Arama

Hikayeler ve Öyküler -2- - Tek Mesaj #1111

recruit87 - avatarı
recruit87
Ziyaretçi
29 Temmuz 2007       Mesaj #1111
recruit87 - avatarı
Ziyaretçi
Bildik Bir Öykü

Kader, emir komuta zinciriyle ağlarını örmeden önce: O, boynunun altındaki ak leke denli ak talihli, ülkenin bir numaralı paşasının, biricik karısının, biricik Kuki’siydi.
Hanımının ‘bir dediğini iki etmeyen’ Paşababası onu evlerine almayı bir şartla kabul etmişti.
Kısırlaştırılacaktı. Kara bir yün yumağı gibi koltukların altında yuvarlanıp durduğu aylar çabucak geçip gitmiş… İlk âdetini görmesinin ardından da kötü günler tespih taneleri gibi ardı ardına dizilip gelmişti.
Onu, askeri tıp akademisinde üst rütbeli bir subay kısırlaştırmıştı. Bu ameliyat sonrası huysuzlaşmış, herkese hırlar, diş gösterir, her şeyden korkar olmuştu. Bunlar da yetmiyormuş gibi Paşababasının kokusunu aldığı terlik, pijama, atlet vb eşyanın üzerine çişini yapmaya başlamıştı. Bu davranışlarının nedeni, belki geçirdiği ameliyatın sorumlusu olarak Paşababasını görmesi, belki de Rusya seyahati sonrasında paşa babasının ona karşı değişen tutumuydu. Paşa, bu seyahati sırasında gezdiği bir müzede kucağında, kapkara bir kediyle görüntülenmiş ‘Keçi sakallı kelin’ fotoğrafını görmüştü. Bu işler şakaya gelmezdi. O fotoğrafı gören maiyetindekiler, evindeki kara kediyi gördüklerinde: ’’Paşa ne iş, ’’ demezler miydi? Talihi, bedenin rengini almış, talihsiz olayların ardı arkası kesilmemişti. Hanımı ölmüş, hanımının hatırına kendine katlanan paşanın tavrı daha da çekilmez olmuştu.
Paşa, onu sıcak yuvasından eden kararı Harp Akademilerinde verilen: ’Şer odakları ve şer odaklarıyla mücadele’ başlıklı bilgilendirme toplantısının ardından vermişti. Fuayede çok sevdiği arkadaşı ve astı bahriyeliye:
"Bizim Kuki’ i bilirsin… Onu her gördüğüm de rahmetliyi hatırlıyorum. Benim için çok zor olacak ama bir müddet Kuki sizde kalsa nasıl olur?" demiş ve emir verir bir tonla:
"Sizde nasılsa bir tane var. N’tekim bir ikincisine de bakarsınız artık," deyi vermişti.
Oysa az önce katıldıkları toplantıda istihbarat kayıtlarından deyip sunulan: Nazım Hikmet’in Bursa Cezaevi avlusunda çekilmiş fotoğrafını gördüklerinde zincirin her iki halkasının da aklından aynı şey geçmişti: "Evdeki musibetten bir an önce kurtulmak ."
Bu kadarı da tesadüf olamazdı: "Vatan haini Nazım’ın, kucağında bahriyelininkinin tıpa tıp aynı akça pakça bir kedi vardı."
Donanmacı:
"Nasıl olur? Bilmem ki Paşam, bizimkiyle anlaşabilirler mi?", demişse de her derde çare, kendi biçare malum zincir burada da işe yaramış, "birini def etmeyi" düşünen donanmacının başına "ikinci bir bela," sarılmıştı.
Tarih, donanmacıyı haklı çıkardı. Kuki, yeni evini, evin gediklisi Pamuk’la paylaşmak niyetinde değildi. Arkasına taktığı yavrularıyla ortalarda anaç hali dolaşmasını, sahibinin Paşa babasına göre daha liberal düşünceli olmasına borçlu olan Pamuk’u, her gördüğünde geçirdiği operasyonu hatırlayıp deliriyordu.
Sonuçta: Donanmacı da olsa; o, da bir paşaydı. Bir noktadan sonra liberalliğin lüzumu yoktu. Ortada küçük kızının hatırı da olsa… Memlekette ‘huzur ve güven ortamı tesis etmeye’ çalıştıkları malum günlerde kendi evinde huzurun bozulmasına seyirci kalamazdı. Zinciri bir kaç bakla aşağı indirmesi sorunu çözmeye yetti. Kuki ile ilgili ‘Büyük Paşanın da rızası alınıp; Pamuk’la ikisinin donanma komutanlığına bağlı bir askeri cezaevinde, cezaevi komutanın gözetimi altında geçici olarak ikamet etmesine karar verildi. Niye cezaevi, diyecek olursanız? Hemcinslerine şer odaklarının en tepesindekiler bu denli itibar ettiği için.
Genç cezaevi komutanı, amiralin kızına hafiften kesik olduğundan, yakınlık vesilesi olur hesabıyla bu çözüme gönüllü yazıldı.
Paşalar, kedilerini ellerinin altında tutukları bu çözümü pek bir sevmişlerdi. ‘’Ne olur? Ne olmaz?’’ İlerde ani bir sivilleşme rüzgârı esebilirdi.
Kuki’ yi, burada da yediği önünde yemediği ardında bir hayat bekliyordu. Ne de olsa Büyük Paşanın emanetiydi. Komutan, onunla bizzat ilgilenmesi için Postasına emir vermişti. Artık, yaşı biraz geçkince, okumuş yazmış kılıklı, gözlüklü Komutan Postasının, vukuatsız bir şekilde askerliğini bitirmesi birazda Kuki’ in elindeydi.
Nöbet değişim yerindeki tüfek doldur-boşalt varillerinin üzerinde ön ayaklarının arasından saldığı arka ayağını yalayan Kuki’ in, aklından bütün bu olaylar film şeridi gibi geçiyor dersek yalan olur. O, film şeritlerine sığacak denli sığ düşünmezdi. Üstelik şu anda, çok daha yaşamsal bir uğraş içerisindeydi. İlerlerde güneşlenen Haydut’a, hoş görünmek için, sabah makyajını yapıyordu.
Haydut, uzandığı duvarın üzerinde doğruldu. Usulen patilerini yalayıp kulaklarının arkasını, burnunun üstünü sildi. İri pembe dilini titrete, titrete esnedi. Ön ayaklarını ileri uzatıp, üzerinde gerindi. İleriye doğru uzattığı ön ayakları paralel, arka ayakları üstünde sfenks halli oturdu; duvardan aşağı sarkıttığı siyah kuyruğunu keyifle sallamaya başladı. Birden bilinmeyen bir yerden çağrı almış gibi yerinden kalktı. Silah doldur-boşalt varilinin üstüne uzanmış siyah kedinin hayran bakışlarını üzerinde hissederek usta adımlarla ilerledi. Güneş güzel, koğuş pencerelerinin altındaki kanepede uzanmış yatan sarı beyaz hemcinsi daha da bir güzeldi.
Henüz havalandırma alanı bomboştu. Birazdan koğuşlar, havalandırmaya çıkar güneşlenenler, koşu yapanlar, volta atanlarla ortalık panayır yerine dönerdi. Haydut’un hedefine kararlı adımlarla ilerlediğini gören Kuki, bir süre göz hapsine aldığı gözdesini izledi; onun kanepeye edepsizce uzanmış yatan sırnaşığın yanına sokulduğunu gördüğünde, onurunu kurtarma belasına kuyruğunu umursamazcasına salladı, idari binanın kapısından içeri girdi. İşte o an, bir an için insan kılığına girebilseydi, onuru kırılmış bir genç kız gibi odasına çekilip yatağına yüzüstü kapaklanıp ağlamak isterdi.
"Sevmediğim kenger o da burnumda biter. O, anaç sümsük ardı sıra buralara kadar gelmişti. Belki de Haydut’un O, sırnaşığı tercih etmesinin nedeni geçmişte geçirdiği ameliyattı. Gerçi, ameliyatlı olduğunu haydut nasıl bilebilirdi ki? Kaç mart geçmiş yaşadıkları tek bir yakınlaşma anı olmamıştı..."
"Paşababası, onun için bir şeyler yapamaz mıydı?" Mahallenin bitirim delikanlısına tutulan şımarık, hastalıklı zengin kızını oynamaktan nefret ederdi. Bu fikri aklından çabucak attı:"Haydut, ona, kendisi için gelmeliydi." Kendisi onun yanına gitse? Aile terbiyesi mi izin vermezdi? : Hayır. "Kedilik ve dişilik onuru... ’’ Üstelik sevgilisinin düşüp kalktığı yerler pek tekin değildi. Arada bir onlara ev yemekleri, özel mamalar getiren beyaz tüylü sırnaşığın ilk sahibesiyle pek içli dışlı görünen üniformalının adamları, hem Haydut’un hem de O, şıllığın takıldığı yerlere baskın yapıp nefes nefese idari binaya dönüyorlardı. Arada kalıp ezilmekte vardı. " Doğrusu sezonluk yaşanacak zevkler için bu kadarına katlanamazdı... İşi oluruna bırakmak en iyisiydi, doğa ana bir gün nasılsa onların yolunu bir yerde kesiştirirdi."
Kuki’ in çekilmez tavırlarından uzaklaşmak için şimdi bulunduğu avluda gönüllü sürgün yaşayan Pamuk’u, buralarda, kırk yılda bir, birileri aklına estiğinde :
"******," diye, çağırıyordu. Hoş onun, beyaz bedeninin artında siyah kuyruğunu bayrak gibi dikip; ikiz kirazlarını göstere, göstere tüm avluyu düzenli aralıklarla sidiği ile onurlandıran sevgilisinden başkasını görecek hali mi vardı? Gün boyu güneşi karşısına alıp, martsı, martsı esen rüzgârın yönüne göre sarıkuyruğunu sallıyor, uçları kendiliğinden sürmeli yeşil gözlerini kırpıştıra, kırpıştıra, sevdiğinin uzaktan uzağa izliyordu.

Güneş, sahile sırtını dönmüş kocaman bir E harfi gibi duran cezaevinin, duvarları üstüne gerilmiş tel örgülere asılıp kalmıştı. Bir metre aralıkla çekilmiş iki sıra tel örgülüyle sınırları belirlenmiş bir koridor, duvarı iki eşit parçaya bölüyor, koridor elli metre uzandıktan sonra idari binayla sınırlanmış geniş bir alana açılıyordu. Mermer kaplı beton kaidesi üzerine oturtulmuş, tunçtan yapılmış izlenimi vermek için garip bir renge boyanmış alçıdan yapılma Atatürk büstü, idari bina duvarını ortalıyordu. Kaidenin sağ yanında az önce Kuki’ in üzerine oturup sabah makyajını yaptığı tüfek doldur- boşalt varili, sol tarafında da idari bina giriş kapısı ve tüm askeri birliklerin olmazsa olmazı yangın söndürme köşesi vardı.
Yangın söndürme kösesi, şeref kürsüsüne benzer bir tahta altlığın basamaklarına oturtulmuş,
üzerlerinde sırayla YANGIN kelimesinin harfleri yazılı, kum dolu kırmızı kovalarlardan ibaretti. Bu kovaların, burada gerçekten yaşamsal bir işlevleri vardı. Diğer askeri birliklerde olduğu gibi sadece sigara izmaritlerini söndürmeye yaramıyorlardı. Kuki, birincilik şerefine ermiş bu kovalardan N’ de kuru, G’ de ıslak ihtiyacını gideriyordu.
O, uluorta yerlerde ihtiyaç giderecek kedilerden değildi.
Yangın söndürme köşesinin az ilerisinde bir sıra pencere ve pencerelerin bittiği yerde tel örgüler ve tel örgülerin ardında da koğuş havalandırmaları yer alıyordu.
En baştaki pencerenin ardında Cezaevi Komutanı, her ayın ilk günü yaptığı gibi sumenin arasındaki aylık takvime ’hizmete özel’ yazışmalarla belirtilen, o aya ait özel günleri işaretliyordu. Ayın 6’sı ve 29 ‘unu yuvarlak içine alıp, birincinin üzerine kırmızı kalemle denetlemenin D’ sini ve ikincinin üzerine de siyah kalemle operasyonun O’sunu, kondurdu.
Bu takvime göre: Ayın en az iki pazarını görev başında geçireceği için üzgündü. Üzüntüsünü birileriyle paylaşmak ihtiyacı hisseti… İçmesini bekleyen çay bardağına bakıp; Postasını çağırdı. Masasında duran kamçı sopa melezi cisme uzandı. Postası, çay bardağının altlığına kenarları dantel desenli kâğıtlardan koymayı yine unutmuştu.
Postasının gelmesini beklerken oyalanmak için pencereye yanaştı. Gözü, nöbet yerlerini denetleyen bir komutan edasıyla, ağır, emin adımlarla duvar boyunca ilerleyen; beyaz bedeninin ardında siyah kuyruğu takmaymış gibi duran kediye ilişti.
Komutan, kedi yasağıyla ilgili talimatını, ’dantelli çay bardağı altlığının’ hesabını sorduktan hemen sonra verdi: "Burada, disiplin esas; başıboşluğa yer yoktu. Koğuş havalandırmalarının oralarda artık başıboş dolaşan kediler görmek istemiyordu."

Diğerleri, ön kısımdaki masalarda Türkiye Coğrafyası dersi görürken, az sonra verecekleri Türk Dili ve Edebiyatı dersine hazırlanmak bahanesiyle, Burhan ve Numan Hoca, ranzalarına çıkmış, ranza perdelerini çekmiş, güneş telgrafının başına oturmuşlardı.
Güneş yumağının iplikçikleri, karton bir gergefe apak harfler işliyor… Kısa aralıklarla soluklanan ışınlar, harfler arası yolculuklarına devam ediyordu.
Ayna, alfabenin harfleri yazılı siyah bir kartondan ibaretti güneş telgrafı. Kara tahta tebeşir terbiyesi almış parmaklar, güneş ışınlarının sobelediği sözcükleri, minik kâğıtlara not alıyordu:
- Şu deli bozuk oğlana söyle. Biraz ağırdan alsın.
Arkadaşı, bu mesajı aynayla odakladığı güneş ışınlarını karşı koğuşta asılı kartondaki harflerin üzerinden ağır, ağır geçirerek aktardı. Mesaj akışı yavaşlar gibi oldu. Yeniden hızlandı ve durdu.
KALEM... MEKTUP... Güneş ışınlarının sobelediği harflerin oluşturduğu kelimeler, konulan yeni yasakları haber veriyordu. Kendi koğuşlarında henüz bu yasaklar konulmamıştı. Eldeki tükenmez kalem içleri, diş macunu tüplerinin içine saklanacak, ek siparişler verilecek, henüz yasak konulmadan eşe dosta tez elden mektup yazılacaktı.
Onların, karşı koğuşa ilettiği yasaklar ise sıra dışıydı: SİGARA... KEDİ... Birincisinin önemi büyüktü ve her zaman ihtiyaç duyulandan daha az satın alınabildiği için bu konuda herhangi bir önlem alınamazdı. Karşı koğuştakiler ikinci yasağa bir anlam verememişlerdi. Çünkü koğuşlarda evcil hayvan beslemek oldum olası yasaktı. Yasağın uygulanış biçimini havalandırmaya çıktıklarında anladılar. Hem kendi, hem de karşı koğuşun havalandırmasında dolaşan kediler ortada yoktu. İdari binanın önündeki kara kedi duruyordu. Ama O kara kedi, asla onların havalandırmasına gelmez, gün boyu yönetim binasının orada güneşlenip dururdu. Böylece yasak öncesi kimsenin umursamadığı kediler, her iki koğuştaki tutukluların da ilgi odağı olmuştu.
Karşı koğuşunun ileri gelenlerinin, bu yasaktan rahatsız oldukları söylenemezdi.
Aksine pasifistlerin orayı mekân tutan koca kafalı erkek kedinin, avlularındaki kılkuyruğu önüne katıp kovaladığını gördükçe hayıflandıklarından memnun bile olmuşlardı. Kediler cephesinde de olsa, pasif duruma düşmek onlara yakışmazdı. Koca kafa onların yanında olsa: O başka... Ona farklı bir bilinç vermeleri mümkün olabilir? Ne biliyim? Belki de, bu bilinçlenme sonucunda, günün birinde, koca kafa idari binadaki kara kediyi önüne katıp kovalayabilirdi. Bu da bulundukları ortam göz önüne alındığında az bir başarı sayılmazdı.
Hocaların koğuşundakiler, bu yasağı daha bir derinlemesine yorumluyorlardı. Onlara göre :
"Cezaevi yönetimi, Haydut ismini koydukları kedinin, kendileri tarafından benimsenme sürecinin önünde engeller oluşturma çabasındaydı."
Oysa yasak koyucu cezaevi komutanının, düşüncesi çok daha yalındı. Anlamsız yasak yoktu. Yeter ki konulan yasak tutuklulara: "Hangi oyuncaklarının? Ne zaman? Ellerinden alacağının kararını onun verdiği mesajını iletsin." Ona, kalsa idari binanın önünde dolaşan o kara kediyi de oralarda tutmazdı ya: "Emir demir meselesiydi söz konusu olan."
Burhan ve Numan Hocanın, karşı koğuştan mesajlaştığı gençlerden kısa boylu, şişe dibi gözlüklerinin üstünden kalın kaşları fırça gibi duranı seri banka soygunu planlamaktan yargılanıyordu. Polis sorgusuna dayanan iddianamesinde evindeki plakların etiketlerinin arkasına çizilmiş, aynı bankanın farklı şubelerini soymak için hazırlanmış onlarca plan ele geçirildiği iddia ediliyordu. Bir elmanın iki yarısı gibi birbirine benzeyen banka şubelerini soymak için bu kadar farklı plana ne gerek olduğunu sorgulamak iddianameyi hazırlayan savcının aklının ucundan bile geçmemişti. O günlerde askeri mahkeme savcılarının tek görevi:" Sanığın, her ne kadar bidayetteki ikrarı, bilahare inkâra dönüşmüşse de sanığın poliste verdiği ifadesinde samimi olduğu genel tutum ve davranışlarından anlaşılmaktadır." türünde açıklamalar ekledikleri; sonuna fiiline uyan ceza maddesini belirttikleri iddianameler hazırlamaktan ibaretti.
Banka soygun planları hazırlamaktan yargılanan gencin yaratıcılığı sınır tanımıyordu. Tuzlu su ve güneş enerjisiyle yeniden şarj edilen piller, güneş telgrafı adı verilen haberleşme aracı onun buluşlarıydı. Havalandırmada hararetli tartışmalar yaparak yan yana volta attığı; uzun boylu arkadaşının uzmanlık alanı farklıydı. Güneş telgrafının planlarını karşı koğuşa ulaştırma işini O, üstlenmişti. Sigara paketinin parlak kâğıtları arkasına çizilen planı sıkıştırarak katlamış, ambalaj lastiği ve tükenmez kalem gövdesinden oluşturduğu özel bir tabanca marifetiyle, Burhan Hocaların havalandırmaya açılan penceresinden içeri yollamayı başarmıştı. Geliştirdiği bu garip alet rutin bir koğuş araması sırasında arama mangasının başını çeken Komutan Postası, tarafından yatağının altında bulunmuş; bir an göz göze geldikleri Komutan Postası, yanındakilere göstermeden, aleti cebine atmış; bu sayede baş ağrıtıcı bir soruşturmadan kurtulmuştu.
Kedi ve sigara yasağı, biri birinin ardı sıra gelen uzun süreli yasakların başlangıcı oldu. Yasaklar, yeni yasakları, yeni yasaklar süreli açlık grevlerini, açlık grevleri disiplin operasyonlarını, operasyonlar süresi belirsiz açlık grevlerini ve ziyarete, mahkemeye çıkmama eylemlerini getirdi.
Hocaların koğuşu, süresiz açlık grevlerine, ziyarete ve mahkemeye çıkmama eylemlerine katılmıyor; buna karşılık yönetimin rüşvet niyetine kaldırdığı yasaklara da itibar etmiyordu. Operasyonlar sırasında askerler, o güne dek okuma yazma kurslarında da kullanılan Numan Hocanın, başucunda asılı duran güneş telgrafının alfabesini alıp götürmüşler, tuvaletteki aynalara varıncaya dek sökmüşlerdi. Yasaklar listesine: Ayna, eklenmişti. Koğuş pencereleri, sac levhalarla kapatılmıştı. Kimin sayesinde idarenin güneş telgrafının farkına vardığı bir sır olarak kaldı.
Hocanın koğuşundakilere, göre ihbarı yapan onların koğuşundan olamazdı. Öğle olsa gizledikleri radyoyu da bulurlardı. Radyodan dinlenerek çoğaltılan bazı metinler koğuş içinde elden ele dolaşıp duruyordu.
İşlevini tamamladığı düşünüldüğünden yasak kalkmış; günlerdir cezaevi çöplüğünün oraya sürgün giden Pamuk ve Haydut’un havalandırma avlusunda dolaşmasına izin verilmişti. Pamuk, azgın gecelerin meyvelerini karnında taşıyor, yavrularını doğurmak için üstü kapalı bir yerler bulma telaşıyla, her kapı aralığına karnını sürterek dalıyordu.
Zaman zaman Kuki de onlarla birlikte oluyordu. Haydut’un oralarda bulunduğu saatlere denk gelen bu ziyaretlerden Pamuk’un pek hoşnut olduğu söylenemezdi:
"Davetsiz misafire: Niye geldin?", diyemezdi ya… Onun için ağzının tadını bozacak değildi. Annesi, geçinmeye gönlün varsa: "Görmeden inanma, gördüğüne de inanma," derdi.
En az birkaç tanesini boğup atacağı yavrularına, yakında kavuşacağından mı kaynaklanır, bilinmez. Haydut, son derece keyifliydi. Geçmiştekinin tersine tüylerinin okşanmasına izin veriyordu. Kendinden hiç beklenilmeyen bir şekilde koca gövdesini havalandırmanın toprak zeminine devirip ön ayaklarını havada bir şeyler avlıyormuş gibi savuruyor; yeterli ilgiyi toparladığını anladığı anda ani bir hareketle yattığı yerden kalkıp ok gibi fırlıyordu.
Numan Hoca, elini uzattığında patisini kaldırmayı Haydut’a öğrettiği hafta Burhan Hoca öldü. Ölüm acısı garip bir sessizlik rüzgârı estirdi. Geçti. Gitti... "Kalp," dediler: " Oğlunun ölüm haberine dayanamadı, gece yarısı operasyonunda ciğerlerini üşütmüştü," dediler...
Her şey, akşam sayımı ile sabah sayımı arasında oldubitti. Akşam sayımında Burhan Hocayı, götürdüler, sabah sayımında da geride bıraktığı giysilerini. O günden sonra, Numan Hoca, arkadaşının keçe külahını kafasından çıkarmadı. Onunla yattı onunla kalktı.
Koğuşta yaşayanların, yaşamında bu ölüm pratik değişikler yarattı: Kişi başına, iki yüz yirmi bölü yüz seksen dokuz metrekare yerine; iki yüz yirmi bölü yüz seksen sekiz metrekare yaşam alanı düştü. Son zamanlarda, günün on dört saatini uyuyarak, dört saatini de Burhan Hocayla kendisinin mi? Onun mu? Daha fazla uyuduğunu tartışmakla geçiren Numan Hocanın, yaşamında büyük bir boşluk oluşmuştu. Ne kadar uyuduğunu tartışacak birileri olmadıktan sonra uyumanın, kimin daha uzun koştuğunu gösteremedikten sonra koşmanın anlamı kalmamıştı. Gece rüyalarını dolduran anıları gündüzlerini de süsler olmuştu. Onu, teselli eden tek şey günden güne gelişen, Haydut’la arasındaki dostluktu. Havalandırmaya çıktığında: Onun güneşe karşı serdiği karın tüylerini okşuyor, bu okşayışlar her seferinde Haydut’un şakacıktan attığı dişler ve ardında ok gibi fırlayıp gitmesiyle son buluyordu.
Haydut’un, mutat ziyaretlerini karşı koğuştakiler de benimsenmiş görünüyorlardı. Pamuk’u her ziyarete gelişinde fırça kaşlı ve arkadaşı onu ortalarına alıp okşuyorlardı. Pek hoşlanmasa da Kuki de bu okşayışlardan nasibini alıyordu. Kuki, Komutan Postasının pire tasmasının oralara minik bir kâğıt tutturduğu günden bu yana kendisine yönelik iltifatların artmasına bir anlam veremiyor; gözdesinin yanında huysuz ve tatlı kadını oynamamak için bu duruma ses etmiyordu.
Haydut’un kuyruğunun altına yapışmış çiklet kâğıdını çıkardığı gün Numan Hoca, koğuş sorumlusuna havalandırma sonrası büyük bir arama operasyonu olacağını haber verdi. Alışılmadık bir durumdu: Ayın 29’uydu ve günlerden pazardı. Zamanında tedbir alıp radyoyu, yemek masasının alt tahtaları arasındaki özel zulaya yerleştirmiş, kaptırmamışlardı.
Radyo, artık Hocanın da arasında bulunduğu üç kişilik ekibinin sorumluluğu altındaydı. İdarece, herkesin katılımı zorunlu tutulan derslerin başladığı saatlerde: ‘Saz arkadaşları’ ve Hoca, koğuşun ücra bir köşesine çekilir; onun verdiği işaretlere uyarak arkadaşları, Bizim Radyo ve B.B.C’ in haber ve yorumlarını not alınır; ertesi gün, bu notlar elden ele dolaşırdı.

Pamuk ve Haydut’un yavruları ve art arda gelen torunları, sarılı, beyazlı koca kafalı kediler kolonisinin bireyleri olarak askeri cezaevi ve daha sonra onun yerine kurulan ‘askeri eğitim ve sosyal tesislerini’ hükümranlıkları altına aldılar. Erkek bireyler, büyük babalarının mağrur, kimseye boyun eğmez dik başlı genlerini nesilden nesle taşıdılar… Bacaklarını kaldırıp sidikleriyle belirledikleri hükümdarlık sınırlarını çizdiler. Dişiler, büyükanneleri gibi itaatkâr, sokulgan bir o kadar da avcı oldular. Askeri yemekhane aşçıları yıllar yılı onların elinden çok çekti.
Bir kez bile yavrulayamayan, Pamuk’un yavrularını gördükçe içi bir tuhaf ürperip; kaçacak delik arayan Kuki’in yaşlandıkça parlaklığını yitiren siyah tüyleri mor koyun yapağısına döndü. Zümrüt yeşili gözlerinin feri söndü. Arayıp soranı kalmamıştı. Paşababasının halinin de ondan kalır yanı yoktu. Bir zamanlar cezaevine tıktığı siyasiler yeniden iktidara gelmiş, geçmiş defterler karıştırılmasın diye "itle bir çuvala girmek zorunda kalmıştı." Kuki’in, kaybettiği sadece saltanatıydı asaletinden bir şey kaybetmemişti. Önüne ne konmuşsa onu yemiş bir kez bile daha fazlasını kapmak için kimseye yaltaklanmamış; ona tahsis edildiğine inandığı yangın kovalarının dışında hacet gidermemişti. Askeri cezaevinin taşınmasına ömrü vefa etmedi. Yaşamı koca bir yalan gibi yavan geçmişti. O, istemediği bir saltanat uğruna doğurganlığından, kadınlığından olmuştu. Öleceğine yakın başını alıp gitti. Ölüsünü kimselere göstermedi. Güneşte kavrulan bedeni, soyu gibi kuruyup kaldı. Toprağa karışıp; yitip gitti.
***********
Günler boyu kızgın güneş altında, yaptırılan eğitimlerle yılların asker kaçaklarından, kısa dönem bedelcilere varana dek tüm birliğe mükemmel askerimsiyi oynaması belletilmişti.
Askeri bando, tören alanındaki yerini almak üzere harekete geçti. Alışılmış yemin töreni telaşlarını aşan bir hava esiyordu. Her rütbeli bir üstünün, en üst rütbeli komutan da kısa dönem bedelli Popçuyu izlemeye gelen medya mensuplarının varlığından tedirgindi.
Seyirciler, kepler- botlar içinde kaybolmaya yüz tutmuş yakınlarını seçmeye çalışıyor; bir kısmı bu anı kameralarıyla ölümsüzleştirmeye; bir kısmı da farkında değilmiş gibi yapıp Popçuyu çeken TV kameralarının çekim alanına girmeye çabalıyordu.
Numan Hoca, kırk yıllık alışkanlıkla burada da doğru davranıp, kaybeden şıkkı işaretleyen azınlık içinde yer almıştı. Akıp giden topluluğun içinden oğlunu seçmeye çalışıyordu. Omuzlarına oturttuğu torunun, artık çilleri iyice belirginleşmiş çıplak başına indirdiği şaplaklarla gözünü daldığı yerden sıyırdı. Torunu, eliyle Ünlü Popçuyu gösterip:
"Tarkan’’ı gördün mü? Dede," diye bağırıyordu. Dedenin, oralı olmadığını gören torun Babaannesinin ağarmaya başlamış saman sarısı saçlarından çekti:
- Babane… Baksana şu koca kaşlının önündeki…
Numan Hoca, Popçunun ardından kirpi oku gibi kaşları kepinin altından ileri fırlayacakmış gibi duran gözlüklü genci fark etti.
Askerler, yemin ederken üzerine el basacakları silahların bulunduğu masaya doğru uygun adım ilerliyorlardı. Birazdan, sanki: her zaman bir başka yerdeymiş gibi Komutanın nerede olduğunu belirten komut verilecek ve ardından gelen, "silah ve arkadaş tut," komutu ile yemin töreni tamamlanacaktı. Provaların tersine bu kez karşılarında boş tribünler değil coşkulu bir kalabalık ve her provada hep beraber baktıkları kartona yazılı Komutan yazısının yerinde de Komutanın kendisi vardı.
İşte ne olduysa, tam o sırada oldu. Bandonun çaldığı parçanın ritmini vurgularcasına atılan kendinden emin adımlar, iri sevecen gözlerin üstünde kalınca bir kaşı, ağızla dudak arasında bıyığı andırır siyah lekeler taşıyan kocaman bir baş… Bu başı, ta ilerileri görmek istermiş gibi dik tutuş, bacakları üzerinde güvenle yaylanarak yürüyüş… Bu bakışlar, bu yürüyüşün her bir karesi günlerdir sürdürülen askeri hodzodun köküne kibrit suyunu döktü.
Askeri bandonun peşi sıra beyaz bedenin ardından, kocaman siyah kuyruğunu kaygısızca sallayarak ikiz kirazlarını göstere, göstere soyunun tüm güzelliklerini taşıyan koca kafalı bir kedi yürüyordu. Yemin törenini yöneten Subay şaşkındı. Protokolü bozup kediyi kovsan olmaz, biraz sonra çekilecek:
"Dikkat.. Komutan Solda!" komutunu bekleyip tüm alayı Komutanlarının kim olduğu konusunda ikircime düşürsen, hiç olmaz.
Bandonun sesini Numan Hoca’nın alkışları yırttı. Sonra karısının, sonra torununun sonrada dalga, dalga alkış sesleri yırttı bandonun sesini. Alkışın yeri mi diye düşündü kimileri. Böyle düşünenler, düşüncelerine rağmen alkışlayanlardan geri kalmamak için alkışlarıyla katıldılar topluluğa.

Parlatılmış süngülerden yansıyan güneş ışınları, sersem sepelek ışıltılar saçıyordu


Bildik Bir Öykü

Kader, emir komuta zinciriyle ağlarını örmeden önce: O, boynunun altındaki ak leke denli ak talihli, ülkenin bir numaralı paşasının, biricik karısının, biricik Kuki’siydi.
Hanımının ‘bir dediğini iki etmeyen’ Paşababası onu evlerine almayı bir şartla kabul etmişti.
Kısırlaştırılacaktı. Kara bir yün yumağı gibi koltukların altında yuvarlanıp durduğu aylar çabucak geçip gitmiş… İlk âdetini görmesinin ardından da kötü günler tespih taneleri gibi ardı ardına dizilip gelmişti.
Onu, askeri tıp akademisinde üst rütbeli bir subay kısırlaştırmıştı. Bu ameliyat sonrası huysuzlaşmış, herkese hırlar, diş gösterir, her şeyden korkar olmuştu. Bunlar da yetmiyormuş gibi Paşababasının kokusunu aldığı terlik, pijama, atlet vb eşyanın üzerine çişini yapmaya başlamıştı. Bu davranışlarının nedeni, belki geçirdiği ameliyatın sorumlusu olarak Paşababasını görmesi, belki de Rusya seyahati sonrasında paşa babasının ona karşı değişen tutumuydu. Paşa, bu seyahati sırasında gezdiği bir müzede kucağında, kapkara bir kediyle görüntülenmiş ‘Keçi sakallı kelin’ fotoğrafını görmüştü. Bu işler şakaya gelmezdi. O fotoğrafı gören maiyetindekiler, evindeki kara kediyi gördüklerinde: ’’Paşa ne iş, ’’ demezler miydi? Talihi, bedenin rengini almış, talihsiz olayların ardı arkası kesilmemişti. Hanımı ölmüş, hanımının hatırına kendine katlanan paşanın tavrı daha da çekilmez olmuştu.
Paşa, onu sıcak yuvasından eden kararı Harp Akademilerinde verilen: ’Şer odakları ve şer odaklarıyla mücadele’ başlıklı bilgilendirme toplantısının ardından vermişti. Fuayede çok sevdiği arkadaşı ve astı bahriyeliye:
"Bizim Kuki’ i bilirsin… Onu her gördüğüm de rahmetliyi hatırlıyorum. Benim için çok zor olacak ama bir müddet Kuki sizde kalsa nasıl olur?" demiş ve emir verir bir tonla:
"Sizde nasılsa bir tane var. N’tekim bir ikincisine de bakarsınız artık," deyi vermişti.
Oysa az önce katıldıkları toplantıda istihbarat kayıtlarından deyip sunulan: Nazım Hikmet’in Bursa Cezaevi avlusunda çekilmiş fotoğrafını gördüklerinde zincirin her iki halkasının da aklından aynı şey geçmişti: "Evdeki musibetten bir an önce kurtulmak ."
Bu kadarı da tesadüf olamazdı: "Vatan haini Nazım’ın, kucağında bahriyelininkinin tıpa tıp aynı akça pakça bir kedi vardı."
Donanmacı:
"Nasıl olur? Bilmem ki Paşam, bizimkiyle anlaşabilirler mi?", demişse de her derde çare, kendi biçare malum zincir burada da işe yaramış, "birini def etmeyi" düşünen donanmacının başına "ikinci bir bela," sarılmıştı.
Tarih, donanmacıyı haklı çıkardı. Kuki, yeni evini, evin gediklisi Pamuk’la paylaşmak niyetinde değildi. Arkasına taktığı yavrularıyla ortalarda anaç hali dolaşmasını, sahibinin Paşa babasına göre daha liberal düşünceli olmasına borçlu olan Pamuk’u, her gördüğünde geçirdiği operasyonu hatırlayıp deliriyordu.
Sonuçta: Donanmacı da olsa; o, da bir paşaydı. Bir noktadan sonra liberalliğin lüzumu yoktu. Ortada küçük kızının hatırı da olsa… Memlekette ‘huzur ve güven ortamı tesis etmeye’ çalıştıkları malum günlerde kendi evinde huzurun bozulmasına seyirci kalamazdı. Zinciri bir kaç bakla aşağı indirmesi sorunu çözmeye yetti. Kuki ile ilgili ‘Büyük Paşanın da rızası alınıp; Pamuk’la ikisinin donanma komutanlığına bağlı bir askeri cezaevinde, cezaevi komutanın gözetimi altında geçici olarak ikamet etmesine karar verildi. Niye cezaevi, diyecek olursanız? Hemcinslerine şer odaklarının en tepesindekiler bu denli itibar ettiği için.
Genç cezaevi komutanı, amiralin kızına hafiften kesik olduğundan, yakınlık vesilesi olur hesabıyla bu çözüme gönüllü yazıldı.
Paşalar, kedilerini ellerinin altında tutukları bu çözümü pek bir sevmişlerdi. ‘’Ne olur? Ne olmaz?’’ İlerde ani bir sivilleşme rüzgârı esebilirdi.
Kuki’ yi, burada da yediği önünde yemediği ardında bir hayat bekliyordu. Ne de olsa Büyük Paşanın emanetiydi. Komutan, onunla bizzat ilgilenmesi için Postasına emir vermişti. Artık, yaşı biraz geçkince, okumuş yazmış kılıklı, gözlüklü Komutan Postasının, vukuatsız bir şekilde askerliğini bitirmesi birazda Kuki’ in elindeydi.
Nöbet değişim yerindeki tüfek doldur-boşalt varillerinin üzerinde ön ayaklarının arasından saldığı arka ayağını yalayan Kuki’ in, aklından bütün bu olaylar film şeridi gibi geçiyor dersek yalan olur. O, film şeritlerine sığacak denli sığ düşünmezdi. Üstelik şu anda, çok daha yaşamsal bir uğraş içerisindeydi. İlerlerde güneşlenen Haydut’a, hoş görünmek için, sabah makyajını yapıyordu.
Haydut, uzandığı duvarın üzerinde doğruldu. Usulen patilerini yalayıp kulaklarının arkasını, burnunun üstünü sildi. İri pembe dilini titrete, titrete esnedi. Ön ayaklarını ileri uzatıp, üzerinde gerindi. İleriye doğru uzattığı ön ayakları paralel, arka ayakları üstünde sfenks halli oturdu; duvardan aşağı sarkıttığı siyah kuyruğunu keyifle sallamaya başladı. Birden bilinmeyen bir yerden çağrı almış gibi yerinden kalktı. Silah doldur-boşalt varilinin üstüne uzanmış siyah kedinin hayran bakışlarını üzerinde hissederek usta adımlarla ilerledi. Güneş güzel, koğuş pencerelerinin altındaki kanepede uzanmış yatan sarı beyaz hemcinsi daha da bir güzeldi.
Henüz havalandırma alanı bomboştu. Birazdan koğuşlar, havalandırmaya çıkar güneşlenenler, koşu yapanlar, volta atanlarla ortalık panayır yerine dönerdi. Haydut’un hedefine kararlı adımlarla ilerlediğini gören Kuki, bir süre göz hapsine aldığı gözdesini izledi; onun kanepeye edepsizce uzanmış yatan sırnaşığın yanına sokulduğunu gördüğünde, onurunu kurtarma belasına kuyruğunu umursamazcasına salladı, idari binanın kapısından içeri girdi. İşte o an, bir an için insan kılığına girebilseydi, onuru kırılmış bir genç kız gibi odasına çekilip yatağına yüzüstü kapaklanıp ağlamak isterdi.
"Sevmediğim kenger o da burnumda biter. O, anaç sümsük ardı sıra buralara kadar gelmişti. Belki de Haydut’un O, sırnaşığı tercih etmesinin nedeni geçmişte geçirdiği ameliyattı. Gerçi, ameliyatlı olduğunu haydut nasıl bilebilirdi ki? Kaç mart geçmiş yaşadıkları tek bir yakınlaşma anı olmamıştı..."
"Paşababası, onun için bir şeyler yapamaz mıydı?" Mahallenin bitirim delikanlısına tutulan şımarık, hastalıklı zengin kızını oynamaktan nefret ederdi. Bu fikri aklından çabucak attı:"Haydut, ona, kendisi için gelmeliydi." Kendisi onun yanına gitse? Aile terbiyesi mi izin vermezdi? : Hayır. "Kedilik ve dişilik onuru... ’’ Üstelik sevgilisinin düşüp kalktığı yerler pek tekin değildi. Arada bir onlara ev yemekleri, özel mamalar getiren beyaz tüylü sırnaşığın ilk sahibesiyle pek içli dışlı görünen üniformalının adamları, hem Haydut’un hem de O, şıllığın takıldığı yerlere baskın yapıp nefes nefese idari binaya dönüyorlardı. Arada kalıp ezilmekte vardı. " Doğrusu sezonluk yaşanacak zevkler için bu kadarına katlanamazdı... İşi oluruna bırakmak en iyisiydi, doğa ana bir gün nasılsa onların yolunu bir yerde kesiştirirdi."
Kuki’ in çekilmez tavırlarından uzaklaşmak için şimdi bulunduğu avluda gönüllü sürgün yaşayan Pamuk’u, buralarda, kırk yılda bir, birileri aklına estiğinde :
"******," diye, çağırıyordu. Hoş onun, beyaz bedeninin artında siyah kuyruğunu bayrak gibi dikip; ikiz kirazlarını göstere, göstere tüm avluyu düzenli aralıklarla sidiği ile onurlandıran sevgilisinden başkasını görecek hali mi vardı? Gün boyu güneşi karşısına alıp, martsı, martsı esen rüzgârın yönüne göre sarıkuyruğunu sallıyor, uçları kendiliğinden sürmeli yeşil gözlerini kırpıştıra, kırpıştıra, sevdiğinin uzaktan uzağa izliyordu.

Güneş, sahile sırtını dönmüş kocaman bir E harfi gibi duran cezaevinin, duvarları üstüne gerilmiş tel örgülere asılıp kalmıştı. Bir metre aralıkla çekilmiş iki sıra tel örgülüyle sınırları belirlenmiş bir koridor, duvarı iki eşit parçaya bölüyor, koridor elli metre uzandıktan sonra idari binayla sınırlanmış geniş bir alana açılıyordu. Mermer kaplı beton kaidesi üzerine oturtulmuş, tunçtan yapılmış izlenimi vermek için garip bir renge boyanmış alçıdan yapılma Atatürk büstü, idari bina duvarını ortalıyordu. Kaidenin sağ yanında az önce Kuki’ in üzerine oturup sabah makyajını yaptığı tüfek doldur- boşalt varili, sol tarafında da idari bina giriş kapısı ve tüm askeri birliklerin olmazsa olmazı yangın söndürme köşesi vardı.
Yangın söndürme kösesi, şeref kürsüsüne benzer bir tahta altlığın basamaklarına oturtulmuş,
üzerlerinde sırayla YANGIN kelimesinin harfleri yazılı, kum dolu kırmızı kovalarlardan ibaretti. Bu kovaların, burada gerçekten yaşamsal bir işlevleri vardı. Diğer askeri birliklerde olduğu gibi sadece sigara izmaritlerini söndürmeye yaramıyorlardı. Kuki, birincilik şerefine ermiş bu kovalardan N’ de kuru, G’ de ıslak ihtiyacını gideriyordu.
O, uluorta yerlerde ihtiyaç giderecek kedilerden değildi.
Yangın söndürme köşesinin az ilerisinde bir sıra pencere ve pencerelerin bittiği yerde tel örgüler ve tel örgülerin ardında da koğuş havalandırmaları yer alıyordu.
En baştaki pencerenin ardında Cezaevi Komutanı, her ayın ilk günü yaptığı gibi sumenin arasındaki aylık takvime ’hizmete özel’ yazışmalarla belirtilen, o aya ait özel günleri işaretliyordu. Ayın 6’sı ve 29 ‘unu yuvarlak içine alıp, birincinin üzerine kırmızı kalemle denetlemenin D’ sini ve ikincinin üzerine de siyah kalemle operasyonun O’sunu, kondurdu.
Bu takvime göre: Ayın en az iki pazarını görev başında geçireceği için üzgündü. Üzüntüsünü birileriyle paylaşmak ihtiyacı hisseti… İçmesini bekleyen çay bardağına bakıp; Postasını çağırdı. Masasında duran kamçı sopa melezi cisme uzandı. Postası, çay bardağının altlığına kenarları dantel desenli kâğıtlardan koymayı yine unutmuştu.
Postasının gelmesini beklerken oyalanmak için pencereye yanaştı. Gözü, nöbet yerlerini denetleyen bir komutan edasıyla, ağır, emin adımlarla duvar boyunca ilerleyen; beyaz bedeninin ardında siyah kuyruğu takmaymış gibi duran kediye ilişti.
Komutan, kedi yasağıyla ilgili talimatını, ’dantelli çay bardağı altlığının’ hesabını sorduktan hemen sonra verdi: "Burada, disiplin esas; başıboşluğa yer yoktu. Koğuş havalandırmalarının oralarda artık başıboş dolaşan kediler görmek istemiyordu."

Diğerleri, ön kısımdaki masalarda Türkiye Coğrafyası dersi görürken, az sonra verecekleri Türk Dili ve Edebiyatı dersine hazırlanmak bahanesiyle, Burhan ve Numan Hoca, ranzalarına çıkmış, ranza perdelerini çekmiş, güneş telgrafının başına oturmuşlardı.
Güneş yumağının iplikçikleri, karton bir gergefe apak harfler işliyor… Kısa aralıklarla soluklanan ışınlar, harfler arası yolculuklarına devam ediyordu.
Ayna, alfabenin harfleri yazılı siyah bir kartondan ibaretti güneş telgrafı. Kara tahta tebeşir terbiyesi almış parmaklar, güneş ışınlarının sobelediği sözcükleri, minik kâğıtlara not alıyordu:
- Şu deli bozuk oğlana söyle. Biraz ağırdan alsın.
Arkadaşı, bu mesajı aynayla odakladığı güneş ışınlarını karşı koğuşta asılı kartondaki harflerin üzerinden ağır, ağır geçirerek aktardı. Mesaj akışı yavaşlar gibi oldu. Yeniden hızlandı ve durdu.
KALEM... MEKTUP... Güneş ışınlarının sobelediği harflerin oluşturduğu kelimeler, konulan yeni yasakları haber veriyordu. Kendi koğuşlarında henüz bu yasaklar konulmamıştı. Eldeki tükenmez kalem içleri, diş macunu tüplerinin içine saklanacak, ek siparişler verilecek, henüz yasak konulmadan eşe dosta tez elden mektup yazılacaktı.
Onların, karşı koğuşa ilettiği yasaklar ise sıra dışıydı: SİGARA... KEDİ... Birincisinin önemi büyüktü ve her zaman ihtiyaç duyulandan daha az satın alınabildiği için bu konuda herhangi bir önlem alınamazdı. Karşı koğuştakiler ikinci yasağa bir anlam verememişlerdi. Çünkü koğuşlarda evcil hayvan beslemek oldum olası yasaktı. Yasağın uygulanış biçimini havalandırmaya çıktıklarında anladılar. Hem kendi, hem de karşı koğuşun havalandırmasında dolaşan kediler ortada yoktu. İdari binanın önündeki kara kedi duruyordu. Ama O kara kedi, asla onların havalandırmasına gelmez, gün boyu yönetim binasının orada güneşlenip dururdu. Böylece yasak öncesi kimsenin umursamadığı kediler, her iki koğuştaki tutukluların da ilgi odağı olmuştu.
Karşı koğuşunun ileri gelenlerinin, bu yasaktan rahatsız oldukları söylenemezdi.
Aksine pasifistlerin orayı mekân tutan koca kafalı erkek kedinin, avlularındaki kılkuyruğu önüne katıp kovaladığını gördükçe hayıflandıklarından memnun bile olmuşlardı. Kediler cephesinde de olsa, pasif duruma düşmek onlara yakışmazdı. Koca kafa onların yanında olsa: O başka... Ona farklı bir bilinç vermeleri mümkün olabilir? Ne biliyim? Belki de, bu bilinçlenme sonucunda, günün birinde, koca kafa idari binadaki kara kediyi önüne katıp kovalayabilirdi. Bu da bulundukları ortam göz önüne alındığında az bir başarı sayılmazdı.
Hocaların koğuşundakiler, bu yasağı daha bir derinlemesine yorumluyorlardı. Onlara göre :
"Cezaevi yönetimi, Haydut ismini koydukları kedinin, kendileri tarafından benimsenme sürecinin önünde engeller oluşturma çabasındaydı."
Oysa yasak koyucu cezaevi komutanının, düşüncesi çok daha yalındı. Anlamsız yasak yoktu. Yeter ki konulan yasak tutuklulara: "Hangi oyuncaklarının? Ne zaman? Ellerinden alacağının kararını onun verdiği mesajını iletsin." Ona, kalsa idari binanın önünde dolaşan o kara kediyi de oralarda tutmazdı ya: "Emir demir meselesiydi söz konusu olan."
Burhan ve Numan Hocanın, karşı koğuştan mesajlaştığı gençlerden kısa boylu, şişe dibi gözlüklerinin üstünden kalın kaşları fırça gibi duranı seri banka soygunu planlamaktan yargılanıyordu. Polis sorgusuna dayanan iddianamesinde evindeki plakların etiketlerinin arkasına çizilmiş, aynı bankanın farklı şubelerini soymak için hazırlanmış onlarca plan ele geçirildiği iddia ediliyordu. Bir elmanın iki yarısı gibi birbirine benzeyen banka şubelerini soymak için bu kadar farklı plana ne gerek olduğunu sorgulamak iddianameyi hazırlayan savcının aklının ucundan bile geçmemişti. O günlerde askeri mahkeme savcılarının tek görevi:" Sanığın, her ne kadar bidayetteki ikrarı, bilahare inkâra dönüşmüşse de sanığın poliste verdiği ifadesinde samimi olduğu genel tutum ve davranışlarından anlaşılmaktadır." türünde açıklamalar ekledikleri; sonuna fiiline uyan ceza maddesini belirttikleri iddianameler hazırlamaktan ibaretti.
Banka soygun planları hazırlamaktan yargılanan gencin yaratıcılığı sınır tanımıyordu. Tuzlu su ve güneş enerjisiyle yeniden şarj edilen piller, güneş telgrafı adı verilen haberleşme aracı onun buluşlarıydı. Havalandırmada hararetli tartışmalar yaparak yan yana volta attığı; uzun boylu arkadaşının uzmanlık alanı farklıydı. Güneş telgrafının planlarını karşı koğuşa ulaştırma işini O, üstlenmişti. Sigara paketinin parlak kâğıtları arkasına çizilen planı sıkıştırarak katlamış, ambalaj lastiği ve tükenmez kalem gövdesinden oluşturduğu özel bir tabanca marifetiyle, Burhan Hocaların havalandırmaya açılan penceresinden içeri yollamayı başarmıştı. Geliştirdiği bu garip alet rutin bir koğuş araması sırasında arama mangasının başını çeken Komutan Postası, tarafından yatağının altında bulunmuş; bir an göz göze geldikleri Komutan Postası, yanındakilere göstermeden, aleti cebine atmış; bu sayede baş ağrıtıcı bir soruşturmadan kurtulmuştu.
Kedi ve sigara yasağı, biri birinin ardı sıra gelen uzun süreli yasakların başlangıcı oldu. Yasaklar, yeni yasakları, yeni yasaklar süreli açlık grevlerini, açlık grevleri disiplin operasyonlarını, operasyonlar süresi belirsiz açlık grevlerini ve ziyarete, mahkemeye çıkmama eylemlerini getirdi.
Hocaların koğuşu, süresiz açlık grevlerine, ziyarete ve mahkemeye çıkmama eylemlerine katılmıyor; buna karşılık yönetimin rüşvet niyetine kaldırdığı yasaklara da itibar etmiyordu. Operasyonlar sırasında askerler, o güne dek okuma yazma kurslarında da kullanılan Numan Hocanın, başucunda asılı duran güneş telgrafının alfabesini alıp götürmüşler, tuvaletteki aynalara varıncaya dek sökmüşlerdi. Yasaklar listesine: Ayna, eklenmişti. Koğuş pencereleri, sac levhalarla kapatılmıştı. Kimin sayesinde idarenin güneş telgrafının farkına vardığı bir sır olarak kaldı.
Hocanın koğuşundakilere, göre ihbarı yapan onların koğuşundan olamazdı. Öğle olsa gizledikleri radyoyu da bulurlardı. Radyodan dinlenerek çoğaltılan bazı metinler koğuş içinde elden ele dolaşıp duruyordu.
İşlevini tamamladığı düşünüldüğünden yasak kalkmış; günlerdir cezaevi çöplüğünün oraya sürgün giden Pamuk ve Haydut’un havalandırma avlusunda dolaşmasına izin verilmişti. Pamuk, azgın gecelerin meyvelerini karnında taşıyor, yavrularını doğurmak için üstü kapalı bir yerler bulma telaşıyla, her kapı aralığına karnını sürterek dalıyordu.
Zaman zaman Kuki de onlarla birlikte oluyordu. Haydut’un oralarda bulunduğu saatlere denk gelen bu ziyaretlerden Pamuk’un pek hoşnut olduğu söylenemezdi:
"Davetsiz misafire: Niye geldin?", diyemezdi ya… Onun için ağzının tadını bozacak değildi. Annesi, geçinmeye gönlün varsa: "Görmeden inanma, gördüğüne de inanma," derdi.
En az birkaç tanesini boğup atacağı yavrularına, yakında kavuşacağından mı kaynaklanır, bilinmez. Haydut, son derece keyifliydi. Geçmiştekinin tersine tüylerinin okşanmasına izin veriyordu. Kendinden hiç beklenilmeyen bir şekilde koca gövdesini havalandırmanın toprak zeminine devirip ön ayaklarını havada bir şeyler avlıyormuş gibi savuruyor; yeterli ilgiyi toparladığını anladığı anda ani bir hareketle yattığı yerden kalkıp ok gibi fırlıyordu.
Numan Hoca, elini uzattığında patisini kaldırmayı Haydut’a öğrettiği hafta Burhan Hoca öldü. Ölüm acısı garip bir sessizlik rüzgârı estirdi. Geçti. Gitti... "Kalp," dediler: " Oğlunun ölüm haberine dayanamadı, gece yarısı operasyonunda ciğerlerini üşütmüştü," dediler...
Her şey, akşam sayımı ile sabah sayımı arasında oldubitti. Akşam sayımında Burhan Hocayı, götürdüler, sabah sayımında da geride bıraktığı giysilerini. O günden sonra, Numan Hoca, arkadaşının keçe külahını kafasından çıkarmadı. Onunla yattı onunla kalktı.
Koğuşta yaşayanların, yaşamında bu ölüm pratik değişikler yarattı: Kişi başına, iki yüz yirmi bölü yüz seksen dokuz metrekare yerine; iki yüz yirmi bölü yüz seksen sekiz metrekare yaşam alanı düştü. Son zamanlarda, günün on dört saatini uyuyarak, dört saatini de Burhan Hocayla kendisinin mi? Onun mu? Daha fazla uyuduğunu tartışmakla geçiren Numan Hocanın, yaşamında büyük bir boşluk oluşmuştu. Ne kadar uyuduğunu tartışacak birileri olmadıktan sonra uyumanın, kimin daha uzun koştuğunu gösteremedikten sonra koşmanın anlamı kalmamıştı. Gece rüyalarını dolduran anıları gündüzlerini de süsler olmuştu. Onu, teselli eden tek şey günden güne gelişen, Haydut’la arasındaki dostluktu. Havalandırmaya çıktığında: Onun güneşe karşı serdiği karın tüylerini okşuyor, bu okşayışlar her seferinde Haydut’un şakacıktan attığı dişler ve ardında ok gibi fırlayıp gitmesiyle son buluyordu.
Haydut’un, mutat ziyaretlerini karşı koğuştakiler de benimsenmiş görünüyorlardı. Pamuk’u her ziyarete gelişinde fırça kaşlı ve arkadaşı onu ortalarına alıp okşuyorlardı. Pek hoşlanmasa da Kuki de bu okşayışlardan nasibini alıyordu. Kuki, Komutan Postasının pire tasmasının oralara minik bir kâğıt tutturduğu günden bu yana kendisine yönelik iltifatların artmasına bir anlam veremiyor; gözdesinin yanında huysuz ve tatlı kadını oynamamak için bu duruma ses etmiyordu.
Haydut’un kuyruğunun altına yapışmış çiklet kâğıdını çıkardığı gün Numan Hoca, koğuş sorumlusuna havalandırma sonrası büyük bir arama operasyonu olacağını haber verdi. Alışılmadık bir durumdu: Ayın 29’uydu ve günlerden pazardı. Zamanında tedbir alıp radyoyu, yemek masasının alt tahtaları arasındaki özel zulaya yerleştirmiş, kaptırmamışlardı.
Radyo, artık Hocanın da arasında bulunduğu üç kişilik ekibinin sorumluluğu altındaydı. İdarece, herkesin katılımı zorunlu tutulan derslerin başladığı saatlerde: ‘Saz arkadaşları’ ve Hoca, koğuşun ücra bir köşesine çekilir; onun verdiği işaretlere uyarak arkadaşları, Bizim Radyo ve B.B.C’ in haber ve yorumlarını not alınır; ertesi gün, bu notlar elden ele dolaşırdı.

Pamuk ve Haydut’un yavruları ve art arda gelen torunları, sarılı, beyazlı koca kafalı kediler kolonisinin bireyleri olarak askeri cezaevi ve daha sonra onun yerine kurulan ‘askeri eğitim ve sosyal tesislerini’ hükümranlıkları altına aldılar. Erkek bireyler, büyük babalarının mağrur, kimseye boyun eğmez dik başlı genlerini nesilden nesle taşıdılar… Bacaklarını kaldırıp sidikleriyle belirledikleri hükümdarlık sınırlarını çizdiler. Dişiler, büyükanneleri gibi itaatkâr, sokulgan bir o kadar da avcı oldular. Askeri yemekhane aşçıları yıllar yılı onların elinden çok çekti.
Bir kez bile yavrulayamayan, Pamuk’un yavrularını gördükçe içi bir tuhaf ürperip; kaçacak delik arayan Kuki’in yaşlandıkça parlaklığını yitiren siyah tüyleri mor koyun yapağısına döndü. Zümrüt yeşili gözlerinin feri söndü. Arayıp soranı kalmamıştı. Paşababasının halinin de ondan kalır yanı yoktu. Bir zamanlar cezaevine tıktığı siyasiler yeniden iktidara gelmiş, geçmiş defterler karıştırılmasın diye "itle bir çuvala girmek zorunda kalmıştı." Kuki’in, kaybettiği sadece saltanatıydı asaletinden bir şey kaybetmemişti. Önüne ne konmuşsa onu yemiş bir kez bile daha fazlasını kapmak için kimseye yaltaklanmamış; ona tahsis edildiğine inandığı yangın kovalarının dışında hacet gidermemişti. Askeri cezaevinin taşınmasına ömrü vefa etmedi. Yaşamı koca bir yalan gibi yavan geçmişti. O, istemediği bir saltanat uğruna doğurganlığından, kadınlığından olmuştu. Öleceğine yakın başını alıp gitti. Ölüsünü kimselere göstermedi. Güneşte kavrulan bedeni, soyu gibi kuruyup kaldı. Toprağa karışıp; yitip gitti.
***********
Günler boyu kızgın güneş altında, yaptırılan eğitimlerle yılların asker kaçaklarından, kısa dönem bedelcilere varana dek tüm birliğe mükemmel askerimsiyi oynaması belletilmişti.
Askeri bando, tören alanındaki yerini almak üzere harekete geçti. Alışılmış yemin töreni telaşlarını aşan bir hava esiyordu. Her rütbeli bir üstünün, en üst rütbeli komutan da kısa dönem bedelli Popçuyu izlemeye gelen medya mensuplarının varlığından tedirgindi.
Seyirciler, kepler- botlar içinde kaybolmaya yüz tutmuş yakınlarını seçmeye çalışıyor; bir kısmı bu anı kameralarıyla ölümsüzleştirmeye; bir kısmı da farkında değilmiş gibi yapıp Popçuyu çeken TV kameralarının çekim alanına girmeye çabalıyordu.
Numan Hoca, kırk yıllık alışkanlıkla burada da doğru davranıp, kaybeden şıkkı işaretleyen azınlık içinde yer almıştı. Akıp giden topluluğun içinden oğlunu seçmeye çalışıyordu. Omuzlarına oturttuğu torunun, artık çilleri iyice belirginleşmiş çıplak başına indirdiği şaplaklarla gözünü daldığı yerden sıyırdı. Torunu, eliyle Ünlü Popçuyu gösterip:
"Tarkan’’ı gördün mü? Dede," diye bağırıyordu. Dedenin, oralı olmadığını gören torun Babaannesinin ağarmaya başlamış saman sarısı saçlarından çekti:
- Babane… Baksana şu koca kaşlının önündeki…
Numan Hoca, Popçunun ardından kirpi oku gibi kaşları kepinin altından ileri fırlayacakmış gibi duran gözlüklü genci fark etti.
Askerler, yemin ederken üzerine el basacakları silahların bulunduğu masaya doğru uygun adım ilerliyorlardı. Birazdan, sanki: her zaman bir başka yerdeymiş gibi Komutanın nerede olduğunu belirten komut verilecek ve ardından gelen, "silah ve arkadaş tut," komutu ile yemin töreni tamamlanacaktı. Provaların tersine bu kez karşılarında boş tribünler değil coşkulu bir kalabalık ve her provada hep beraber baktıkları kartona yazılı Komutan yazısının yerinde de Komutanın kendisi vardı.
İşte ne olduysa, tam o sırada oldu. Bandonun çaldığı parçanın ritmini vurgularcasına atılan kendinden emin adımlar, iri sevecen gözlerin üstünde kalınca bir kaşı, ağızla dudak arasında bıyığı andırır siyah lekeler taşıyan kocaman bir baş… Bu başı, ta ilerileri görmek istermiş gibi dik tutuş, bacakları üzerinde güvenle yaylanarak yürüyüş… Bu bakışlar, bu yürüyüşün her bir karesi günlerdir sürdürülen askeri hodzodun köküne kibrit suyunu döktü.
Askeri bandonun peşi sıra beyaz bedenin ardından, kocaman siyah kuyruğunu kaygısızca sallayarak ikiz kirazlarını göstere, göstere soyunun tüm güzelliklerini taşıyan koca kafalı bir kedi yürüyordu. Yemin törenini yöneten Subay şaşkındı. Protokolü bozup kediyi kovsan olmaz, biraz sonra çekilecek:
"Dikkat.. Komutan Solda!" komutunu bekleyip tüm alayı Komutanlarının kim olduğu konusunda ikircime düşürsen, hiç olmaz.
Bandonun sesini Numan Hoca’nın alkışları yırttı. Sonra karısının, sonra torununun sonrada dalga, dalga alkış sesleri yırttı bandonun sesini. Alkışın yeri mi diye düşündü kimileri. Böyle düşünenler, düşüncelerine rağmen alkışlayanlardan geri kalmamak için alkışlarıyla katıldılar topluluğa.

Parlatılmış süngülerden yansıyan güneş ışınları, sersem sepelek ışıltılar saçıyordu
Son düzenleyen recruit87; 29 Temmuz 2007 14:10 Sebep: Mesajlar Otomatik Olarak Birleştirildi