Arama


Tigin - avatarı
Tigin
Ziyaretçi
12 Şubat 2006       Mesaj #3
Tigin - avatarı
Ziyaretçi
İstibdat
Üzerinde tartışılan önemli konulardan birisi de istibdattır. Said Halim Paşa, İslam'da istibdada yer olmadığını belirtmektedir: "İslamiyet, şu esas prensibi ortaya koymuştur: Hiçbir kuvvet, insanı, ne başka bir insanın, ne de -gücü ne olursa olsun- bir zümre veya kitlenin keyif ve iradesine tabi olmaya zorlayamaz ... ve insanoğlu, Allah'ın bütün kainata hakim olan tabii ve ezeli kanunlarıyla yüce iradesinden ve emirlerinden başka hiçbir şeye bağlanmaz, itaat etmez ve boyun eğmez.
"İslamiyet, birtakım zümrelerin, kendi heves ve çıkarları için uydurdukları ve içlerinden bazılarına, insan-üstü kudretler yakıştırmak suretiyle, insanları sindirip, onların üzerinde siyasi, sosyal ve ahlaki baskılar kurdukları yalancı hakimiyetlerin saltanatına ebediyen son vermiştir.
"İslamiyet insana şunu öğretmiştir: Hakimiyet demek, ahlaki gerçeklerin ve sosyal adaletin tabii koruyucusu olan İlahi kudretin, yani ilmin, aklın ve hikmetin hayata hakim olması demektir. Bu İlahi kudret, Şeriat'tır." (Düzdağ, age., s. 230-31).
Said Halim Paşa, yapılan veya yapılacak değişiklik ve düzenlemelerde müstebit davranmanın sakıncalarına da temas etmektedir; "Halbuki düzelterek ıslah etmek yerine, değiştirme yoluna gitmek, tamamen yeni bir şeyi denemek demektir. Bu durumda ise insanlar, eskiden kazanılmış ve bir çok zahmet ve acılara mal olmuş olan bilgi ve tecrübelerden mahrum kalır, istifade edemezler. Bu halde, yeniden birtakım denemeler yapmak, yani tereddüt ve şüpheler içinde, kıymetli vakitler kaybetmek, yeni hatalar işleyerek onların tamirlerine çalışmak gerekir. Bu gibi durumlarda ise çoğu kere, giderilmek istenen yanlış ve noksanlardan daha zararlı, hatta daha tehlikeli neticelere varılır, dertlere düşülür.
Bundan başka değiştirme, esas olarak, bir şeyi bir başkası adına, yerini terke zorlamak demektir. Bu ise bir zorbalıktır. Tahakküm, yerinde ve haklı değilse, keyfi bir hareket olur. Keyfi hareketler ise birbirlerini takip ederler. Böyle keyfi hareketlerin 'hakim-i mutlak' kesildiği bir yerde, akıl, hak ve kanun susar; tecrübe, hikmet ve itidal tesirsiz kalır. Bu durumda inkılapçı, zararlı bir kimsedir; yaptıkları ise az veya çok felaket sebebi olur" (Düzdağ, age. s. 64-65)
"Devlet-i İslamiyyede Şer' ve kanun sultan ve halifeden a'ladır. Hükümet şer' ve kanun namınadır" diyen Ali Suavi, istibdada şiddetle karşı çıkmaktadır; bir insanın, hangi sıfatla olursa olsun, diğer insanlar üzerinde mutlak hakimiyet kurmasını şiddetle red eder. Bu iddiada bulunanlar padişah, kral, halife şu veya bu olabilir, fark etmez. Aslında o, bir meclis vasıtasıyla dahi olsa, insanların insanlar üzerinde tahakkümünü kabullenmez. Bu görüşlerini de İslami esaslarla izah eder.
"Hakim ancak Allahu Teala'dır. İnsandan hiç ferd hakim değildir, insandan hiç fert sultan değildir. Yani kimsenin kimse üzerinde tasallut ve kahr ve tegallübe hakkı yoktur. İnsandan hiç ferd malik-i rikabü'l-ümem değildir. Yani kimse padişahın bendesi değildir. Evet bir padişah vardır, lakin padişah emirdir, ecirdir, nazırdır. Malik-i rikabü'l-ümem değildir. Sultan değildir, hakim değildir, mes'uldur, kudretli değil. Borçludur, inayetli değil. Evet, vezir vardır, müşir vardır, lakin vekalet-i mutlaka yoktur. Vezir-i mutlak yoktur, düstur-ı ekrem yoktur. İşte bizim isteğimiz ve isteyeceğimiz budur. Biz bu ibare ile ve bu manada nutk-ı padişahi isteriz" (Çelik, age., s. 551)
Şeyhülislam Mustafa Sabri, Osmanlı milletinin meşrutiyete kabiliyeti olmadığını iddia edenlerin gizli amaçlarına ve istibdada dönüşe temas etmektedir; "... Meşrutiyet içinde bulunan Türk-Osmanlı milletinin meşrutiyete kabiliyetsizliğini ispat eden, müşahede edilen halleridir. İşte bu yüzden husule gelen bir hayali geri dönüşle, 'bu millete istibdat idaresi lazımdır' derler; fakat hiç şüphe yok ki, 'aydınların istibdadı lazımdır' derler, hem de bunu meşrutiyet kabiliyeti gelinceye kadar geçici bir müddet için isterler ve ellerinden gelirse belki bu geçici cebir ve istibdat müddetini de, arzulanan kabiliyetin elde edilmesine tahsis ederler... milletin kendi ihtiyarıyla seçtiği hükümet ne kadar fazla haklara sahip olsa da yine esas itibariyle meşruti hükümetten başka bir şey değildir." (Kara, age., C. II, s. 284)
İsmail Hakkı İzmirli siyasi kuvvetin kimde olması gerektiği üzerinde durarak istibdatla ilgili görüşlerini belirtmiştir; "İslam'da siyasi kuvvet ancak adil hükümet kuvveti, manevi kuvvet ise ancak irşad ve tebliğ kuvvetidir. Hükümetin kuvvet ve satveti daha ziyade zamanımızdadır, irşad ve tebliğ kuvveti, yahut mütefekkirin kuvveti ise halden ziyade istikbale aittir. Siyasi ve manevi kuvvetlerde de re'sen asla sulta yoktur; İslam'da sulta ancak emr-i bi'l-maruf ve nehy ani'l-münkerdedir, bu da 'Allah korkusu' (mahafetullah) esasına dayanır. İslam siyaseti; hükümet devletin mümessili ve vekilidir. Devlet de hak ve adaleti, umumi menfaatları korumak kasdıyla teşekkül etmiş siyasi bir cemiyettir.
"İslam siyaseti, içine aldığı konular itibariyle üçe ayrılabilir: Ferde ait siyaset, içişlere ait siyaset, dış işlere ait siyaset. İslam ferde ait siyasette fedakarlığı, içişlere ait siyasette iyilikseverliği (hayırhahlık), dış işlere ait siyasette İslam'ın ve dinin üstün olmasını (isti'la) takip eder." (Kara, age., C. II, s. 105). Diğer taraftan İslamiyet'te hayırseverliğin ön planda olduğunu ve bunun bütün insanları kapsadığını belirtmektedir; "İslam iyilikseverliği (hayırhahlık) bütün insanlığı teşmil eder. Halk için iyilikseverlik, yardımlaşma, şefkatli davranmak gibi şeylerdir. Hükümet için iyilikseverlik, şeriata uygun olan işlerde emirlerine itaat ve boyun eğme, ona karşı gelmekten sakınma, bir de hak olan hususta yardımdır. Yoksa hiçbir ferde, hiçbir cemaata gayr-ı meşru ve batıl olan hususta itaat etmek, yardımda bulunmak caiz değildir. İtaat ve yardım ümmetin hükümete karşı iki vazifesi olup mutlak değildir, şarta bağlıdır. Ümmet ancak hakkı gözeten emirlere, adil velilere itaat eder. İslam izzetinefs sahibi olduğundan gayr-ı meşru şeye itaat etmez, nefis temizliği sahibi olduğu için de batıl olan şeye yardımda bulunmaz. Vergiler, askerlik hizmeti, çocuk terbiyesi, seçim için oy vermek, vatana karşı fedakarlık gibi hususlar itaat ve yardıma dahildir. Şeriata itaat esaret değil, hürriyetin şartıdır" (Kara, age., C. II, s. 106).
İmtiyazlar
Said Halim Paşa, imtiyazlar çerçevesinde, padişah tarafından atama usulüyle teşekkül ettirilen "Ayan Meclisi"ne karşı çıkmaktadır: "Ayan meclisi, seçkin şahısların ve sınıfların hak ve imtiyazlarını koruma zaruretinden doğmuştur. Bu sebeple, esas itibariyle aristokratik bir müessesedir. Bu meclisin vazifesi, Batı toplumunda ortaya çıkan halkçılık cereyanını tadil etmek ve aşırılıklara gitmekten alıkoymaktır. O halde böyle bir müessesenin İslam cemiyetinde yeri olamaz. Çünkü Müslümanlık, ne sınıfları ve ne de şahıslar arasındaki bir eşitsizliği kabul etmiştir. Bu sebeple, Batı toplumunun gelişmesini tehdit eden tehlike ve aşırılıklardan hiç biri, onun için mevcut değildir.
"Müslüman cemiyetin gelişme yolunda muhtaç olduğu, isabetli ve mutedil görüşler ve hareketler, daima ve pek geniş bir şekilde, millet meclisi tarafından ortaya konacak ve halka telkin edilecektir. Millet meclisi bu hususta, teşri kuvvetini teşkil eden alimler meclisinin çok yakın yardım ve desteğini görecektir.
"İslam'ın siyasi rejiminden murakabe (meclis), teşri (yasama) ve icra (yürütme) kuvvetleri, sahip oldukları özellikler ve selahiyetler sebebiyle birbirlerine karşı müstakil olarak kurulmuşlardır. Hükümete gerekli olan bütün kudret ve nüfuz temin olunmuştur.
"İşte devlet teşkilatı bu şekilde kurulduğu takdirde, İslam'ın ruhu tatmin olacak ve bütün bu kuvvetleri, müşterek olan tek gaye etrafında birleştirecektir. Bu gaye ise, daha önce de söylediğimiz gibi, Şeriat'ın tam ve daimi olan hakimiyetini sağlamaktan ibarettir.
"Bütün siyasi rejimlerin elde etmek istediği de işte -varlığı zaruri olan- bu ahenktir. O olmadıkça, en mükemmel sosyal düzenler dahi mefluç ve acze mahkum olur. Sosyal ve siyasi müesseseler arasında bulunması zaruri olan bu ahenk o kadar mühimdir ki, kendi siyasi rejimi ile uyumlu olan bir sosyal düzen hatalı da olsa, bu sayede, cemiyetini ilerletip yükseltmeyi başarabilir." (Düzdağ, age., s. 283-84-85)
"Müslüman toplumlarda şahsi veya mevkiden gelen hiçbir imtiyaz, istibdat ve tegallüp sebebi olamaz. Bu cemiyetler, adalet ve hakkaniyet esaslarını tatbik etmekle mükelleftirler. Batı'da din ve mezhep adına yapılan zulümler, cemiyeti kana boyarken, bu esaslar sayesinde, İslam memleketlerindeki gayr-i Müslim cemaatler mesut ve rahat bir hayat sürmüşlerdir.
"Bu esaslar; geniş ve aydın bir görüşle tefsir ve tatbik olunduğu zamanlarda, İslam cemiyetleri yükselmiş ve mesut olmuşlardır. Aksine terk ve ihmal edilince veya yanlış anlaşılıp fena tatbike konulunca da baştakilerin istibdadı altına girerek hak ettikleri duruma düşmüşlerdir. İşte bunun için Müslüman toplumlar, geçirdikleri inkılap devrelerinin hiç birinde, Batı ülkelerinde aralıksız devam edip giden iç mücadeleleri görmediler. Yine bu sebeple, Müslüman memleketlerde istibdat, kanun nazarında caiz olmadığından, gayr-i meşru, keyfi ve şahsi bir idare durumundadır." (Düzdağ, age., s. 24)
Ahmed Hamdi Akseki, İslamiyet'te imtiyazlı sınıfın olmadığını ifade etmektedir; "İslam'a göre fakir bir köylü ile bir hükümdar arasında fark olmadığı için onların hepsini çözülmez bir düğüm, ölmez bir bağ olmasını istediği ebedi bir vahdete davet etti: 'Allah birdir, bütün insanlar Allah'ın kuludur ve hepsi kardeştir. Yaradılışta hepsi hür ve müsavidir.' Hükümdar ile halkı, havas ile avamı arasında da bir fark gözetmemiştir.
"Nazarında ilim ile cehil bir olmadığı gibi bunların payesi de bir değildir. Fakat haklar ve teklifler karşısında hepsi birdir, burada rütbe paye ve sınıf yoktur. Bunda kavi ve zayıf yoktur. Hak ve söz, sadece kuvvetlinin değil, hak sahibinindir. Kuvvetliler, kuvvetlerine dayanarak zayıfları ezmek ve yemek hakkına malik değillerdir... bunu anlamak için camilerin birine girivermek bile kafidir. Orada görülür ki; bir köylü ile büyük bir amir, azametli bir hükümdar ile onun hizmetçisi yan yana, omuz omuza namaza durmuşlar, alınları hep birden tam bir huşu ve hudu ile hay ve kayyum olan Allah'a dönmüş, eller gaybın anahtarları yalnız kendisinde olan Kibriya'ya uzanmış, aradan büyüklük küçüklük, efendilik hizmetçilik, amirlik memurluk kalkarak hep birden eğiliyorlar, secdeye kapanıyorlar, 'Sübhâne rabbiyelâzîm, Sübhâne rabbiyelâlâ' diyorlar. Kendinden büyük olmadığı fikrini taşıyan bir hükümdar, yani başında en aciz bir ferdin 'Allahü ekber' (Büyük yalnız Allah'tır) dediğini duyar.
"İslam'ın hedefi beşerin tekamülü olduğu içindir ki, insanlar arasında ayrılık vücuda getirmek suretiyle bu tekamüle engel olan, içtimai şartları ve her türlü sınıf, renk, ırk, fikir imtiyazlarını tamamen kaldırmış; hakka, hürriyete, müsavata, tekamüle müsait olan ve bir kanun altında medeni ve siyasi birliğe yaklaşan her millete açık kapı bırakmış ve insanlar arasında umumi kardeşlik ve müsavat mebdeini tespit ederek bütün insanların hak ve kanun karşısında bir olduklarını ilan etmiştir." (Kara, age., C. II, s. 252).
Demokrasi
Siyasi sistemin adı olarak demokrasi kavramı, Yeni Osmanlılar arasında, ilk defa Ali Suavi tarafından ele alınıp incelenmiştir. Ancak, kendisinin demokrasi adı altında ileri sürdüğü görüşler, Yeni Osmanlılar tarafından "usul-u meşveret" adı altında savunulmuş ve yayınladıkları gazetelerinde bunu dile getirmişlerdir. Zaten millet tarafından seçme ve seçilme sistemiyle oluşturulacak meclis fikrini savunmak, demokrasiden farklı bir şey değildi. (Çelik, age., s. 576)
"Mesela benim şu Ulum gazetesi, millet meclisi ve Şura-yı Nüvvab-ı ümmet taraftarıdır" der. "Demokrasi-Hükümet-Halk-Müsavat" makalesinde, milletin bütününe dayalı idari sistem olan demokrasi övülür. Ancak Suavi, Osmanlı Devleti'nin mevcut yapısını demokrasi için uygun bulmaz.
Demokrasiyi, Monarşi ve Aristokrasi rejimlerine tercih eden Suavi, İslamiyet'in ilk devirlerinde ümmetin reyine dayalı bir yönetim şekli bulunduğunu söyler: "Evail-i İslam'da şekl-i hükümet demokrasi idi. Yani padişah, sultan, melik yok, müsavat var idi."
Ancak buradaki demokrasi, yazarın kendisine göre yorumladığı bir demokrasi anlayışıdır. Çünkü o, bu demokrasinin ahlak ve faziletin hakim olduğu bir toplumda uygulanabileceğini söyler. Sahabelerin doğrudan yönetimin kararlarına katıldıklarına örnekler verdikten sonra, "Onlarda Allah yolunda hizmetten başka işler yok, onlarda hüsn-i ahlaktan başka tanzimat yok, hasılı onlar Allah adamları idiler. Eflatun'un hayalatı olan müsavat onlarda fiil ve amele çıktı" der. (Çelik, age., s. 575-76)
Demokrasi ve demokratlığı ele alanlardan birisi de Said Halim Paşa'dır; "Halbuki biz, kuruluş devrimizden beri en hakiki bir demokrasi usulün ile yaşamış, esasen demokrat bir milletiz. Tatbik etmek istediğimiz Batı demokrasisi ise, henüz dün denebilecek bir mazide ortaya çıkmıştır. Bu demokrasi aristokratik uzun bir mazi ile, eşitlik taraftarı bazı cereyanlar arasında ortaya çıkmış bir inkılap halidir. Eşitlik taraftarı yeni cereyanlar, Batı cemiyetlerini bıktırmakta ve hükümetler bunlara karşı bazı tedbirlere başvurmaya mecbur kalmaktadırlar. Osmanlı demokrasisi ise esaslı, köklü ve kesinleşmiş bir sosyal durumdur. Bu durum, bizim fiilen yaşadığımız hayat prensiplerimizin mantıki bir neticesidir. Kökleşerek asli bir hal kazanmıştır ve bizim tarihi bir eserimizdir. Biz ona çözülmez asırlık bağlarla bağlıyız. Bu bağları kesmemiz bize felaket getirir.
"Biz, Batı medeniyetinin parlaklığı karşısında, o derece hayran ve hayrette kalmışız ki, onu meydana getiren temeldeki gerçek sebepleri kavrayamayıp, gördüğümüz neticeleri, bu medeniyetin sebepleri sanmış ve görünüşe aldanmışız. Şimdi Garbın medeni milletleri gibi hareket etmek isterken tam aksine yapıyoruz." (Düzdağ, age., s. 54-55)
Ulü'l-emre İtaat ve Muhalefet
Nisa Suresi 59. Ayette ulü'l-emre itaat konusu işlenmektedir; "Ey iman edenler! Allah'a itaat edin. Peygamber'e ve sizden olan ulülemre (idarecilere) de itaat edin. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz -Allah'a ve ahirete gerçekten inanıyorsanız- onu Allah'a ve Resul'e götürün (onların talimatına göre halledin); bu hem hayırlı, hem de netice bakımından daha güzeldir." (Kur'ân-ı Kerîm ve Açıklamalı Meâli, TDV. Yay.. Ankara 1993).
Kur'an-ı Kerim'in bu ayetindeki emrinden hareketle idarecilere itaat etmenin Allah'ın emri olduğu ve buna uymak gerektiği savunulmuştur. Değişik dönemlerde bu ayetten hareket ederek idarecilere itaatin farz olduğunu savunanların, "sizden olan" kısmına çok fazla dikkat etmedikleri de gözlenmiştir. İslam alimleri bu konu üzerinde hassasiyetle durarak, itaatin mutlak bir itaat olmadığını belirtmeye ve özellikle Hz. Muhammed (sav) ile Hulefa-i Raşidin dönemindeki uygulamalardan örnekler vererek konuyu aydınlığa kavuşturmaya çalışmışlardır.
Ali Suavi, Şeriat kitaplarına dayanarak buralarda geçen, "Emirler halkın hâkimleri, âlimler emirlerin hâkimleri, ilim ise âlimlerin hâkimidir" mealindeki ibareyi hatırlattıktan sonra kontrol gücü olarak gördüğü ulemayı devlet adamları ve padişahın üstünde tutan görüşü savunur. Ona göre kontrol gücü ulemanın elinde olmalıdır. Bunların bir kenara itilmiş bulunmasını sıkıntının kaynağı olarak kabul eder. "Ey Müslümanlar, halkı hayra davet eder ve iyiliği malum olan şeyleri emr ve takbih ve red olunan işlerden men eyler bir fırkanız daima mevcut bulunsun. Felah ve necat bulanlar ancak bu fırkadır" cümlesini zikrettikten sonra, Hz. Ömer (ra), Hz. Ali (ra) ve Harun Reşid dönemlerinde alimlerle çok sayıda meşveretin yapıldığını ve muhtelif zamanlarda alimlerin yanlışlara müdahale ettiğini ifade eder. (Çelik, age., s. 554).
İslam idaresinde keyfiliğe yer olmadığını ve birbiri içerisinde mevcut bulunan kontrol mekanizmalarının varlığını hatırlatır; "Yani müluk ve vüzera teba'asına ve ulema dahi o mülük ve vüzeraya ve şeriat dahi o ulemaya hükmeder. Elhasıl İslâm hükümet-i meşruasında hiçbir hükmün hiçbir şahsa isnadı olmayıp, mahza şer'a nisbet olunmak kaide idi." (age., s. 555).
Ali Suavi, doğru yolda hareket etmeyen idarecilere itaatin aksine, isyan etmenin hak olduğunu savunur. Bu hakkın da sadece ulema veya askeriyeye münhasır olmayıp, bütün Müslümanların hakkı olduğunu ilave eder. Kur'an-ı Kerim'deki (Nisa 4/59) "Allah'a, Resulüne ve emirlerine itaat ediniz" mealindeki ayeti, "yani şer'-i şerife itaat ediniz ve sizden yani şer'a mutilerden olan ümeraya itaat ediniz, diye ferman buyurmuştur" şeklindeki ifadelerle yorumlar. Ayrıca Hz. Ömer'in (ra) devlet idaresini yetim vesayetine benzettiğini, padişahın bostan sahibi değil, bostanın emanetçisi ve nazırı olduğunu hatırlatır. (Çelik, age., s. 556)
Ali Suavi, Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer'in meşhur hutbelerini hatırlatır. Hz. Ebubekir'in; "Şimdi eğer ben iyi yaparsam bana yardım ediniz ve eğer fena yaparsam beni doğrultunuz. Ben Hazret-i Allah'a ve onun Resulüne itaat ettiğim müddetçe siz de bana itaat ediniz, ama ben Hak Teala'ya ve onun Resulüne itaatsizlik ettiğim vakit de artık sizin bana itaat etmeniz lazım gelmez" ve Hz. Ömer'in; "Ey insanlar sizden her kim bende eğrilik hissederse beni doğrultsun" sözlerini hatırlatır. Bunun üzerine Bilal-i Habeşi ve Selman-ı Farisi'nin; "Vallahi hükümdar, sende bir eğrilik görecek olursak seni kılıçlarımızla doğrulturuz" mealindeki mukabil sözlerini bildirir. Bu karşılığın Hz. Ömer'in hoşuna gittiğini ve böyle insanların mevcudiyetinden dolayı Allah'a şükrettiğini aktaran Suavi, bu örneklerle İslamî idarenin keyfilikten ne kadar uzak olduğunu göstermeye çalıştı. Suavi'ye göre Müslümanlar tercihlerini ya Bilal ve Selman gibi yapmaları gerektiğini, aksi takdirde "Sümüklü Böcekler gibi" zalimlere karşı başlarını saklayarak gezmek zorunda kalacaklarını sözlerine ekler. (Çelik, age., s.556)
Suavi, Avrupalıların yanlış bir şekilde, Müslümanların halife ve hükümdarlarına kayıtsız şartsız itaat etmekle yükümlü oldukları zannını taşıdıklarını belirttikten sonra; "Heyhat Sem' u tâ'at hadisini bize tahdis eden Buharî (ra) 'İmam mûti'-i şer' olmadığı halde sem u tâ'at yoktur' hadisini dahi tahric etti." "Allah'a, Resulüne ve emirlerinize itaat ediniz" (Nisa 4/59) mealindeki ayet-i kerimenin Kadı Beydavi tarafından; "sırat-ı müstakim"de (doğru yolda) bulundukları sürece emirlere itaat edileceği şeklinde tefsir edildiğini bildirir. Bu ifadelerle İslam idaresinin asla despotizm ile bağdaşmadığını ispatlamaya çalışmıştır. (age., s. 557)
Muhalefet konusuna değinen Suavi; "Hükümdarlar ve emirler adalet ve insaf ve istikametle memur olup bir metbu' velev hükümdar olsun istikametten inhiraf edecek olursa teba'a tarafından itiraz olunmak, hatta itiraz ile kabil-i ıslah olmazsa silah ile cebren zulmü men edilmek şer'an farz imiş ve millet-i İslâmiyyenin ahval-ı maziyyesi ile ahval-ı hazırası tatbik ve kıyas olundukta bugünkü mühlikeye düşmesine işte beyan olunan farz ile ameli terk edişi bâis olmuş." der (age., s. 559).
"Bir millet yalnız metbuların hayır ve şer emrine muntazır olarak sükut etmesi büyük günah ve bais-i izmihlaldır. Haksız emirlere ve hareketlere mukavemet etmeye daima borçludur." diyen, haksız uygulamalara, zalim yöneticilerin devleti batırmalarına karşı milleti silkinmeye, uyuşukluktan vazgeçmeye çağıran Suavi, bazan açıkça tahrik edici ifadeler kullanır: "Nedir bu üstümüze çöken miskinlik, nedir bu uyuşukluk, nedir bu karılık." "İcra-yı adalet etmek hükümetin en birinci ve en büyük vazifesidir. Çünkü sebeb-i teşekkül ve bekasıdır. Devlet bu vazifesini düşünmezse ahali bit-tabi düşündürmeye mecbur olur."
Eğer hükümet meşveret meclisi açma konusunda milletinin isteğini anlamazsa "teba'a hakkını zorla alacaktır" sözleriyle de hükümet açıkça tehdit edilir. (Çelik, age., s. 560)
Toplumun vurdumduymazlığından şikayetçi olan Suavi, bunu tenkit eder; "Öyle bir halk ki, koca Cezayir gibi bir uzvu koptu da hiç hissetmedi. Semerkand ve Taşkent ve Buhara gürültülerini sivrisinek vızıltısı gibi işitti. Üzerinden otuz dokuz Âli Paşa aşıracak derecelerde domaldı. Biz öyle bir kavim olmuşuz ki, dört mektep çocuğumuz bir yere gelse, biri padişah olup diğerlere manasıb tevcihiyle oyun oynarlar. Dört saçlı sakallı umur-dide salhorde ricalimiz cemiyet namıyla tecemmü etse her biri riyasetini ilan ile kumandan olmaya kalkışır. Şöyle bir ahlakta olan halka uhuvvet, müsavat kaziyelerini kim alır, kim satar." (Çelik, age., s. 578)
Meclis ve Seçme ve Seçilme Hakkı
Said Halim Paşa, millet iradesi, seçme ve seçilme konularında şu görüşlere yer vermektedir: "Milletin temsil usulünün hak ve imtiyazlarına gelince: Tabii ki, bunlar çok geniştir. Hatta sınırsızdır, denebilir. Parlamento, icra kuvveti üzerindeki sonsuz olan murakabe vazifesini yerine getirmek için bütün haklara sahiptir. Ayrıca kanun koyma hakkı yalnız ona aittir. Bu suretle 'teşri kuvveti' makamındadır. Milli iradeyi tanımak ve kanunları kabul ettirmek imtiyazı da ondadır.
"Şu durumda milleti temsil usulünün yegane işi, cemiyeti 'halkçılaştırmak', yani 'azınlığı, çoğunluğun iradesine boyun eğdirmek' olmaktadır. Halbuki bu usulde parlamentoya tanınan murakabe hakkı, cemiyeti halkçılaştırması veya icra kuvveti ile mücadeleye girişmesi için değil, memlekete aklı başında ve namuslu bir idare temin etmesi için verilmiştir.
"Görüldüğü gibi bu rejimde parlamento, milli hakimiyeti temsil etmektedir; onun yerine mutlak bir kudrete sahiptir; hata yapmaz ve sorumsuzdur. Dolayısıyla da büyük bir nüfuza sahiptir ve daima zora ve baskı yapmaya meyillidir. (Düzdağ, age. 266-68).
"... şartlara uyulduğu takdirde, iyi düşünülmüş, yerli yerinde, mantıklı ve ölçülü bir kanunlar mecmuası meydana getirilebilir ve umumi vicdanın tasvip ve teyidine mazhar olurlar. Ancak bu sayededir ki, cemiyetin kanuna dayanması ve zapt u rapta alınabilmesi ve bunun hiç aksamaması mümkün olabilir. Bu şartlara uymayarak, yapılacak ve çıkarılacak kanunlar şahsi ihtiras ve menfaatleri tatmin etmek yahut ani olarak çıkan birtakım ihtiyaçlara cevap vermek için ortaya konmuş demektir. Bunlar geçici bazı vakalar için tertip edilmiş kanunların seviyesine inmeye mahkumdurlar.
"Bu gibi kanunlar adaleti temsil etmezler; istibdadı temsil ederler. İstibdat ise iki çeşit kötülüğün meydana çıkmasına ve bunların cemiyeti bozmasına sebep olur. Kötülüklerden birincisinde istibdat, zayıfları ezmek için kuvvetlilere, kanundan istifade etmeleri hakkını verir. İkincisinde ise, zulümden kurtulmak isteyen zayıfları ya kanundan kaçmaya veya kanunu hiç tanımamaya mecbur eder. Bu iki kötülük ise cemiyeti fesada uğratmak için kâfidir." (Düzdağ, age., s. 276-77)
Halim Paşa, siyasi partiler hakkında da fikirlerini belirtmiş ve daha çok siyasi partilerin çekişmesinden duyduğu rahatsızlığı kaydetmiştir; "Şu halde bu kavgalar, aslında Osmanlılık ile bazı unsurların özel çıkarlarının çatışmasından başka bir şey değildir. Böyle olunca da bizim siyasi partiler kurdurmaya çalışmamız, Osmanlılığın yüce menfaatleri aleyhine olmuş, hala özel çıkarlar peşinde koşanların ekmeğine yağ sürmüştür. Bu durum onları, kanuni bir maske ile kurulmuş partiler sayesinde ve parlamentonun sağladığı dokunulmazlığın himayesi altında, zararlı maksatlarını takip etmelerine imkan vermiştir.
"Siyasi partilerimizin durumu o kadar gayri tabiidir ki, çoğunluk, azınlığın eline geçmiştir. Bu durum, şimdiki idare tarzımızın tamamen terkini değilse bile, herhalde pek çok değişikliklere uğramasının gerektirecek derecede tehlikelidir." (Düzdağ, age., s. 51-52)
Ali Suavi, Avrupa demokrasilerinde bulunan meclislerin aynısını savunmaktadır. Seçimi millet tarafından yapılan ve her tabakadan temsilcilerin bulunduğu bir meclisin gerekliliğini savunur. Bu mecliste Ali Paşa ile beraber Ahmed Ağa da yer alabilecektir. "O Ahmed Ağa oda kapısından girerken Paşa'ya secde edecek mi, sonra ayakta durmaya müsaade buyurulursa el pençe divan durmayacak mı?" şeklindeki soruya, "Yok yok, böyle şeyler olmadıktan başka o Ahmed Ağa, Paşa'dan yangın ianesi paralarını soracak, kal'alar Sırba niçin verilir sual edecek ve memurların ahvalinden bahs eyleyecek" şeklinde cevaplandırır. "Meşveret Meclisi Olmadıkça Devlet Yaşamaz" yazısında, meşveret meclisinin hem teba'ayı, hem de devleti koruduğu fikri işlenir. "Zira mahkum-ı tabiat himaye olunmak ister; vüzera hakim, teba'a mahkum, hani hâmi?" şeklinde sorar. (Çelik, age., s. 569)
Suavi, idarecilerin danışacakları kimselerin kendileri tarafından tayin edilmesine taraftar değildir. Sakıncasını da "her halde emr ü ferman efendimizindir" şeklinde teslimiyetin devam edeceğini ve beklenen faydanın sağlanamayacağını savunur. Memurların kendi fikirlerinde ısrar etmeleri azledilme tehlikesini de beraberinde getireceğinden, meşveretten beklenen gaye elde edilmez. Fakat, meclis için aynı şey söz konusu değildir: "İşte meşveret meclisi dediğimiz, veziri kanun icrasına mecbur edecek kuvvet demektir ve bu kuvvete vezir 'çık dışarı' diyemeyecektir." Yeni Osmanlılar, düşündükleri ve tasavvur ettikleri idari sistemde padişaha mutlaka yer vermiş olmalarına rağmen, Suavi, Namık Kemal ve Ziya Paşa'dan farklı olarak Sultan'a verdiği yer göstermelik, sembolik bir yer değildir ve bu yüzdendir ki o, İngiliz sistemini asla benimsemez. (Çelik, age., s. 579)
Suavi, "ehl-i hall ve'l-akd" kavramı ve uygulaması üzerinde durur. İslami idare sisteminde seçmen karşılığı olarak kullanılan bu deyimler, aynı zamanda Batı demokrasileri ile İslami cumhuriyet arasındaki en mühim farkı meydana getirir. Yazar bu seçkin seçmen topluluğu için şu ifadelere yer verir: "Eski zamanlarda ahali tarafından bil-fiil intihapları icra olunur değil idiyse de bil-kuvve intihap var idi. Bilfiil intihap olunmuşlar gibi ahali onlara teslim olurlar idi. Çünkü Şeri'at-ı mutahharada emr-i bil-ma'ruf nehy-i ani'l-münker vazifesi şer'an ammece farz-ı kifayeden olup, usul ve füru'una vakıf olmak ta'ayyün eden zevata farz-ı ayndır ve diğerlerinden sâkıttır." (Çelik, age., s. 574-75)
Halk tarafından seçilen temsilcilerin varlığı için de; "Hey'et-i hükümetin azası, ahalinin intihap ettiği meclisten çekilip alınırsa kuvveteyn kalır mı ki, muvazene mevcut olsun? Bir yerde kabine var, azasının yetişmesi ve bekası, hall meclisinin velev kılleten tahsisine tevakkuf eder, orada hakim ve mahkum, amir ve me'mur, nahi ve menhi hep şey'-i vahid." (Çelik, age., s. 582) ifadelerine yer verir. Diğer taraftan devlet işlerini yürütecek olan bakanların ise tayin yoluyla atanacak memurlar olmasını savunur. Meclisin de bunların karşısında halkı temsil edeceğini ve böylece dengenin sağlanabileceğini "kuvveteyn", "muvazene" terimleriyle ifade eder.
Seyyid Bey, yöneticilerin emir ve tasarruflarının geçerli olabilmesi için seçimin şart olduğunu söyler. "O halde halifenin, imamın, hükümetin veya sultanın emirleri, tasarrufları, nasıl geçerli oluyor? İşte seçim ve biat onun için şarttır. Halifeyi seçmek, imam denilen kişiyi seçmek, hatta mebusları seçmek onun için şarttır. Fakihler yani İslam hukukçuları, 'Halife milletin vekilidir', derler. Çünkü millet kamu velayetini ona devretmiştir. Seçim yoluyla devretmiştir. Millet onu seçmeseydi, o kamu velayetine sahip olamazdı. Onun için millet o kamu velayetinin sahibidir ve aslıdır. Kamu işlerinde tasarruf kendisine aittir. Fakat millet kendi işlerini bizzat kendisi icra etmeyip, o icrayı seçim ve biat yoluyla halifeye devretmiştir." (Kara, age., C. I, s. 206-207)
Meşrutiyet
Milletle istişare eden devletten övgü ile söz eder Ali Suavi; "hükümet-i İslâmiye şura üzerine tertip olunmuştur. Milletle istişare eden devlet terakki eder. Ne güzel hükümettir o ki, varidat ve sarfiyatı birkaç kimsenin eline kalmayıp umumunun, yani millet tarafından intihap olunmuş beş altı yüz zevatın nezareti altında buluna ve israf vuku bulundurulmaya." (Çelik, age., s. 568-69) Meşrutiyetin milletin yapısına uymadığı fikrine de karşı çıkar; "Milletin yapısının meşruti idareye uygunsuzluğu fikri yanlıştır. Çünkü İspanya'dan Hindistan'a kadar uzanan büyük bir medeniyetin sahibi olan Müslümanlar herkesten ve her milletten çok meşruti idareye layıktırlar. Şayet millet bu konuda henüz reşid olmamış bir çocuk kabul ediliyorsa, onu olgunlaştırmanın yolu da meşveret sisteminde aranmalıdır. Yazar, meşruti idare sistemine geçmenin Avrupa kanunlarını kabul etme anlamına gelmeyeceğini de ayrıca belirtir. (Çelik, age., s. 573)
Said Halim Paşa, meşrutiyetin sükunet içinde gerçekleşmesini İslamiyet'in etkisine bağlar; "İslamiyet'in, sosyal ve siyasi müesseselerimiz üzerinde, insanlık sevgisi bakımından meydana getirdiği güzel ve yerinde tesirler sayesindedir ki, son (Meşrutiyet) inkılabımız herkesi şaşırtacak bir sükunet içinde vuku bulmuştur." (Düzdağ, age., s. 41)
Şeyhülislam Mustafa Sabri, asıl, mutlakıyet şeklinin insanlara yakışır bir idare olmadığını belirtir; "Meşruti idareye bir milletin layık olup olmamasına gelince, mutlakıyetçi hükümetin insanlara yakışır bir idare olmadığı yukarda arz edildiğinden hiçbir millet 'biz meşruti hükümete layık değiliz' diyemez. Çünkü bu söz 'öyle bir hükümet isteriz ki, görüş ve rızamızı aramasın, bizi istediği gibi kullansın ve canımızı çıkarırsa ne yapıyorsun demeye hakkımız olmasın' m******* ifade eder. Bir insan, kendi aklı ve idraki hakkında ne ölçüde kötü zanna sahip olsa da yine nasıl idare edileceğini bilmekten, anlamaktan sakınarak kayıtsız ve şartsız bir diğerinin emri altına kendini teslim etmeye talip olamaz. Kendi aklına güvenmezse, aklına ve iyilikseverliğine itimat ettiği bir başkasını araya koyarak mukadderatına hakim kılacağı kimseleri anlamak ve faydalı şartlar ileri sürmek ister. Meşrutiyetin üstünlüğü o kadar vazıh bir meseledir ki, mutlakıyet idaresine kendi isteği ve tercihiyle, yaptığı muhakeme sonunda razı olan hiçbir insan milleti bulunamayacaktır. Böyle bir meseleyi münakaşa konusu yapan rehberlere sahip olacak kadar bahtsız olan Türk-Osmanlı milletinden başka hiçbir millet, meşruti idareyi kabul etmek konusunda ne tereddüt eder ne de teşvik edilmeye muhtaç olur." (Kara, age., C. II, 278)
Şeyhülislam Musa Kâzım da ümmet şurasının ehemmiyeti ve özellikle Saadet Asrındaki uygulamaya dikkat çekerek, meşruti sistemi savunur; "ümmetin şurasının meşru oluşu Kur'an-ı Kerim'in 'Bütün Müslümanların işi aralarında şuradan ibarettir' (Şura 42/38), yani 'Müslümanlara bütün iş ve muamelelerini meşveretle halletme ve çözüme kavuşturma emredilmiştir' mealindeki iki ayet-i kerimesiyle sabit olmuştur ve binaenaleyh Hz. Peygamber bu ilahi emre uyarak ümmetin bütün önemli maslahatlarını meşveret usulüyle halletmeye ve çözüme kavuşturmaya ihtimam buyurdukları gibi kendisinden sonra Ashabı da bu yüce izi takip ederek kulların bütün önemli maslahatlarını aynı usulle halletmeye ve çözüme kavuşturmaya son derece itina göstermişlerdir." (Kara, age., C. I, s. 66-7)

Köprü Dergisi'nden alıntıdır. Güz 2002 sayı 80