zamanlar. Her masada başka bir dil konuşulurdu, özellikle tatil günlerinde. Başka dil derken yalnızca şu yaygın Avrupa dillerini kastetmiyorum. Belki de artık burada oturanlardan başka hiç kimsenin konuşmaz olduğu diller çalınırdı zaman zaman kulağımıza. Yavaş yavaş bunları birbirlerinden ayırdeder olmuştuk. Örneğin Yahudilerin konuştuğu dil İspanyolcayı andırıyordu, eskiler öyle ilginç bir Rumca konuşuyordu ki geçenlerde karşılaştığımız Yunanlı bir turist onları anlamakta zorluk çektiğini söylemişti. Zaten konuşulan hangi dil olursa olsun sözcüklerin yaklaşık dörtte biri bizim kolayca anlayabildiğimiz sözcükler oluyordu. Kimi zamanlar konuşmalar iyice içinden çıkılmaz oluyor, bir masada oturan üç kişi üç farklı dilden konuşarak derin sohbetlere dalabiliyordu. Özellikle yaşlılar bunu son derece doğal karşılıyorlardı. Şimdi de hemen yanıbaşımızdaki masada bu türden bir konuşma geçiyordu. Defterimi alıp yerimden kalktım. Yan masaya yaklaştığımda masada oturanlar konuşmalarını kesip gülümseyerek bana baktılar. Bir an için ne diyeceğimi şaşırmıştım. Ama kendimi toparlayıp defterdeki yazıyı gösterdim. Ne yazdığını merak ettiğimizi söyledim. Masadakilerin dördü birden eğilip sayfayı incelemeye giriştiler. Anlaşılan biraz karışık işaretlerdi bunlar. Her kafadan bir ses çıkıyordu. Masadaki iki kadından yaşlıca olanı romatizmadan boğum boğum olmuş, kırmızı ojeli parmağını sayfanın ortasındaki şekillerin üzerinde gezdirerek 'Bu A,' dedi. Gösterdiği harfe baktım, pek bir şey çıkaramamıştım. Kafamı salladım. Ötekiler de kadını onayladılar. O harf kesinlikle A olmalıydı. Ama ne yazık ki A harfinden öteye gidemiyorduk. Bir süre daha kafa yordular, sonra bana bunu nereden bulduğumu sordular. Bu soruyu bekliyordum zaten. Dürüstçe yanıtladım. Yani elimden geldiğince dürüstçe. Kapaklı ve kulplu bir vazonun üzerinde yazdığını söyledim. Daha fazla ayrıntıya girmedim. Vazonun ne vazosu olduğunu sormanın bir yararı olacağını sanmıyordum. Yazının bir vazonun üzerinde yazması da pek işe yaramamıştı anlaşılan. Ya ben çok yanlış çizgiler çizmiştim ya da yazı sandığım şey yazı değildi.
İki kişilik bir ekip çalışması yapıyorduk anlaşılan. Ben yan masaya gittiğim sırada o da kahvenin arka tarafına gitmişti. Şimdi orada bir masada oturan, 97 yaşında olduğu söylenen ihtiyarın yanında durmuş beni çağırıyordu. Bu ihtiyarın yaşı dışında hiçbir şeyini bilmiyordum. Yalnızca her gün elinde bir tomar gazeteyle geldiğini, herkesi selamlayıp sonra arka taraftaki masalardan birine çekildiğini görürdük. Geçenlerde küçük bir kaza geçirmiş olmalı ki başında bir sargı vardı. Ama ne günlük alışkanlıklarında, ne dimdik yürüyüşünde bir değişiklik olmuştu. Şimdi de yine her zamanki masasında, yüzünde sakin bir gülümsemeyle oturuyor, bana bakıyordu. Elimde defterimle yanına giderken nedense pek bir heyecanlanmıştım. Vazonun üzerinde bir şey yazıyorsa onun okuyabileceğine emindim. Yanılmamıştım da. Benim karalamalarıma bir süre dikkatle baktıktan sonra anlayışlı bir sesle 'Onlar bunu okuyamazlar,' dedi. 'Usta yazısı bu.' İkimiz aynı anda sorduk. 'Peki ne yazıyor?' Titrek parmağını yuvarlak şekillerin üzerinde gezdirerek 'Bakın şurada karam yazıyor, şunlar da uçları kopuk sayılara benziyor ama...' Ben hemen atılıp 'Kırık bir vazo parçasıydı, yazı eksik olabilir,' dedim. 'Öyle olmalı,' deyip sustu. Demek 'karam' yazıyordu. Acaba ne demekti bu? Ne yazık ki bu sorumuza verecek bir yanıtı yoktu. Kendi deyişiyle Ermenicesi o kadar iyi değilmiş, bilmediği bir sözcük olabilirmiş. Gençliğinde Ermeni arkadaşlarından öğrendiği kadarıyla birazcık konuşabiliyormuş yalnızca. 'Rumca olsa bilirdim kesin,' diyordu.
Yazıyı okutmuştuk ama bir işe yaramamıştı. 'Karam' yarım kalmış bir sözcüğe benziyordu. Aslında hoş, müzikli bir sözcüktü gerçekten ama hepsi bu kadar değildi herhalde. Önünde, arkasında bir şeyler daha vardı mutlaka. Vazonun içinde ne olduğunu öğrenemeyecektik anlaşılan. Sırma saçlı bir genç kızın külleri olmadığından başka bir şey bilmiyorduk ve daha ileri gidebilecek gibi görünmüyorduk.
Kahveden ayrılıp eve dönerken vazo da içindeki küller ya da kumlar da aklımızdan çıkıp gitmişti. Balıkçıların önünde dizilmiş kedi ve martı kalabalığının arasından geçip ciğerciye yaklaşırken yeni bir sorunla uğraşıyorduk. Benim onun sahibi olduğuma karar veren o dört ayaklı tüy yığınını nasıl atlatacaktık. Ama boşuna kafa yoruyorduk. Atlatamayacaktık elbette. O bizi daha köşeyi döner dönmez görmüştü, yalnızca yaklaşmamızı bekliyordu. Yanından geçerken hiç yüzüne bakmamamıza rağmen büyük bir sadakatle peşimizden gelmeye başlamıştı bile. Tam bir adım gerimizden geliyordu. Sanırım bu da onun tekniğiydi. Sonuçta bir adım gerinden gelen bir köpeği kovmak için geçerli bir nedenin olamaz. Yalnızca sokakta yürüyor diye bir insana kızıp kovalamaya benzer bu. Ayrıca niye gelmesin ki? Her ne kadar felaket pis bir yaratık olsa da çok sevimli bir yüzü vardı. Arada sırada çaktırmadan dönüp baktığımızda yüzünde neredeyse gülümser gibi bir ifade beliriyordu. İkimizin de gönlünü çalmaya başladığını hissediyordum. Yavaştan benimsiyorduk bu dört ayaklı pire torbasını. Tek sorun evdeki kara hayduta bu durumu anlatmaktı. Ama sonuçta yukarı çıkarmadan sokakta da besleyebilirdik, o zaman kedimizin de duruma bir itirazı olamazdı. Sokağın da hükümdarı değildi ya. Elbette bizim de bir köpek sahibi olmaya hakkımız olabilirdi. Yani niye olmasın?
Birbirimize cesaret vermeye çalışarak eve doğru yürürken tahta evin önüne kadar gelmiştik. Kapı yine açık duruyordu. Ben suçluluk duygusuyla mümkün olduğunca açıktan geçmeye çalışıyordum ama yakalandım. Sanırım pencereden görmüştü bizi. Gülümseyerek kapının önüne çıktı, bizi içeri çağırdı. Bir şey sormak istiyormuş. İçeri girer girmez de sordu zaten. 'Siz buralarda hiç hırsızlık olduğunu duydunuz mu?' Nasıl nasıl? Nereden çıkmıştı şimdi bu? Yüzümün pancar gibi kızardığına emindim. Kafamı eğip 'Yok, pek hırsızlık olmuyordur sanırım,' diye mırıldandım. Ne dediğimi anlamamıştı. Eğilip yüzüme bakmaya çalıştı. Kuzeylilerin hep insanın dosdoğru gözünün içine bakma huylarını aslında pek severdim ama tam o anda en son yapabileceğim şey bu bakışlara karşılık vermekti. Gömleğimin düğmelerini büyük bir dikkatle inceleyerek söylediklerimi yinelerken kendi sesim kulağıma yabancı geliyordu. Yine de bütün gücümü toplayıp 'Yoksa bir şeyin mi çalındı?' diye sordum.
Bir yandan da benimkine için için kızmaya başlamıştım. Niye bütün konuşmayı benim yapmam gerektiğini anlamıyordum. Sonuçta iki kişiydik, pekala bana biraz yardımcı olmayı deneyebilirdi, ona anlatmıştım, ne durumda olduğumu çok iyi biliyordu, ama hiç sesi çıkmıyordu. Yan gözle baktığımda onun da yüzünün kızarmış olduğunu gördüm. Kendini benim suç ortağım gibi hissediyor olmalıydı. 'Hayır, hiçbir şeyim çalınmadı,' sözlerini duyduğumuzda ikimiz de bir anda hafiflemiştik. İyi de öyleyse niye soruyordu? Arka kapının kilidi yokmuş. Evin tesisatını onaran tamirci arka kapıya da bir kilit taktırmasını söylemiş ona. Kendisi uyduruk bir kilit yapmış ama yine de pek içine sinmemiş anlaşılan. ?Siz arka bahçeyi görmediniz. Çok geniş, geceleri çok karanlık oluyor. Gelin göstereyim,? dedi.
Mutfaktan geçip her yanını yaban otları, çalılar sarmış olmasına karşın yine de göz okşayıcı güzellikte, meyve ağaçlarıyla dolu bir bahçeye çıktık. Bahçenin tam ortasından geçen minik bir patikanın sonunda neredeyse tahta evin bir minyatürünü andıran epey büyük bir köpek kulübesi duruyordu. Köpek kulübesi ikimizin de aklına aynı şeyi getirmişti sanırım. Bir ağızdan sorduk 'Niye kendine bir köpek almıyorsun peki' Hem bahçeyi hem evi korur.? Bu dediğimizi o da düşünmüştü ama her zaman evde olmuyordu, o zamanlar köpeğin aç kalmasını istemezdi. 'Ne olacak, biz bakarız ona, nasıl olsa genelde hep evde oluyoruz,' dedik.
İnsanın yanındakiyle aynı şeyleri düşündüğünü bilmesi işleri ne kadar da kolaylaştırıyor. Şimdi sözü birbirimizin ağzından alarak ona nasıl bir köpek alması gerektiğini tarif etmeye girişmiştik. Her şeyden önce iri yarı bir köpek olması gerekiyordu elbette. Sonra iyi huylu olması da önemliydi tabi. Buraları bilen, tanıyan bir köpek bulmak gerekiyordu. Belki çok bakımlı olmayabilirdi ama sokaktan bir köpek almak cins bir köpek almaktan daha akıllıcaydı. Cins köpeklere bakmak zordu, hem belki bakarsın birisi tutup köpeği çalmaya kalkardı. Sokak köpekleri çok da akıllı olurlardı üstelik, ayrıca? Biz böyle büyük bir coşkuyla sokak köpeklerinin erdemlerini sıralarken dostumuz da bir şeyler anlamış gibi bize bakıyordu. Sonunda sözlerimizi kesip sordu 'Peki, sizin önereceğiniz bir köpek var galiba.' Vardı ya, olmaz olur mu. Üstelik de hemen oracıkta, kapının önünde oturmuş sabırla bizi bekliyordu. Daha ben kapıda görünür görünmez yerinden doğruldu, gülümseyen yüzüyle bana bakarak beklemeye başladı. Sonunda o çok beklediği emir çıktı dudaklarımın arasından. 'Gel buraya,' dememle kulakları, kuyruğu ve bilumum tüyleri uçarak yanıma koştu. Evin içinden arka bahçeye geçirdik. Mutfakta dün akşamki yemekten kalan ekmeklerle yemekleri eski bir tasın içine doldurup götürdük köpek kulübesinin önüne koyduk. Bizimki tasın içindekileri silip süpürdükten sonra sanki bütün ömrü orada geçmiş gibi keyifle kulübeye girdi. Kafasını kapıdan dışarı uzattı, çenesini patilerinin üzerine dayayıp dost gözlerle bizi izlemeye başladı. Ne kadar da yakışmıştı o küçük kulübeye. Eminim biraz yıkanıp temizlenince pek güzel bir hayvan olacaktı.
Bahçeden geçip mutfağa geri dönerken son bir kez dört ayaklı dostumuza bakmak için arkamı döndüğümde köpek kulübesinin üzerinde kararmış, küçük bir levha olduğunu fark ettim. Yakından bakmak için geri döndüğümde ötekiler de peşimden geldiler. Levhanın üzerinde bir şeyler yazıyordu. Yazıda çok tanıdık bir yan varmış gibiydi. Gördüklerime inanmak istemiyordum. Kuzeyli komşumuz da eğilmiş yazıyı inceliyordu. 'Ermenice olmalı, bir ara bir bilene okuturum ne yazdığını' dedi, yeniden arkasını dönüp eve doğru yürümeye başladı. Ev sahibine göstermemeye çalışarak cebimden defterimi çıkardım ama aslında buna pek gerek yoktu. İkimiz de yazıyı okutmaya çalışırken yeterince görmüştük zaten. Birbirimize bakarken gülmemek için kendimizi zor tutuyorduk. Komşumuz mutfağa girerken 'Şimdi ona bir de ad takmalı,' dedi. Daha sözlerini bitirmesine fırsat vermeden 'Onun kendi adı var zaten,' diye bir ağızdan neredeyse bağırdık. Dönüp biraz şaşkın bir yüzle bize baktı. 'Onun adı Karam,' dedik. Kendi kendine bir iki kere 'Karam' diye yineledi, bu adı beğenmişti anlaşılan.
Yeniden içeri girdiğimizde mutfağın yanındaki büfenin önünden geçerken camlı bölmede duran heykelciklerin arasında inanılmaz zariflikte bir Afgan tazısı heykeli gözüme çarptı. Sırma saçlı bir kız kadar güzel ve zarif bir Afgan tazısı. Mutfak penceresinden bahçedeki köpek kulübesinin kapısından dışarı uzanan bol tüylü, darmadağın, kocaman kafaya baktım. Boncuk gözler pencerede beni fark etmişlerdi hemen. Bizim Karam'ın zerafetle uzaktan yakından ilgisi yoktu belki ama sanki gerçekten de gülümsüyormuş gibi bakıyordu.
BEĞEN
Paylaş
Paylaş
Cevapla
Kapat
Saat: 20:22
Hoş Geldiniz Ziyaretçi
Ücretsiz
üye olarak sohbete ve
forumlarımıza katılabilirsiniz.
Üye olmak için lütfen
tıklayınız
.
Son Mesajlar
Yenile
Yükleniyor...