Arama

Hikayeler ve Öyküler -2- - Tek Mesaj #1107

recruit87 - avatarı
recruit87
Ziyaretçi
28 Temmuz 2007       Mesaj #1107
recruit87 - avatarı
Ziyaretçi
RUHLAR LABİRENTİNDE SAKLAMBAÇ

Geliyor. Herkesin dilinde. Kendi gelmeden şöhreti geldi. Sürgün geliyor. Nişanlısı kendini asmış diyorlar. Buralarda adet böyledir. Bir şeylerin söylentisi geldi mi ardından da paldır küldür gerçeği gelir. Ateş olamayan yerden duman çıkmaz, konuşulan, söylenen bir şeyler varsa aslı ya da olması yakındır. Osman pehlivan köpürdü bu işe. Herkese kafa tutuyor:
- Bilip bilmeden konuşmayın, kimsenin günahını almayın. Siz ne biçim müslümansınız be? Hay sizin muhabbetinize.
- Kızma be Osman pehlivan, biz duyduğumuzu söylüyoruz. Yazısı gelmiş ilçeye, oradan duyduk biz de. Bilirsin ya, Haydar’ın kaynı kâtiptir orada, O duymuş, biz de öyle duyduk.
- Yahu, inanmayın her söylenene. Ne yazacaklar tayin pusulasına? Nişanlısını intihar ettirdi, sahip çıkın, kızlarınıza musallat olmasın mı demişler? Ne yazmışlar evrakta?Yahu resmi evraka böyle lüzumlu lüzumsuz yazı yazılır mı? Hiç mi muhtarlığa gitmezsin, hiç mi ihtiyarlar meclisinde yazı okumadın? İnsafınız kurusun, yazıklar olsun. Daha gelmeden adamı katil yaptınız, asıl siz adamı katil edersiniz, insafınız kurusun. Kızdırdılar Osman pehlivanı. Tütün tabakasını cebine koyuyor, bozuk paraları masaya savuruyor, gidiyor. Biraz daha dursa, çıngar çıkacak. Kıracak bir ikisinin bir tarafını, onu istiyorlar. Osman pehlivan bu. Kocadı kocamasına ama köpeklerin maskarası olmaya hiç niyeti yok. Bunları bir cebinden çıkarır ötekine koyar, yılların Osman pehlivanı bu, kolay mı? Osman pehlivan sağlık ocağında görevli. İşe girerken bir şeyler dediler ama şimdi hatırlamıyor. Ocaktaki her işi yapıyor, odun da kırıyor, bulaşık da yıkıyor.
Acele etmek gerek. Tren istasyonundan doktoru almalı, ayıp olur daha ilk günden bekletmek. Bu dedikodulardan oldum olası hoşlanmaz. Nereden buluyorlar, nereden uyduruyorlar bir türlü aklı ermez.
İstasyon yolunda söğütler var. Belli ki su akıyor yol boyunca. Söğüt gölgeleri yüzünde oynaşıyor. Bir güneş, bir gölge. Osman pehlivan nehrin öbür yanında bir çiftlikte iş bulmuş eskiden. Söğüt gölgeli koca bir köşk. Kahya tembih etmiş, demiş ki “Bak pehlivan, senin gibi güçlü kuvvetli adama bizde iş çok. Yalnız bu bıyıkları keseceksin. Bizim ağa sevmez böyle pala bıyıkları. Bizim burada ondan uzun bıyıklı olursan vay haline, git kendine başka yerde iş ara.” Kabul ediyor Osman pehlivan, ama akşam olunca kıyamıyor, eli makasa, usturaya gitmiyor. Bu bıyıklar onun süsü, ziynet eşyası, parçası. Kendi kendine karar veriyor. Ağa görmezse nereden bilecek bıyıklarını, ruhu duymaz. Ertesi gün kahyaya danışıyor, “Ağa geldiğinde ben ormana giderim, sorarsa ağaç kesiyor dersin. Beni görmez, görmezse nereden bilecek bıyıklarımı. Kıyma bana, neyim var ki şu koca dünyada. Bir babalık yap, benden güçlüsünü, kuvvetlisini mi bulacaksın? Bir babalık yap.”
Kahya düşünüyor, hem olabilir hem olamaz. Aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık. Böyle kuvvetli, çalışkan adam bulmak zor. Ağaya sorarsan adamın durumu belli. Deneyecek, denemekten zarar gelmez. Yürürse bu iş ne alâ.
Önceleri plan işe yarıyor ama bir gün Osman pehlivanı ağa yakalıyor. Pala gibi bıyıklarıyla babayiğit Osman’ı görünce, hasat vakti güreşlere yeni pehlivan geldi sanıyor. Yer gösteriyor, misafirine hürmet ediyor, ikramda bulunuyor. Osman pehlivan da ayrılana kadar açık vermiyor, oyunu bozmuyor. Kahya desen hiç görünmüyor. Ya gerçekten ortada yok ya da ağadan korkusuna saklanıyor.
Bir gün ağa, Osman pehlivanla yeniden karşılaşıyor, bu defa yanında kahya da var. Biraz sohbet edince kahya her şeyi yumurtluyor. Bu adam hasat güreşlerine gelen davetli pehlivan değil. Bu adam var ya bu adam,senin kendi adamın, kapının hizmetlisi.
Ağanın yüzü şekilden şekle giriyor. Osman pehlivanın bıyıklarını çekiştiriyor, bir yandan da feryat ediyor: “Nereden uzattın bu bıyıkları? Benim adamım nasıl olur da bu terbiyesizliği yapar.” Ağa, pehlivanın bıyıklarını çektikçe çekiyor, bir yandan da feryat ediyor. “Nerede uzattın bu bıyıkları, badem yağıyla mı yıkadın?” Osman pehlivan dayanamıyor, ağayı tuttuğu gibi çiftliğin önündeki havuza atıyor. Kahya nereden bulmuş, nereden almış, elindeki çifte ile havaya bir fişek sıkıyor, Osman pehlivanın çiftlikte işi yok artık. Sonraları gizli gizli kahyanın yanına gidiyor, üç beş gün birikmiş yevmiyesini istiyor, bütün bu yaptıklarından sonra kahyanın para vermeye niyeti yok. Kızıyor;
- Canını kurtardığına dua et. Dua et ki ağa arkandan adamlarını salmadı.
- Kahya, gözüm kahya. Ben ona ne yaptım. Ben ona iyilik yaptım. Adam sıcaktan bunalmış, ne yaptığını bilmiyor, attım buz gibi havuza. Ben ona iyilik yaptım.
- Git Osman pehlivan beni güldürme, canını kurtardığına dua et. Ağam sen gidince kızdı bana, niye vurmadın ayıyı dedi.
- Kahya, gözüm kahya. Bak o da beni havuza atsaydı, hiç şikayet etmezdim. Hatta o atmasın, atla desin bırakayım kendimi. Yapma kahya ben ona kötülük yapmadım, ver şu birikmiş üç beş günlük yevmiyemi gideyim.
- Anla artık Osman efendi. Yevmiye falan yok, yediğine içtiğine say, uğurlar olsun.
Şeytan diyor ki tut şu kahyayı da, at çiftliğin önündeki havuza, sen sağ ben selamet. Zor tutuyor kendini, kendi kendine dualar edip duruyor, hem gidiyor hem dua ediyor, sabır duası.
Tren geldiğinde içinden inenlere bakıyor. Bu olsa gerek yeni doktor. Bu yeni doktorsa çekeceği var ahalinin. Adam adam değil, erkek güzeli. Bu adam kim bilir hangi kızların canını yakacak. Söylentiler geliyor aklına, doğru galiba. Bu adam için az bile söylemişler, çok canlar yanacak, biraz huyuna gidip kandırsa, fazla kalmadan başka bir yere tayinini çıkarsa. Buralar karışmasın, bir de buralarda olay çıkmasın.
Karşılıyor, eşyalarını alıyor. Yol boyunca gözü doktorda. Adamın suçu yok, şu hale bak. Duyan çıkmış yollara, duyan pencereye çıkmış, duyan balkona çıkmış. Pasaklı Neriman’ın kızı bile balkonda çamaşır asıyor. Dünyanın sonu geldi. Be kızım, anan yalvardı durdu yıllardır, eteğini bile yıkamadın, kadıncağız yıkadı her şeyini! Şimdi kalkmış, tam tekmil çamaşır asıyorsun. Adam ne yapsın, herkes ağzına düşecek. Sonra gelirler şikayete, yok şöyle çapkınmış yok böyle. Adam ne yapsın, üstüne üstüne gelin, onun elleri armut toplamıyor ya. Onun da nefsi var, o da insan. Ortalık karışmadan daha fazla, usul usul işlemeli, bir an önce tayinini istesin, kalmasın buralarda.
Nereye gidersen git. Hangi mekana dalarsan dal. Sıyrılmak kolay değil. İnsan kendinden kaçamaz. Nereye giderse gitsin, ne yaparsa yapsın kendisini bulur, dönüp dolaşıp kendisini bulur. Zaman her şeyin ilacı derler ya inanma, bazı yaralara bırak yılları yüzyıllar bas ilaç niyetine, fayda etmez. İnsanoğlu gariptir bazen iyileşmek istemez. Derdine sahip çıkar, yarasına sahip çıkar. Derdi, yarası onun bonservisi, nişanı, kimliği olur çıkar. Yüreğinin ortasında, aklının ortasında koca bir yara. Eğer bu yara kapanırsa, eğer geriye hiçbir şey kalmazsa kimse anlamaz ki neler çektiğini, neler atlattığını. Diğerlerinden hiçbir farkın kalmaz. İnsanoğlu gariptir hem iyileşmeye çalışır hem yarasına sahip çıkar.
Niye içtiğini o da bilmiyor, doktor ağzında sigara yatağına uzanıyor. Sigarayı rastlantıyla dudaklarının arasına gelip takılmış yanıp duran saman çöpü gibi içiyor. Emin olduğu tek şey bunu istediği zaman bırakabileceği, bir de su. Su içmenin toksinin atılmasını kolaylaştıracağını biliyor. Sigaraya başlayınca tabir yerindeyse suya da başladı. Eskisinden çok su içiyor. Bazen sigara niyetine su içtiği bile oluyor.
Geçmişinle saklambaç oynamak kolay değil. Taşınmanın belki faydası var ama her şeyi halletmiyor. Bu iş biraz unutmak için içmeye benziyor. Neyi unutacağını bildiğin sürece o şeyi unutman mümkün mü?
Labirentin koridorlarında neyle karşılaşmak istemediğini düşünerek saklambaç oynuyorsun. Unutmak mümkün değil. O kızı unutmak mümkün değil. Islak elbiseleri vücuduna yapışmış, sabah çiği gibi kızı unutmak imkansız. Engel olmasalardı cansız vücuduna rağmen onu azarlayacaktı. İçinden onu tokatlamak azarlamak geldi, ölmemiş gibi laf söylese dinleyecek, uslanacakmış gibi. Her şeyin bilincindesin ama cansız bedeni yanı başında, sana ölmemiş gibi geliyor.
Osman pehlivan tren istasyonundaki kadar sokulmuyor, bir şeyler etkilemiş gibi. Sanki uzun zamandır beklediği bir şey, umduğu gibi çıkmadığı için hayal kırıklığına uğramış.
- Osman efendi. Ne oldu böyle? Neyimi gördün? Nedir bu soğukluk, istasyonda böyle mi karşıladın sen beni?
- Yok, beyim yok bir şey, sana öyle gelmiş. Bir yaramazlık yok.
- Hadi hadi. Bak ben doktorum. Sesinden soluğundan adamın içini dinlerim. Söyle bakalım nedir derdin?
- Yok dedim ya bir şey, zorla husumet sokma.
- Söyle pehlivan, söyle de rahatla.
- Darılma gücenme yok ama.
- Amma yaptın, çocuk muyuz biz. Söyle, hem bak söylemezsen, içine atarsan asabi olursun, sağlığın bozulur, söyle de rahatla.
- Korktum be doktorum. İnan korktum. Sabah kahvede senin hakkında ileri geri konuştular. Nişanlın kendini asmış. Seninle buraya gelirken bir baktım herkes senin derdine düşmüş. Görür görmez hepsinin dibi düştü. Ne bileyim başka kızların da başına bir şey gelmesini istemem. Hep gözlerime nişanlın geldi rahmetli. Başkalarına da olmasın öyle , istersen, ne bileyim yol yakınken, tayin işte buralardan git.
- Osman pehlivan seni anlıyorum. Durum senin kafanda kurduğun gibi değil. Nişanlım kendini falan asmadı. Gölde boğuldu, o bir kazaydı. En önemlisi belki de ölene kadar onun hatırasını yaşatacağım, onun yerini alacak kimse olacağını sanmıyorum.
- Esas mı diyorsun doktor? Buranın kızlarına bir zarar gelmeyecek mi? Nişanlın sahiden gölde mi boğuldu?
- Aynen öyle, Osman efendi. Yüreğini ferah tut, rahatla. Gördün mü gevezeleri sabah sabah uydum onlara, boş yere sıkmışım canımı.
Osman efendi rahatlamıştı. Kimseye bir zarar gelmeyecek ya önemli olan o. Herkesin evladı kendine göre kınalı kuzu. Günah değil mi insan evladına? Ne zorluklarla büyüyor, cahillik yaparsa biri, lüzumsuz yere canına kıyarsa, bu acıya katlanmak zor olur. Doktorun günahını almışlar, kendi de inandı onlara. Boyunları devrilsin nasıl da kandırdılar, boyunları devrilsin.
Pehlivan gidince yalnız kalıyor. Yalnız kalmaktan korkar. Bu korku çocukluğuna kadar uzanıyor. O günleri hatırlıyor. Mübadele yılları. Herkes yurduna, köklerine dönecek. Yollarda insanlar, gemiler, at arabaları, kağnılar, yollar insan dolu. Kolay değil, ancak alabildiğin kadar, ancak taşıyabildiğin kadar eşyanı, malını yüklediğin gibi yollara düşeceksin. Zor ama toprak hasreti bu, ata hasreti, soy hasreti. Kanına girdi mi duramazsın artık rahat haram olur. Uyku haram olur.
Uzun yolculuktan sonra bir eve yerleştiler. Burada da kendileri gibi bir aile oturmuş, onlarda oradan göçmüş. Boş kalan eve yerleştiler. Ahaliyle tanıştıkça durumları düzeldi, erkekler tarlada tapanda. Annesi, ninesiyle evde. Yemek yaparlar, bazen pirinç ayıklarlar, çocuklar merak edip aklı sıra yardım ederler, onlar da pirinç ayıklar.
Çocuklar yaramazlık yaparsa büyükler korkutuyor. Evin eski sahipleri. Onları kızdırırsın, yaramazlık yapma. Duyarlarsa gelirler, o zaman gününü görürsün. Çocuklar çok korkuyor ama bir türlü anlam veremiyorlar. Bu eve büyükler geldi, çocuklar da onların yanında. Bu eve gelmeyi çocuklar seçmedi ki bütün suç büyüklerin. Bir sorun varsa onlarla konuşsunlar, onlara söylesinler. Belki de gidenlerin gücü ancak çocuklara yetiyor, büyükler olmadığı zaman gelip çocukları dövecekler, belki de dedesinin yaptığı tahta kılıcı çalarlar. Onu almasalar bari şurada eski bir bebek var. Kardeşi ne zamandır oynamıyor, onu alıp gitsinler.
Annesi kızıp duruyor. Geceleri yatağını ıslattığı için kızıyor. O geceleri yatağını ıslatmıyor, gece uyanıyor ama helaya gidemiyor, evin içi öyle karanlık ki. Evin eski sahipleri bu karanlıktan istifade odalarda, koridorlarda dolaşırsa, ya helaya gitmişlerse. Yatağından kalkamıyor, gözleri karanlığa baka baka karanlığa alışıyor. Evin içinde kimse yok. Bu odada yok, holde de yok mu, helada yok mu? Yatağından kalkamıyor. Tutmaya çalışıyor, çatlayacak neredeyse.
Annesi hep kızıyor, yatağını ıslattığı için kızıyor. Sabahları çarşafları yorganları güneşe çıkarıyor, kurutuyor. Anlatmak çok zor. Erkek adam söyler mi? “Ben helaya gitmeye korkuyorum, evin eski sahiplerinden korkuyorum” der mi? Günler geçip, yatak ıslatmalar devam edince, annesinin sabrı taşıyor:
- Nedir bu senden çektiğimiz? Koca çocuk oldun, nereden çıktı bu çiş işi?
- ...
- Cevap ver oğlum, sen eskiden böyle değildin. Üzüldü dedik; çocuktur, arkadaşlarından ayrıldı etkilendi dedik, bak kaç gün oldu? Artık şu işten vazgeç, geceleri kalk, helaya git.
- Ben geceleri kalkıyorum.
- İyi ya oğlum, madem geceleri kalkıyorsun, git yap çişini. Temizle temizle, yoruldum, bittim.
- Ben helaya gidemiyorum, gece kalkıyorum ama gidemiyorum.
- Bak hele, vay başımıza gelenler. Niye gidemiyorsun helaya? Korkuyor musun gece karanlığında?
- Yok , olmaz, korkmam ben. Ben helaya gidemiyorum çünkü ...
- Çünkü ne, söyle oğlum, çatlatma adamı.
- Çünkü geceleri karanlık oluyor, yolumu bulamıyorum, eşyalara, duvarlara çarpıyorum.
- Eh be yavrum, bu mu derdin? Söylesene kaç gündür. İhtiyacın olduğunda sen beni kaldır, ben seni götürürüm. Su istersen su getiririm. Hay koca sıpa. İhtiyacın olduğunda beni uyandır, ben kalkarım.
İnsanın aklına korku düştü mü kolay çıkmaz. Zamanla şekli şemali görüntüsü değişse, bile özü aynı kalır. Yetişkin olduğu zaman yatılı okulda okuduğu yıllarda o eski korkular peşini bırakmıyor. Bütün okulu aynı hikaye sardı, geceleri kimse yalnız dolaşmak istemiyor. Nöbetçi öğrenciler bile ışığın altından fazla ayrılmamaya özen gösteriyorlar. Gündüz yapabildiğini yap, yakalanmazsan ne ala. Ama gece ne yapacaksın? Hangi deliğe saklanacaksın. O geldiğinde ne yapacaksın? Kaçacak yerin yok.
Bazı öğrenci velileri müdüriyete kaygılarını anlatmışlar. Böyle bir şey olup olmadığını sormuşlar. Aslı astarı var mı? Yönetim şaşkınlık içinde olanlara inanamıyor. Bu çocuklar kendi anlattıklarına inanabilir ama koca koca veliler bu işe nasıl inanıyor, akıl sır erdiremiyor müdüriyet.
-Muavin bey, bir bey gelmiş kapıya ben görüştüm.
-Nedir efendim, niçin gelmişler?
-Efendim şu mevzu çocukların anlattığı hadise. Beyefendi “Okul yapılırken burada yatır var mıydı?” Diye sordu. Ben de olmadığını söyledim.
-Nedir efendim bu çocukların hikayelerinden çektiğimiz. Çocuklar bile büyüklerinden daha akıllı, bu konuyu müdür beyle görüşelim, bütün öğrencileri büyük avluda toplatalım. Artık bu hikaye ile ilgili bir tek söz eden olursa, atalım gitsin. Gitsin istediği yerde okusun, ilim yapsın.
O günden sonra tek tük konuşuluyor olayla ilgili olarak. Kesik başlı müdür hikayesi yavaş yavaş etkisini kaybediyor. Olay ilk defa nöbetçi öğrencilerden birinin ağzından çıktı.
-Gece nöbetimde, masanın başında bir yandan kitabımı okuyor, çalışıyor bir yandan da koğuşları gözlüyordum. Bir ara kendimden geçtim. Bilirsiniz işte akşam yemekte yoğurt vardı, biraz fazla kaçırınca insanın uykusu gelir, tutamaz kendini, yayılıp uyuya kalır. Birisi beni usul usul dürtüyor, önce rüya sandım ama baktım gerçekten beni dürtüyorlar. Kafamı kaldırdığımda ne göreyim kafası koltuğumun altında kesik başlı bir adam. Neredeyse ölecektim korkudan, şimdi anlatırken bile tüylerim kalkıyor. Adam konuşuyor ama ses koltuğunun altındaki baştan geliyor. “Bak yavrum, ben eskiden burada müdürlük yaptım. Ara sıra buralara gelir, sizi kontrol ederim. Gördüm ki nöbetçi olduğun halde masada uyuyorsun, bu çok yanlış bir davranış. Şimdi uyur gezer bir arkadaşın kalkıp gitse, sen onu göremezsin. Düşün ki helaya kalkan bir arkadaşın geri gelmedi, belki de düştü bayıldı. Birisi gelip dolapları karıştırsa, buradaki her şey sana emanet. Bu defalık seni ikaz ediyorum, bir daha böyle bir şey olursa karışmam. Hemen yüzünü yıka kendine gel dedi”. Yüzümü yıkadım, baktım, adam yok olmuş.
O günden sonra kesik başlı müdür hikayesi aldı yürüdü. Müdür bey büyük avluda bütün öğrencileri toplayıp konuşana kadar devam etti. Müdür beyin tavrı kesindi “Bir daha bu hadise karşıma gelirse, gözünüzün yaşına bakmam atarım sizi son defa ikaz ediyorum, işte o kadar.”
Yıllar geçiyor geçmesine de korkular özde aynı kalıyor, şekli değişiyor, görüntüsü değişiyor. Yalnız kalmak istemiyor doktor. Yalnız kalmak hesaplaşmak demek, yalnız kalmak ruhların insafına kalmak, ilahi adalet için mahkeme edilmek demek. Gözünün önüne nişanlısı geliyor, cansız hala güzel. Islak saçları, elleri sanki biraz önce banyodan çıkmış gibi. Çok olmamış hemen bulmuşlar kızı. Gözümün önünden gitmiyor. Ruhların insafına kalmış. Gerçekten suçlu o ise, gerçekten sorumlu o ise; ruh, doktorun yalnız kalmasını bekleyecek, ondan bir açıklama belki de yalvarma bekleyecek. Bugüne kadar doktor ruh görmedi, ruh görünecek ise bu işin biran önce olmasını istiyor, kendisinin suçsuz olduğuna inanıyor. Ona gelene kadar ne suçlular var. İstemek ile hazır olmak aynı şey değil. Ne kadar istese de, “ne olacaksa biran önce olsun” dese de hazır hissetmiyor kendini. Düşündüğü zaman bile ürperiyor, serin bir rüzgar vücudunda dolanıyor.
Her şeyi kendisinin uydurduğunun farkında. Bu farkındalık, her şeyin uydurma olması, bütün bunlardan korkmasını, etkilenmesini engelleyemiyor. İnsan vicdanındaki yükleri, safraları bir an önce atmak istiyor. Sorularla tereddütlerle dolu vicdanı taşımak zor. Yöntem ne kadar uydurma da olsa, saçma da olsa insan bir an önce vicdanındaki yüklerden, safralardan kurtulmak istiyor.
Yalnız kalmaya fırsatı olmuyor. Okulun öğretmeni geldi. Levent öğretmen, ilkokulda görevli, okulda iki öğretmen ver. Diğeri evli, çilesiyle lojmanda kalıyor. Levent, doktoru uzun zaman beklemiş. Anlatacak çok şeyi olan, anlatacak kimsesi olmayan biri Levent. Doktorun geldiğini duyunca, okuldan sonra koşarak sağlık ocağının lojmanına geldi. Durmadan konuşuyor, anlatıyor, anlatıyor. Doktor dinledikçe, anlattıklarını anlattıkça seviniyor. Dilinden anlayan birisini bulmak gibisi var mı? Gömü bulmuş gibi olur insan, anlata anlata, dinleye dinleye bitiremez. Gece ilerleyince uykuları geliyor, ayrılıyorlar, yarın görüşecekler, Levent “mutlaka geleceğim” diyor.
Ocakta günler birbirine benziyor, gündüz muayene, akşamları Levent sohbetleri. Ara sıra Osman pehlivanı konuşturuyorlar, maceralarını anlatıyor. Anlattıkları inanılacak gibi değil. Başka biri anlatsa uyduruyor da anlatıyor dersin. Ama bu Osman pehlivan, yalanı dolanı sevmez. Kimseden çekinmez, dosdoğru bildiğini söyler. Gençliğinde Kırkpınar güreşlerine gitmiş. Yurdun dört bir yanından kendine, gücüne, bileğine güvenen yiğitler gelmiş. Gavurlar da var, güreşlerin filmini çekecekler. Türkleri minder de yenemeyince buraya gelmişler, güreşlerin filmini çekecekler herkes öyle diyor. Güreşlerin filmini çekip, yeni yeni oyunlar bulacaklar, kendi güreşçilerine öğretecekler. Kimse umursamıyor bile, bu iş öyle filmle, artistle falan olmaz. Giyersin kıspetini, çıkarsın meydana. El ense,kurt kapanı. Burası er meydanı, buradan nice yiğitler geçti, bu iş öyle filmle, artistle olmaz.
Güreşeceksen, kıspetin olacak, kıspetin yoksa güreşemezsin. Kıspet alacak paran yoksa kiralık kıspet var. Yalnız kaparo koyacaksın. Kıspeti getirince kaporanı alırsın. Para zor yetiyor ucu ucuna.
Güreşlere daha üç gün var, biraz dolanıp bakmak lazım kim var kim yok. Tanıdık birileri olur, yabancı olanları seyretmek görmek lazım. Her şeye hazırlıklı olmak lazım.
Luna park kurulmuş dere boyunca. Salıncaklar, uçan kayıklar, büyükler için de eğlence var. İnsan böyle yerlerde dikkatli olmalı. Bir adamın başına bir sürü adam üşüşmüş. Sen kazandın, ben kaybettim. Bul karoyu al parayı. Adamın biri üç kağıt açıyor. Açıyor, açıyor olmasına ama yüzünden belli acemi bu işlerde. Terleyip duruyor. Boyuna para kaptırıyor. Ava giderken avlanmış enayi. Gidecek gibi oluyor etrafındakiler tutuyor, bırakmıyor. Salmıyorlar adamı. Adam kaybettikçe kaybediyor. Üç kağıtçı da olsa, Osman pehlivan zorda kalana yardım eder. Bu defa duraksıyor. Bu üçkağıtçı kim bilir kimlerin yuvasını yıktı, sermayesini, elindekini avucundakini aldı. Şimdi çetin cevizlere çattıysa, bu onun sorunu. O kadar adamın canını yakmış şimdide onun canı yansın. Vazgeçiyor Osman pehlivan. Karışıyor kuru kalabalığa, adamlar yer açıyor. Biri kulağına fısıldıyor “Yakaladık foyasını, elindeki parayı alıyoruz. Zamanında çok adamın canını yaktı bu hergele.” Başını sallıyor. Osman pehlivan, demek ki tahmini doğru.
Cebinde fazla parası yok iki üç günlük yevmiye güreşlere kadar. Bir de kıspet. Kıspet deyip geçme, kısmet olmazsa kaporayı da alamazsın. Osman pehlivan kıspeti vermez.
Osman pehlivan hangi karta para koysa, o kart kazanıyor. Üç kağıtçıda boncuk boncuk terler birikiyor, şakaklarından akıyor tel tel. Osman pehlivan kazandıkça adam terliyor, adam terledikçe pehlivan kazanıyor. Bu iş iyi iş, bu işte para var. Birkaç el sonra biraz değişiyor. Bir pehlivan kazanıyor bir adam. Derken hergele üç günlük yevmiyesinde alıyor. Pehlivanı bir telaş alıyor, ya aç aç, güreşlere kadar bekleyecek yada bu işten vazgeçecek. Kıspetini yarın verecek, kaporasını alacak memlekete dönecek. Kolay değil. Üç gün aç aç bekle dur sonra güreşlere katıl. Çayırda damın leşini çıkarırlar, pestil gibi yere çalarlar. Üç kağıtçı çelimsiz, kara kuru. Pehlivan, adamın boğazına yapışıyor, parasını almak zorunda. Etrafındakiler araya giriyor, hepsi birlik oluyor, adamı koruyorlar, “kazanırken iyiydi, kaybedince kötü mü oldu, ayıp oluyor koca oğlan, sana yakışmaz.” Nereden bulduklarını anlamıyor, ellerinde sopalar, bıçaklar; kalabalık tümden üçkağıtçıyı koruyor. Pehlivan uzatmıyor, adamı bırakıyor. Kalabalık aynı kuru gürültüye devam ediyor, pehlivan yokmuş gibi oyuna devam ediyorlar.
Osman pehlivanı bir düşünce alıyor. Bu parayı almak gerek. Kıspet! Kıspeti koysa ortaya. Kaporalı dese, oyuna girse. Belki yevmiyeyi kurtarır, üç gün güreşlere kadar boş dolaşmaz. Kaybederse ne olacak? Kaporası yanar, kaparo yanarsa geri nasıl dönecek, onca yol hiç kolay olmaz. Eziyet olur, acı olur, çıban yarası gibi acı olur. Pehlivan ömür adam anlatmaya başladı mı, çok hikayesi var, kitap gibi. Bütün heybetine rağmen alçak gönüllü. Yüreğin de, bileğin de kimde olduğunu bir bakışta anlar, yanılmaz. Kumarı hiç sevmiyor. Eski olaydan olacak kumar dendi mi kızıyor, kumar oynayanı da sevmiyor.
Burası Levent’ in görev yaptığı ikinci yer. Daha önce çalıştığı yer ile ilgili konuşmak istemiyor. Anlaşılan onunda kimseye göstermek istemediği karanlık bir yüzü var. Erkekler, kadınlara benzemez. Kadınlar her şeyi paylaşmayı bilirler. Konuştukça açılırlar. Konuşulacak şeyleri konuşurlar, bakarsın konuşulmayacak şeyleri de konuşurlar.
Sevinçlerini, dertlerini, acılarını muhabbetle katık yaparlar, anlattıkça yüreklerinin tozu alınır. Sıkıntıdan kurtuldukça gönülleri parlar.
Dertlerini meze yaparlar, çay arası kurabiye, çörek yaparlar. Böylesi daha iyi. El alem başkasından duyacağına, kendileri anlatır her şeyi. Öyle olunca kimse bire bin katamaz, hem de konu kendiliğinden kapanır. Sen paylaşmazsın acılarını, kayıplarını, yenilgilerini. Güneş geçmez hücrelere basarsın onları, sonra aklının derinliklerine gönderirsin, karanlık ufuksuz derinliklere.
Sıkıysa anlat. Anlat yenilgilerini, kayıplarını. Adamı tefe koyarlar, maskara olursun. Hele sarhoşken ağzından kaçırırsan, günlerce yaptığın hata için kıvranırsın.
Akşam sohbetleri. Önceleri konuşmalar tek tük, sohbetler sayılı. Nerelisin, nerede okudun, nerede çalıştın?buradan sonra çareyi düşünüyorum? Yuvarlak havadan sudan sohbetler. Zaman geçtikçe, tanıştıkça ,ondan başka bir alternatif olmadığını anlayınca, konuşacak konu bulamayınca sohbetlerin şekli rengi değişiyor. Sırlar, hatıralar, özenle saklanan, yanlış bilinen dünyalar ortaya seriliyor. Herkesten bir şey öğreniyor insan. Dayısı “ ölene kadar öğreneceğiz oğlum, ölene kadar” demişti. Beraber yaşanan her an, her saniye insana bir şeyler öğretiyor. İnsanlardan uzak durmamalı, insanlara sokulmalı. Anlatmazsan, bilmiyor derdini başkaları, çare olamıyor. İnsanoğlu gariptir. önündeki dosdoğru gerçekleri görmez, inanmaz. Olmasını istediğine inanır, olmasını istediğini gerçek bilir.
Küçük yerlerde akşamın yalnızlığı çabuk iner. Konu ne olursa olsun, insan konuşacak birilerini arar. Konuşacak birini bulunca bütün konuşmamanın acısı ondan çıkarılır. Dinlese de dinlemese de her şeyi anlatırsın. Karşındakinin de şansı yok, senin de. O konuştukça sen dinlersin sen konuştukça o dinler. Torba boşalınca, konuşacak şeyler azaldıkça dert etme. İnsan konuşacak bir şeyler uyduruverir. Konuşmazsan çatlarsın zaten. Enerjini, yükünü atamazsın. Fazla yük devrelerine, sinir sistemine zarar verir. Bedeni topraklamak, kötü enerjiyi atmak toprağa vermek lazım. Anlattıkça konuştukça, yapmış kadar,yaşamış kadar rahatlarsın.
Derdini anlatmadıkça, torbanı boşaltmadıkça içindeki gerilimi beslersin, ciddiye alırsın. Dinleyecek birine anlatırsan, içindekini kurcalamaz büyütemezsin. İçindeki sohbet konusu, akşam gevezeliği, önemsiz, lüzumsuz bir şey oluverir, enerjisini tüketir. Kaygılarımızın, kuruntularımızın bizi esir almaya ne hakkı var?
Konuştukça, anlattıkça, torba boşaldıkça, konu bitmez. Çevresine yönelir insan. Günlük yaşantımızda, her gün karşılaştığımız şeyler konu olur. Konu olmakla kalsa iyi. Anlatıla anlatıla bitirilmez. Dönüp dolaşıp aynı şey anlatılır.
Osman pehlivanın katkıları ile sohbetler renkleniyor. Güreşler anlatılıyor. Anlattıkça kendisi de eğleniyor. Pehlivan bu. Bütün derdi güreşler. Zamanı yaklaştıkça kalbi başka türlü atarmış. Rüyalarında, işinde, aşında güreşten başka bir şey görmez olurmuş.
Adaklar adar, dua edermiş. Geçmiş zaman. Yine güreş mevsimi yaklaşıyor, Osman pehlivanı bir heyecan almış. Bu defa hazırlıklı. İnsan hazırlandıkça, iddialandıkça daha heyecanlı oluyor. Heyecan bastıkça basıyor. Osman pehlivan çaresiz. Hanımı durumunu fark etmiş. “Bu böyle gitmez, buna bir çare lazım.” Okudular üflediler. Pehlivanın inancı var, ciddiye alıyor. Ninesi bir muska yazmış, yanından ayırmıyor. Durumu düzeldi ama ya güreşlerde olursa, ya güreşlerde heyecanlanırsa,bütün çalışmalar bütün hazırlıklar boşa gider. Düşünsene günlerdir hanımının yanaşmamış, gücünü, kuvvetini harcamak istememiş.
Ninesi akıl verdi. Orman köylerinde bir adam var. Garip bir adam. Derdine çare bulamayan ona gider, çare dilenir. Çocuğu olmayan, parası, malı çalınan kapısını aşındırır. O adama giderse garip adama belki bir çare bulur. Soruyor soruşturuyor böyle bir adam var ama o köyden değilmiş. Başka yerden gelmiş, değişik bir adam. Kınalı kuzusu bir de kimseye göstermediği bir sandığı varmış, garip değişik bir adam. Bazı insanların derdine çare bulmuş ama adam deli, kimine de faydası olmamış.
Dert bu, adamın aklına düşünce, çare neredeyse oraya gidersin, yarar mı yaramaz mı kimseye sormazsın. İşe yarayacağına, iyi geleceğine inanırsın, inanmak istersin. Düşüyor yola, orman köylerinde adamı buluyor. Anlatıyor derdini. Adam çıkarıp bir parça veriyor. Pehlivan bakıyor, eviriyor, çeviriyor bir şeye benzetemiyor. Adam sıkı sıkı tembih ediyor. “ Bunu yutacaksın. Amma her güreşe çıkarken yutmayacaksın. En önemli güreşin hangisiyse ona çıkarken yutacaksın. Bunu yuttuktan sonra bir akşam geçince bunun etkisi geçer, bedenin aklın alt üst olur, kendine gelemezsin. Unutma en önemli, en son güreşlerden önce yutacaksın.”
Pehlivan ufak parçayı alıyor. Bu parça gibi değil de ilaç gibi bir şey herhalde, şifalı bir şey. Elinde tuttuğu zaman bile güven veriyor pehlivana.
Güreşler başlıyor başlamasına ama Osman pehlivanın daha ilk günden heyecanı başına vuruyor. Osman pehlivan o kadar iddialı, o kadar iddialı ki zaferin heyecanı şimdiden basıyor. Cebine gidiyor eli. Yutacak. Aklına adamın dedikleri geliyor. En son, en önemli güreşlerde yutmalı. Dayanamıyor ki heyecana, yutsa bir türlü yutmasa bir türlü. Dayanamıyor. Atıyor parçayı ağzına. Biraz sonra garip bir şey oluyor, kendine güveni geliyor,tuttuğunu deviriyor, bulduğunu yeniyor, deviriyor. Rakip dayanmıyor, ilk günden diğer güreşçiler onu belliyor, kimse yarın onunla karşılaşmak, güreşmek istemiyor.
Gece olunca Osman pehlivanı bir telaş alıyor. Bugün işler yolunda gitti. Gitti gitmesine de yarın ne olacak? Ne demişti adam? Bir gece geçirince etki geçecek; aklı, bedeni allak bullak olacak. Bu nasıl olacak bilmiyor, yoksa yedikleri mi dokunacak, bu parça midesini mi bozacak?
Osman pehlivan sabah uyandığında yorgun uykusuz. Bütün gece ertesi günü düşünmüş, o garip adamı düşünmüş. Kispetini giyiyor, yağlanıyor derken kendini kötü hissediyor,karnında bir ağrı bir ağrı sorma gitsin. Öyle bozmuş ki bağırsakları heladan çıkamıyor. Atlattım, güreşe çıkacağım derken yeniden helaya koşuyor. Kimsenin gözüne gözükmüyor yoksa rezil olacak. Bir helaya koşuyor bir meydana. Vazgeçiyor, en iyisi kimseye görünmemek. Güreşlere katılmayınca, kaybediyor hakkını,kimselere görünmeden köyde alıyor soluğu.
Gidiyor. O garip adamı buluyor. Adamın gırtlağına yapışıyor, öldürecek.
- Namussuz herif,rezil ettin beni,yazık ettin emeklerime.
- Dur pehlivan, ben ne yapmışım sana, ne zararım olmuş?
- Daha ne yapacaksın, rezil ettin beni, güreşlere gittim, helaya kapandım kaldım.
- Dinledin mi öğütlerimi, yuttun mu verdiğim şeyi?
- Ondan oldu ya her şey, ne geldiyse o verdiğin şey dokundu bana.
- Pehlivan ben sana bir şey vermedim ki. Ben sana bir şey yapmadım ki. Ne yaptıysan sen kendine yaptın.
- Nasıl olur, yalancı herif? Verdiğin şey dokundu bana.
- Sana hiç bir şey dokunmadı. Sen kendine dokundun. Senin heyecanın kimde olsa çatlar, ölmeye yatardı. Sen iyi dayandın gene aklını kaçırmadın, saçların bembeyaz kesilmedi. Ben seni görür görmez anladım derdini. Derdinin çaresiz olduğunu anladım. Ne yaparsam yapayım seni sakinleştiremeyeceğimi anladım.
- Yani verdiğin ilaç dokunmadı mı?
- Sana ben ilaç vermedim. Bahçede bulduğum ufak bir inciri bölerek tuzladım. Sana tuzlanmış incir meyvesi verdim. Ben sana ilaç vermedim. Sen bunu ilaç belledin. İşe yaramasını o kadar çok istiyordun ki tuzlu incir meyvesi sana yaradı.
Yalnız heyecan seni öyle bir hırpaladı, öyle bir salladı ki etkisi ancak bir gün sürdü. Kör kuruntusu,şerri incirin tesirini sildi süpürdü. Kolay mı gecenin şerrine karşı durmak? Ne zaman yediysen inciri ancak o gün faydası olmuştur sana ancak o gün. Söyle bakalım ne gün yedin inciri?
Doğru söylüyordu garip adam, kınalı kuzulu, kilitli sandıklı adam. Galibiyetin heyecanı, bütün bedenini aklını, esir almıştı. Çocukluğunda da olurdu böyle heyecanları. Sünnet olmasına yakın gene böyle olmuştu. Heyecan cayır cayır yakmıştı bedenini, üç gün heladan çıkamadı. Heyecan bağırsaklarına vuruyordu, zayıf yeriydi karnı.
Osman pehlivan da hikaye bitmez. Her güreş,her güreş mevsimi bir anı, bir olay. Levent ile doktor konuşacak bir şeyler bulamayınca,boşalınca torba pehlivanı çağırıyorlar “Eee pehlivan şu güreşlerden bize bir şeyler anlatırsın artık. Çayını da demledik bizi kırma”.
Levent doktora benziyor ama bu defa kurban kendisi. Aşık olmuş. Çok sevmiş. Ne yaptıysa kız bir eksik bulmuş, beğenmemiş. Levent’i bir kobay gibi deneyip durmuş. Zavallı Levent, yılanın büyülediği şaşkın bir çöl faresi gibi teslim etmiş kendisini.
Levent’i dinlerken hikayelerinin ne kadar farklı olduğu fark ediliyor. Doktorun işi biraz daha karışık. Levent’in hikayesi, lise aşkı gibi bir şey, masumca. Doktor düşündükçe o günlere dönüyor, o günlerin sıcaklığı kafasında ısınıyor, ter basıyor.
Meşaleler geceyi aleve boğdu, atlar zorlanmış, homurdanıp, kişneyip duruyorlar. Durdukları yerde dolanıyor, başlarını, kuyruklarını sallıyor. Anlaşılan terli vücutlarına sinekler yapışıyor. Aynur kapıyı açmaya cesaret edemedi. Titrek bir sesle gelenleri soruyor. Doktorun odası binanın diğer tarafında. Kapı aralığından doktoru görünce rahatlıyor. Doktor temkinli. Buraları geceleri ıssız olur. Kimin yaralanacağı, kimin düşeceği, kimin vurulacağı belli olmaz gece vakti, belki de bir çatışmada bir haydut yaralanmıştır, kim bilir.
Gelenler konaktan. Konakta kötü bir şey olmuş, gençler yaralanmış, acil doktor gerek. Doktor çantasını, kulaklığını, birkaç eşyasını alıp gelenlere katılıyor, gecenin koyusunda meşalelerle uzaklaşıp gidiyor. Aynur arkalarından bakmaya doyamıyor, yeni nişanlandılar, evlenecekler.
Konakta hava ağır sanki birazdan cenaze çıktı yada çıkacak. Koşarak çıkıyor herkes merdivenlerden, süslü birkaç kadın ağlayıp duruyor. Hepsinden güzel ağlıyorlar, insanın seyredesi geliyor.
İki kişi var yataklarda. Konağın sahibi aceleyle doktorun elini sıkıyor, tanışma işi sonraya kalacak. İkisi de genç, ikisi de narin iki kız. Birinin güzelliği loş salonu ayna gibi aydınlatıyor.
Ormanda gezmeye çıkmışlar. Kızlar evden uzaklaştıklarını fark edememiş. Dağlardan inen yabani hayvanlar genellikle ormana kadar gelir. Avcılar ağaçların arasına tuzak kurar, insanlara zarar vermelerini önlemeye çalışır. Ne olduysa, o arada oluyor, kızların ikisi de ayı kapanına kapılıyor. Kara demir, paslı demir. Koca koca çivileriyle kızların ayaklarını kapıyor, acımasız ağzında sıkıyor adeta ısırıyor.
Yaraların durumu berbat, yalnız kemiklerde sorun yok, adaleler dağılmamış. Doktor yaraları temizledikten sonra durumu daha rahat inceleyebiliyor.
Tedavi birkaç gün daha devam etti. Doktor her gün konağa taşınıp durdu. Kızlardan biri konak sahibi Ayhan beyin kızı, diğeri evde kızlara arkadaşlık eden bir hizmetli. Günler geçince hizmetli kızın ayağı, vücudu şişiyor, mikrop bedeni tahrip etmiş. Hizmetli kız daha fazla yaşamadı. Ayhan bey şaşkındı. Kızının doktorun yardımıyla kurtulduğuna inanıyor. Borcunu nasıl ödeyeceğini bilemiyor.
Tedavi devam ettiği sürece doktor konağı sık sık ziyaret etti. Aynur kızıyor ilerliyor. Her zaman hassas bir kızdı Aynur. Gizli gizli ağlıyor, doktorun konağa gitmesine mani oluyor ama doktor sadece gülüyor “hadi oradan yaramaz çocuk” diyor, alay ediyor. Doktor Ayhan beyin kızının güzelliğine hayran oldu ama Aynur başka anlamlar taşıyor. Verilmiş sözleri, nişanları var. Kadınlar. Kıskanmak alışkanlık onlar için. Doktor, Aynur’un davranışına gülüp geçiyor. Gülüp geçiyor o güne kadar. Deli kız dikkat çekmek için kendini göle atıyor, bağırıp çağıracak, doktorun aklını başına getirecek.
Aynur kendini göle atınca bağıramıyor, ayaklarına sazlar dolaşıyor, çamur dibe çekiyor, can havli ile birkaç çığlık atıyor. Gelenler, yetişenler, yetişene kadar kızcağız ruhunu teslim ediyor.
Doktor olayı konaktan geldiğinde öğrendi. Şok geçiriyor, inanamıyor. Böyle bir delilik yaptığı için Aynur’u tokatlamak, azarlamak geliyor içimden. Biraz önce konuştuğu suratını asan, çocuk gülüşlü Aynur yok artık. Burada ama burada değil. Doktor inanamıyor.
Herkesin hikayesi birbirine benziyor ama apayrı. Dinlemeden, öğrenmeden insanları yargılamamalı. Gördün mü gevezeleri. Pehlivanı bile kızdırdılar. Neler dediler doktor için böyle pırlanta gibi adamı karalayıverdiler bir kalemde. Pehlivan bile gitmesini istedi, tayinini istedi. Konuşmamalı, anlatmamalı insan bilmediği şeylerle ilgili. Hay dilinizi eşek arısı soksun.