Arama


Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
25 Eylül 2007       Mesaj #2
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Yaşadığımız çağın dertlerinin, acılarının yanı sıra; eski, çağı geçmiş üretim tarzlarının hala devam etmelerinin sonucu olan, dünün mirası bir sürü derdi ve acıyı da, beraberlerinde getirdikleri çağımıza ait sosyal ve siyasal ilişkilerle birlikte yüklenmek zorundayız. Yalnız yaşayanlardan değil ölülerden de çekeceğimiz var.Yoldaşlar Merhaba,

Geçmişte TDKP saflarında mücadele etmiş, hayli uzun zamandır da yollarını komünistlerin birliğini savunanlarla birleştirmiş birkaç devrimciyiz. Okmeydanı eylemleri bize eski partimizin nasıl tasfiye olduğunu hatırlattı. Bu nedenle geçmişteki deneyimlerimizi sizlerle paylaşmak istiyoruz.

Bugün için TDKP’den söz etmek çoğu devrimciye gereksiz gelebilir. Bu durumun özellikle devrimci mücadeleye adımlarını son birkaç yıl içinde atmış genç arkadaşlar için böyle olduğunu tahmin ediyoruz. Çoğu muhtemelen TDKP’nin adını bile duymamıştır. Sol örgütlerin internet sayfalarında gezinmekten hoşlanan kimileri de bu adı duyduğu zaman yıllardır yenilenmeyen bir web sayfasını hatırlayacaklardır. Daha uzun bir devrimci geçmişi olanlarsa TDKP ile EMEP ya da Evrensel gazetesi arasında bir ilişki kurduktan sonra yüzlerini buruşturarak soracaklar: “Bugün devrimcileri ‘bomba terörü’ benzeri manşetleriyle kınayan, CHP’yi “bizimle niye seçim ittifakı kurmadınız?” diye eleştiren, 19 Mayıs’ı 1 Mayıs’la birlikte kutlamak isteyen bir çizgiden bize ne?”

Kendime payımıza TDKP’yi ve onun tasfiye oluşunu önemsiyoruz. Önemseyişimiz kuşkusuz eski partimize, bu parti içinde mücadele etmiş nice kıymetli yoldaşımıza olan gönül bağımızla ilgili. Yusuf Metin’lerin, Erdal Eren’lerin, İmran Aydın’ların, Engin Egeli’lerin partisinin tasfiye oluşunu engelleyememenin burukluğu da var içimizde. Ama asıl neden bunlar değil yoldaşlar. Kapital’in önsözünde “Bize ne İngiliz işçilerinin öyküsünden?” diye soran Alman işçilerine bir yanıtı vardır Marx’ın: “İsimleri değiştir anlatılan senin hikayen olacak”. Sonra da Alman işçilerini uyarmayı ihmal etmez: “Bugün İngiliz işçilerinin başına gelen yarın sizin de başınıza gelecek. Buna hazırlıklı olun”. Kızım sana söylüyorum gelinim sen anla misali...

TDKP, bugün devrimci dediğimiz örgütler ne kadar devrimciyse en az o kadar devrimci olan bir örgüttü. Devletin silahlı bir işçi ayaklanmasıyla parçalanmasını hedefleyen bir programı vardı. Partimizin devrimci bir politik hatta sahip olduğunun en önemli göstergelerinden biri savaş karşısındaki tutumuydu. Parti “emperyalist savaşa hazırlananlar iç savaşa da hazır olsunlar!” diyordu. Meraklısı Özgürlük Dünyası’nın 1. Körfez Savaşı sırasındaki yazılarını karıştırabilir. İşin ilginci dün TDKP’yi tasfiyecilik bugün de EMEP’i reformizmle suçlayan MLKP, TKİP, TİKB gibi akımların İkinci Körfez Savaşı sırasında “Emperyalist Savaşa Hayır!” demenin ötesine geçememesi. Bu akımlar bugün dünün TDKP’sinden daha geri durumdadır.

TDKP’nin Kürt sorununa bakışı bugünkü devrimci akımlardan daha geri değildi. Lafta da olsa Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkını savunuyordu. Elbette bizim partimiz de bugün Türkiyeli sol örgütlerin neredeyse tümü gibi Misak-ı Milliciydi. Kürtler ayrılmak isterse bunda özgürdüler; ama biz gönüllü birlikten yanaydık, çünkü kurtuluş sosyalizmdeydi. Üstelik TDKP bugünkü benzerlerinden çok daha ciddi bir partiydi. Madem Kürt sorunun çözümü sosyalizmden, Kürt ve Türk emekçilerinin birleşik örgütlenmesinden geçiyordu, öyleyse Kürt ve Türk emekçilerini komünist bir partinin önderliğinde örgütlemek gerekirdi.

Parti kendisini devrimci komünist bir parti PKK’yi de küçük burjuva devrimcisi bir örgüt olarak görüyordu. Kürt emekçilerinin örgütlenmesinin küçük burjuva devrimcilerine bırakılmayacağını bilen TDKP bölgenin en karışık olduğu dönemde dahi Kuzey Kürdistan’da örgütlenme çalışmasını sürdürdü. Üstelik bunu PKK’nin koyduğu yasağa ve üyelerinin PKK tarafından gözdağı vermek amacıyla öldürülmesine karşın sürdürdü. Bu yönüyle TDKP savaş yıllarında türlü bahanelerle Kürdistan’da örgütlenme çalışma yürütmesinden kaçınan örgütlerden ayrılıyordu. Şimdi PKK demokratik cumhuriyet perspektifini savunuyor artık OHAL kalktı. Aynı örgütler nedense Kürdistan’da örgütlenme çalışmalarını hızlandırdılar!

TDKP işçi sınıfı içerisinde ciddi mevziler kazanmış bir partiydi. 1990 1 Mayısı’nda sendika bürokrasisinin hesaplarını bozacak bir örgütlülüğe sahipti. Coca-Cola’nın önünde yaşananlar hala unutulmamıştır herhalde. Üstelik TDKP sendikalarda örgütlenmeye öncelik verse de sınıfın örgütsüz kesimleri arasında yürüttüğü çalışma, 1980 sonrası için konuşuyoruz, bugüne dek aşılamamıştır. Merter’de, OSTİM’de 90’ların başında kazanılmış mevziler bunun en önemli kanıtıdır. Partinin hızla tasfiyeye koştuğu 1996’da bile Ünaldı’da kazanılan başarı da TDKP’nin sınıf içindeki bu ısrarlı çalışmasının ürünüydü. TDKP’nin sınıfla olan bağları kendisin halkçılıkla suçlayan TKİP, TİKB, MLKP’den kat be kat güçlüydü.
TDKP aynı zamanda tasfiyeciliğe karşı uzlaşmaz bir tutum sergiliyordu. Önce 1987’de sonra da Kuruçeşme sürecinde yükselen tasfiyeci dalgalar karşısında partinin takındığı tok tutumu gerek Devrimin Sesi’nde gerekse de Özgürlük Dünyası’nda izlemek mümkündü. Doksanların başında illegal dergi çıkarmak çetin bir işti. O zamanlar komünist örgütlerin yayınları kadrolara bugünkü gibi internet teknolojisi kullanarak ulaştırılmıyordu. Yasa dışı bir dergi çıkarmanız için sadece partizan kullanmayı bilmeniz değil başka bir sürü riski de göze almanız gerekiyordu. İşte Devrimin Sesi ve Denge Şoreş o koşullarda düzenli olarak binlerce ilişkiye dağıtılıyordu. Fabrikalarda, emekçi mahallelerinde silahlı bildiri dağıtımları yapıyorduk. Kısacası karikatür değil ciddi bir illegal yapı içindeydik. Açıkçası yoldaşlar, doksanların ortasına kadar herhangi bir TDKP’liye ya da GKB’liye ileride yasal bir parti bürosunda yöneticilik yapacağını söyleseydiniz sözlerinize sadece gülüp geçmezdi aynı zamanda sizi bir güzel benzetirdi. En azından biz ve çevremizdeki yoldaşlar meseleyi böyle kavrıyorduk.

İşte böyle bir partiydi TDKP. Silahlı ayaklanmayı savunan, Kürdistan’ın kendi kaderini tayin hakkını kayıtsız şartsız tanıyan, işçi sınıfı içinde örgütlenmeye kararlı ve illegal örgütün gerekliliğinin propagandasını yapan bir parti. Kısacası bugünkü karikatürleriyle karşılaştırılamayacak, parti gibi bir parti. İşte böyle bir parti tasfiye oldu. Bu partinin artıkları bugün “Bomba Terörü” diye manşetler atıyor, 19 Mayıs ve 23 Nisan’ı kutluyorlar. Artık ortada kimsenin gelip gitmediği yasal parti bürolarından başka bir şey yok. Partinin yasal müsveddesi değil yeni sendikal mevziler kazanmak TÜMTİS’i bile elinde tutamayan bir durumda şimdi. Yukarıda saydığımız nedenlerden ötürü tasfiyeciliğe karşı şerbetli olduğunu düşünen bir örgüt nasıl oluyor da bugün bu kadar pespaye duruma düşebiliyor? Sorulması gereken soru tam da bu...

“Anlatılan senin hikâyendir!” lafı tam da burada anlam kazanıyor. Zira TDKP örneği bugün her anlamda onun benzeri örgütlerdeki devrimcilere ışık tutmalı, bu devrimcilerin tasfiyeci girişimlere karşı uyanık olmasını sağlamalı. TDKP’nin nasıl tasfiye olduğunu anlamak bugün devrimci örgütte ısrar eden güçlerin bu basınca karşı daha bilinçli ve kararlı mücadele etmesini sağlayacaktır diye düşünüyoruz. Bu yazının sınırları içinde TDKP’nin nasıl tasfiye olduğunu bütün yönleriyle ele almak elbette mümkün değil. Üstelik bunun nedeni sadece sayfa sorunu değil. Bu bizim gibi birkaç devrimcinin altından kalkabileceği bir iş değil ancak TDKP’nin tasfiyesini önleyemese de devrimci örgütte ısrar eden tüm devrimcilerin çabasıyla tamamlanabilecek bir muhasebe olabilir. Bu muhasebeye elimizden gelen katkıyı sunmak boynumuzun borcu olsun.

Yeri gelmişken bugüne kadar yapılmış sözüm ona TDKP değerlendirmeleri hakkında bir-iki söz etmek gerekir. Kökeninde Arnavutlukçuluk olan tüm akımlar TDKP’nin tasfiye sürecini ele aldılar, kendilerine göre bu sürecin bir değerlendirmesini sundular. Bu değerlendirmeler üslup farklılıkları içerse de özü itibarıyle aynı tezi dile getirir: TDKP benimsediği devrim stratejisinin yanlışlıkları nedeniyle tasfiye olmuştur. Sosyalist devrimi benimseyen EKİM bu tezi elbette daha rahat savunuyordu. Demokratik devrimcilikten vazgeçmemiş MLKP ve TİKB ise daha kekeme davranıyordu. Ama öz itibariyle bütün bu akımlar TDKP’nin tasfiye olmasıyla onun popülist bir siyasi hatta sahip olması arasında bir bağ kuruyorlardı. Oysa bu tespit gerçeği yansıtmıyordu. Zira bu akımlar ne kadar popülistse TDKP de en fazla o kadar popülistti. Üstelik söz konusu olan devrimin acil görevleri olduğu zaman TDKP’yle bu akımlar arasında hiçbir farklılık da bulunmuyordu. Verili devlet aygıtı aynı şekilde parçalanıyor, yeni devlet aynı şekilde kuruluyordu. Devrimci hükümetin acil görevleri de tümüyle aynıydı. Üstelik bu programatik benzerliğin dışında popülist olarak suçlanan TDKP’nin tasfiye olmadan önce (ve hatta olduktan sonra) işçi sınıfıyla çok daha sıkı bağları vardı.

Dolayısıyla bu akımlar istedikleri kadar TDKP’nin neden tasfiye olduğunu açıkladıklarını iddia etsinler hiçbiri meselenin can alıcı kısımlarına değinen bir açıklama üretememişlerdi. Üretemezlerdi de zira hepsi küçük birer TDKP’ydi, ya da öyle olmak istiyorlardı. TDKP eleştirilerinin bu yetersizlikleri bu akımların TDKP’nin tasfiye sürecinde neredeyse sıfır etkiye sahip olmalarına yol açtı. Bildiğimiz kadarıyla bizden önce ve sonra partiyle ilişkisini tasfiyecilik eleştirisi yaparak kesen yoldaşların neredeyse hiçbiri bu akımlara yanaşmadı. Yanaşanlar da aradıklarını bulamadılar. Bu akımlara gidenler genelde partide önemli sorumluluklar almamış, dolayısıyla TDKP’yle içine gittikleri yapıyı karşılaştıracak deneyimden yoksun yoldaşlar oldu.

Oysa tasfiyeciliğin kökenlerini başka yerlerde aramak gerekir. Kendi payımıza, bunların en önemlilerinden birine, belki de en önemlisine, kısmi çıkarlarla bütünsel çıkarlar arasındaki ilişkiye değineceğiz. Tasfiyeciliği devrimci örgütten vazgeçmek ya da devrimci örgütü çözmeye, çökertmeye çalışmak olarak anlıyoruz. Tasfiyeciliği devrimci çizgide ısrar edemeyenlerin siyaseti olarak görüyoruz. Sadece komünizmin tutarlı ve sonuna kadar devrimci bir hatta konumlandığını biliyoruz. Bir partinin ya da örgütün komünist bir siyasi hattan uzaklaştığı oranda devrimciliğinin de tutarsızlaşacağı, bu tutarsızlık arttıkça da devrimci örgüte ihtiyaç duymayacağını düşünüyoruz.

Peki kimin komünist siyasete yaklaştığını kimin uzaklaştığını nasıl anlarız? Bunun için Komünist Parti Manifestosu’na başvurmak mümkün. Manifesto “Komünistler diğer işçi sınıfı partilerinden yalnız şu noktalarda ayrılırlar: 1. Değişik ülkelerin proleterlerinin, kendi milletleri içindeki mücadelelerde, bütün proletaryanın, her türlü milliyetten bağımsız, ortak çıkarlarını gösterip bunları ileri sürerler. 2) İşçi sınıfının burjuvaziye karşı verdiği mücadelenin geçmek zorunda olduğu çeşitli aşamalarında, her zaman ve her yerde, hareketin bütünün çıkarlarını temsil ederler.” diyor.

Ulusal çıkarlar karşısında uluslararası çıkarlar, kısmi çıkarlar karşısında bütünsel çıkarlar... Komünistlerin siyasi hattını böyle özetlemek mümkün. Ancak böyle bir siyasi hattı benimseyenler sonuna kadar devrimci olabilir. Zira silahlı bir işçi ayaklanmasına, burjuva düzenin toptan havaya uçurulmasına sadece herkesin kurtuluşu için mücadele ediyorsak gerek vardır. Eğer bir azınlığın kurtuluşu için mücadele ediyorsak işçi sınıfını ve ezilenleri silahlandıracak bir devrime gerek duymayız. Kimi kirli pazarlıklar ya da komplolar yoluyla bu azınlığın durumunu düzeltmek mümkündür. Bu akımların yöntemi devrim değil diplomasidir. İstediklerine muhalefet yaparak ulaşmaya gayret ederler. Ancak “kurtuluş yok tek başına ya hep beraber ya hiçbirimiz” şiarını benimseyenler aynı şiirde geçen “ya kölelik ya silah” şiarını da benimseyecekler bir proleter devrime ve bu devrime önderlik etmek için proleter devrimci bir örgüte ihtiyaç duyacaklardır.

Komünist siyasetten uzaklaşanlarsa tasfiyeciliğe yaklaşacaklardır. Proletaryanın bütünsel çıkarları yerine kısmi çıkarlarını, uluslararası çıkarları yerine şu ya da bu ulusal çıkarları savunanlar devrimci örgüte ihtiyaç duymayacaklardır. Dahası bu örgüt onların diplomatik manevralarına, muhalefet cephesi örme girişimlerine ve kirli pazarlıklarına engel olacaktır. O yüzden komünist siyasetten uzaklaşanlar hızla devrimci örgütten kurtulmaya çalışırlar. Menşevikler Rus işçi sınıfının ayrıcalıklı katmanlarının ve küçük burjuvalarının çıkarlarını proletaryanın çıkarlarının üstünde tutuyorlardı, İkinci Enternasyonal partileri kendi ülkelerindeki işçi aristokrasisinin çıkarlarını gözetiyorlardı. Bu kesimler bu yüzden hiçbir zaman sahici bir devrimci örgüte sahip olamadı. Komünist Enternasyonal partilerinin ilk dört kongrenin ardından bolşevizmden menşevizme kaymaları da böyle gerçekleşti. Bu partilerin hepsi “sosyalist anavatan olarak gördükleri SSCB’yi korumak” adına kendi ülkelerinde devrim yapma iddiasından vazgeçtiler. Sonuç Komünist Enternasyonal’in tasfiyesi oldu.

Hiçbir zaman Komünist Enternasyonal’in yirmi bir koşulunu karşılayan bir parti olmamasına karşın TDKP’nin tasfiyesi de böyle gerçekleşti. Parti sınıfın ayrıcalıklı katmanlarının çıkarlarını bütünsel çıkarların üstüne çıkaran bir politik hat benimsedi. Bu hattı en iyi, partinin sınıf içerisindeki çalışmasında ve ulusal karşısında takındığı tutumda gözlemek mümkündü.

Sınıf içerisinde çalışmayı savunurken sendikal mücadeleyi önemsiyorduk. “Sendikalarda çalışmayı reddedenler devrimci olamaz” diyorduk. Bu söylediklerimizde yanlış bir şey yoktu elbette. Ancak açıktan söylemesek de sendikal mücadeleyi asıl olarak sendikalarda örgütlü işçilere dayanarak yürütüyorduk. Yani aslında sınıf mücadelesinin en önemli alanı olduğunu söylediğimiz sendikal mücadelede işçi sınıfının yirmide birlik bir kesimine bel bağlıyorduk. Sınıfın diğer kesimlerinin mücadeleye sendikalı işçilerin önderliğinde katılacağını savunuyorduk. Bunun için asıl olarak gözümüzü sendikal alanda kazanılacak başarılara dikmiştik. Yukarıda bahsettiğim gibi sınıfın diğer kesimlerinin mücadelesini hiçbir zaman ihmal etmedik, hatta mitinglerde kortejimizde bulunan kalabalığın büyük çoğunluğu sınıfın örgütsüz kesimlerinden oluştu. Ama parti, politikalarını her zaman sendikaların ihtiyaçlarına göre belirledi. Parti sendikasız işçilere sendikalı işçilerin mücadelesinin bugün Türkiye’de verilen en önemli mücadele olduğunu anlatıyordu. Oysa yapılması gereken tam tersiydi. Sendikalarda sendikasız işçilerin örgütlenmesinin bugün Türkiye’de verilecek en önemli mücadele olduğunu savunmak gerekiyordu.

Parti bunu yapmadı. Aksine sendikalarda kısa zamanda kazanılacak zaferlerin peşinden koştu. İşçi sınıfının örgütsüz kesimlerine ulaşmak yerine “dürüst” ve “sınıf bilinçli” sendikacıları örgütlemeyi en önemli görevi saydı. Sendikacıların örgütlenmesi, sendikalılaşma mücadelesinin önüne geçtikçe parti devrimci bir hattan uzaklaştı. Tasfiye süreci hız kazandı.

Partinin ulusal sorundaki tutumu da buna benzerdi. Türk devletinin emperyalizme karşı bağımsızlığını savunmak, Kürdistan’ın kendi kaderini tayin hakkını savunmaktan daha önemli görülüyordu. Parti Kürt ve Türk emekçilerini bağımsız demokratik Türkiye için mücadele etmeye çağırıyordu. Bu durum tıpkı partinin sendikal politikası ve saflarındaki örgütsüz işçiler arasındaki çelişkiye benzer bir çelişki yaratıyordu. Parti bir yandan Kürdistan’da örgütleniyor ama aynı zamanda bağımsız demokratik Türkiye’yi savunuyordu. O zamanlar partinin bağımsızlık propagandası elbette bugünkü gibi milliyetçi çığırtkanlıkla değil, daha ince bir devrim ve sosyalizm vurgusuyla gerçekleştiriliyordu. Bunda kuşkusuz PKK’nin yarattığı basıncın da rolü vardı. PKK TC’ye karşı savaşırken bugünkü gibi Türk devletinin ulusal onurundan ve çıkarlarından söz etmek mümkün değildi. Parti burada da bağımsız Türkiye derken aslında ezen ulusun çıkarlarını savunuyor, bu çıkarların Kürtleri esarete mahkum etmesiyle ilgilenmiyordu. Böylelikle işçi sınıfının uluslararası çıkarlarını savunmaktan uzaklaşıyordu. Parti Türkiye’nin ulusal çıkarlarını savunmaya başladıkça bu çıkarların savunulmasıyla bağdaşan bir örgütsel hatta kaydı. Kürdistan’daki ve Türkiye’deki devrimci örgütlerden kurtuldu.

Devrimci harekette genellikle yanlış bir biçimde tasfiyeciliğin devlet terörünün en yoğun olduğu bir dönemde ortaya çıktığı düşünülür. Bu düşünce büsbütün yanlış olmasa da gerçeğin sadece bir kısmını yansıttığı için yanıltıcıdır. Tasfiyeciliğin en tehlikeli biçimleri aslında yoğunlaşmış devlet terörünün adım adım ortadan kalktığı, kitle hareketinde kimi kıpırdamaların başladığı bir dönemde boy verir. Devlet terörünün yoğun olduğu dönemlerde, ağır illegalite koşullarında örgütü terk edenler elbette vardır. Ancak bunlar devrimci örgütün asıl düşmanları değildir. Bunların kavga kaçkını olduğunu görmek zor değildir zaten. Samimi devrimciler içinden bu türden “abbas yolculara” güvenen çıkmaz. Yaptıkları ideolojik icatlara da inanan olmaz.

Türkiye’de de benzer bir durum yaşandı. Darbe rejiminin en koyu biçimde yaşandığı 1980-87 arasındaki dönemde devrimci örgütler tasfiye olmadı. Asıl tasfiye darbe rejiminin yumuşamaya başladığı ve yeni bir işçi hareketinin ilk sinyallerinin alındığı 87 sonrası dönemde başladı. Seçim dönemiyle başlayan yükseliş tüm sol akımları umutlandırdı.

Akıl hocaları hemen piyasaya çıkmaya başladı. Doğu Perinçek, Mehmet Ali Aybar, Yalçın Küçük gibi sol aydınlar olarak ortalığa düşüp yeni yükseliş döneminden, bu dönemin yarattığı olanaklardan söz etmeye başladılar. “Açık Parti” projeleri o dönemde pişirilmeye başlandı. Özellikle bugün kendisini Türkiye’yi yöneten gizli Yahudileri keşfetmeye vermiş Yalçın Küçük’ün o dönem sahip olduğu itibar görülmeye değerdi. 80 öncesinin revizyonist TİP’ini simgeleyen Yalçın Küçük bir anda “Yalçın Hoca”ya dönüşüvermişti. Yalçın Küçük kitap üstüne kitap yazıyor o dönemin liberallerine sivil toplumcularına savaş açıyordu. Murat Belge, Ahmet Altan, Latife Tekin “Yalçın Hoca”nın entelektüel şiddetinden paylarını alıyordu. Yalçın Küçük böylelikle dost görünerek önemli sayıda devrimci yapıyı etkisi altına aldı. “Yalçın Hoca”nın yörüngesine girenler ne yazık ki şu ve bu biçimde tasfiye olmaktan kurtulamadılar. Onun en iyi öğrencileriyse hocadan öğrendikleri aynı anda hem devrimcilere dost görünüp hem de devrimci düşmanlığı yapma zanaatını bugün kurucuları oldukları TKP’den sürdürüyorlar.

“Hoca”nın çıkışı görünüşte bizim gibi eti budu yerinde örgütleri etkilememişti. Hatta tam tersi bir durum söz konusuydu. Yalçın Küçükçülüğün aramızda son derece olumsuz çağrışımları vardı. Hoca’yla ilişki kurmak ayıp kabul ediliyordu. Bu suçlamalardan nasibini en fazla alansa “işini gücünü bırakıp” bizimle uğraşan EKİM’di. EKİM’in özellikle SSCB ve Komintern’in akıbetine dair yazdıklarına bakıldığında bu saptamanın doğruluğu açıkça görülüyordu. Bu tespitin doğruluğunu görmek için H.Fırat’ın Ekimler dergisinde Komünist Enternasyonal’e ilişkin yazdıklarıyla Yalçın Küçük’ün Toplumsal Kurtuluş’ta yazdıklarını karşılaştırmak yeterliydi. Ancak bizim partinin Yalçın Küçükçülükte EKİM’i sollayacağını görmek için doksanların ortasını beklemek gerekiyordu. Zira H. Fırat, muhtemelen bizim gibi Enver Hocacı akımların ideolojik basıncı yüzünden, Komintern hakkındaki saptamalarını daha ileriye götürmedi, devamını getireceğini söylemesine karşın bu konularda eline kalem almadı. Hatta bu arada EKİM partileşti, ama parti kuruluş kongrelerinden öğrendiğimize göre, bu türden “ideolojik sorunların çözümü” partili mücadele dönemine ertelendi.

Yalçın Küçük ve benzerlerinin ideolojik tahribatının bizim partide etkili olması için önemli bir toplumsal yükseliş gerekiyordu. Nitekim 89 Bahar eylemleri bu tahribatın örgütsel ve siyasi zeminde de etkisini göstermesini sağladı. Bahar eylemleri partiyi genişletti, etki alanını arttırdı. Ama bu etki asıl olarak partinin sınıf içerisinde örgütlenmesi sonucunda değil sendikacıların “partiye bağlaması” sonucunda gerçekleşti. Bahar eylemleri noktalandığında partinin çevresinde önemli miktarda orta kademe sendikacı birikmişti. Partinin işçi sınıfı içerisinde etkisi artıyordu atmasına. Ama bu etki sendikacıların vasıtasıyla gerçekleşiyordu. Bu yüzden de sendikalist bir etki olmanın ötesine geçemiyordu. Varoşlarda biriken işçi sınıfını örgütlemekse bu sendikacıların umurunda bile değildi. Önemli olan genel kurulları kazanmak, sendika içinde etkinlik kazanmak, bunun için de tabanı mutlu edecek kazanımlar koparmaktı.

Kuşkusuz diğer devrimci akımlardan bizi sendika bürokratlarının peşinde koşmakla suçlayanlar olduğunu biliyorduk. Ama bu suçlamaları ciddiye almıyorduk. Zira bizi sendika bürokratlığıyla suçlayanların peşinden koştuğu başka sendikacılar olduğunun farkındaydık. Başkanlık seçimlerinde yapılan ittifaklarsa gözümüzün önünde gerçekleşiyordu. Bizi kulisçilikle suçlayanların ellerinde olanak olduğu zaman neler yaptığını gördüğümüz için sendikacılarla kurulan sıkı fıkı ilişkiler bu sendikacılar işçilere ihanet etmediği sürece bizim için üzücü değil sevindiriciydi.

Üstelik parti sürekli devrimden sosyalizmden söz ediyor, sendika bürokratlarının ihanetini karşısına alıyordu. Bunun yanı sıra işçi sınıfının örgütsüz kesimleri içinde de mücadele veriyorduk. Dolayısıyla bizi sendikalist olmakla suçlayanları ciddiye almıyorduk. Farkında olmadığımız şey partinin politik mücadele hattını tarif ederken kime dayandığıydı. Sanayi sitelerinde sendika, sigorta, sekiz saat işgünü için mücadele ederken partinin politik mücadele hattının aslında söz konusu ayrıcalıklı işçilerin gündelik talepleriyle sınırlı olduğunu görmüyorduk. Dolayısıyla partinin sendikaların verdiği mücadeleyi merkeze alan hattının bizi açık partiye taşıyacağını öngöremezdik. Zaten o dönemde de TDKP röportajındaki bir iki satır dışında yasal partiden söz eden yoktu.

Tasfiyeciliğin etkisi kendisini asıl olarak bahar eylemlerinin ardından gelen 94 grev dalgasında belli etti. Parti bahar eylemlerinde sendikacılarla yakın bağlar kurmuş olduğu için 94 eylemlerinden beslenmekle yetinmedi aynı zamanda bu eylemlere daha etkin bir biçimde müdahale etti. Bu müdahaleler partinin sendikacılarla olan bağlarının daha da sıkılaşmasına yol açtı.

İşte tam da bu dönemin ardından İşçi Kitle Partisi broşürü çıktı. Broşür kitlesel bir işçi partisinin kurulmasının koşullarının olgunlaştığından söz ediyordu. Broşüre göre böyle bir partinin kurulması iki koşula bağlıydı. Bunlardan biri nesnel diğeri de özneldi. Nesnel koşul sınıf hareketinin yükselmiş olmasıydı. Broşüre göre 94’teki eylemler bu yükselişin kanıtıydı. Broşür bu eylemlerden Türkiye tarihinde görülmemiş kitlesellikte gerçekleşen işçi eylemleri olarak söz ediyordu. Buna ikna olmamıştık bir türlü zira bu topraklarda 15-16 Haziranların yaşandığından haberdardık, 70’lerdeki işçi eylemlerinden de haberdardık. Parti aslında bir şekilde geçmişi unutturuyor böylelikle kendi iddialarına geçerlilik kazandırıyordu.

Bu bakımdan bizim partinin yaptığı aslında tam da bugün merkez-melez akımların Seattle, Cenova eylemlerinden sonra takındığı tutuma benziyordu. Bugünkü “Okmeydanı direnişi” nasıl ölçüsüz bir biçimde abartılıyorsa 94 eylemleri de o ölçüde abartılıyordu. Bugün nasıl yeni bir dönemin başladığı ileri sürülüyorsa, dün de aynı şekilde sınıf mücadelesinde ibrenin işçi sınıfından yana döndüğü savunuluyordu.

Öznel koşulsa partinin olgunlaşmasıyla ilgiliydi. O dönem bunun doğru olup olmadığını sorgulayacak örgütsel bilgiye sahip değildik. Üstelik sürekli attığımız “Yusuf, Hüseyin Deniz! Sürüyor sürecek mücadelemiz! Yaşasın partimiz TDKP’miz!” sloganı bir şekilde bizimde partinin zaferden zafere koştuğuna inanmamıza yol açıyordu. Ama partinin aslında hiç de bizim sandığımız durumda olmadığı peş peşe yenen operasyonların ardından örgütsel mekanizmaların çökmesiyle açığa çıktı. Söz konusu operasyonların ardından parti bir türlü toparlanmadı.

Halbuki partinin kendisi hakkındaki iddiaların kofluğunu görmek için örgütsel bilgilere sahip olmak gerekmiyordu. Bunun için TDKP’nin niye bir türlü ikinci kongresini toplamadığını sormak yeterli olmalıydı. İkinci kongresini toplayacak durumda olmayan bir parti nasıl olur da atılımlar yaptığını iddia edebilirdi? Bugün TDKP’yle aynı damardan beslenen diğer akımlara baktığımız zaman bu tutumun bizim partiye özgü olmadığını görüyoruz. Mesela TDKP’yi yıllar yılı kongre toplamamakla eleştiren EKİM (tüzüğünde parti iki yılda bir en üst organ olan kongreyi toplar diye yazan) TKİP oldu olmasına ama aradan geçen altı yıla karşın ikinci kongresini toplamadı. Aynı durum tüzüğünde parti kongresini üç yılda bir toplar demesine karşın üçüncü kongresini altı yıl sonunda toplayan MLKP için de geçerli. Kuşkusuz sınıf mücadelesinin ateş hattında bulunan devrimcilerin içinden geçtiğimiz gericilik döneminde düzenli kongre toplayacak bir örgütsel kapasiteye sahip olmaması son derece anlaşılır bir durum. Devrimcilerin örgütsel zaaflarını kamuoyuna duyurmak, kamuoyu önünde tartışmak istememeleri de aynı derece anlaşılır. Asıl anlaşılmaz olan bu akımların söz konusu zaaflar gün gibi ortadayken gün geçtikçe gelişip serpildiklerinin propagandasını yapmaları. Bu tür tutumlar bize TDKP’nin kendisiyle ilgili kof iddialarını anımsatıyor.

Açık parti broşürünün yayınlandığı dönemde kitle eylemlerinin giderek arttığı doğruydu. Ama partinin bu eylemlere müdahale kapasitesi giderek azalıyordu aslında. Bugün baktığımızda aslında o dönemde müdahale ettiğimizi düşündüğümüz eylemlerde bile aslında partinin değil sözümona bizim örgütlediğimiz sendikacıların müdahale ettiğini görüyoruz. Zira müdahale hattının partinin eski çizgisiyle hiçbir ilişkisi yoktu. Ama EMEP’in bugünkü çizgisine olan yakınlığı gittikçe artıyordu. Böylelikle bizim inisiyatifimizle değil düzen güçlerinin inisiyatifiyle gerçekleşen eylemleri kılıf olarak kullanan parti zayıflayışımızı ört bas ediyordu.

2004 1 Mayısı’nın ardından bizim on yıl önce takındığımız tutumların benzerlerini tekrar gözlemek mümkün. Devrimci akımların büyük bir çoğunluğu yine 1 Mayıs’taki bölünmenin kendi basınçları ve müdahaleleri sonunda gerçekleştiğini düşünüyorlar. NATO karşıtı eylemlere damgalarını vurduklarını ileri sürüyorlar. Böylelikle ses getiren eylemlerin kuyruğuna takılmayı bu eylemlere önderlik etmek olarak sunuyorlar. Kısa vadede taze devrimcileri avutmaya yarayan bu türden ninnilerin aslında devrimci örgütün altını oyan bir tutum olduğunu tecrübelerimizle öğrendik.

Bizim gibi proletaryanın partisinin illegal olması gerektiğini, yasal mücadelenin yasa dışı mücadeleye tabi olduğunu belleyerek yetişmiş bir kuşağın işçi kitle partisi ismini taşıyan bir yasal partiye ısınması pek kolay olmadı. Olamazdı da zaten çünkü diğer açık partilerin tümünü yasalcı oportünistler diye karşımıza alıyorduk o zamana kadar. İllegal parti işin elifbasıydı. Üstelik hiçbirimiz kendimizin de açığa çıkacağını düşünmüyorduk. O güne kadar legal alanda çalışanların birkaç istisna dışında, genellikle işe yaramaz unsurlar olduğu kanısındaydık. Kıdemli bir devrimcinin esas olarak açık alanda çalışmaya başlamasını söz konusu yoldaşın “rütbesinin düşmüş” olmasına veriyorduk. Dolayısıyla kendimizi hiçbir zaman açık alanda çalışacak birisi olarak görmüyor, bulunduğumuz organlarda sorumluluklarını yerine getiremeyen arkadaşlara “yakında işçi kitle partisinde çalışırsın” diye takılıyorduk.

Ancak bugünden bakınca tasfiyecilerin de boş durmadığını görüyoruz. “Hayatın her alanına müdahale etme” bahanesiyle bir kültür sanat dergisi çıkarılmaya başlandı önce. Dergiye baktığımızda “işçiler bu derginin nesini okuyacak?” diye soruyorduk. Sonra derginin asıl olarak işçi sınıfını değil yazarçizer takımını ve sanat dostlarını örgütlemek için çıkarıldığını anladık. Bununla eş zamanlı olarak açılan kültür merkezi de aynı amaca hizmet ediyordu. Biz “ille de bir kültür merkezi kurulacaksa bu niye bir varoşta kurulmaz?” diye sorduğumuz zaman “Taksim merkezi bir yer” yanıtını alıyorduk. Bugün kimin için merkezi olduğu daha iyi görülüyor. Bu tür mekânlar devrimcileri yasalcılığa alıştırmanın ilk adımı olarak kullanıldı.

Bundan daha önemlisi tasfiyeciler görünüşte illegalite bahanesiyle iş yapmayan örgüt asalaklarına yönelik savaş açarken aslında profesyonel devrimciliğe yönelik bir karalama kampanyası açmışlardı. Görünüşte asalaklar karalanıyordu ama aslında ihtilalci bir örgütü ayakta tutan fedakar kadrolar asalaklıkla suçlanıyordu. Bu kadrolar apolitik, doktriner, sekter olmakla eleştiriliyordu. Bu kadroların pratik mücadelenin ihtiyaçlarına yanıt veremediği, kitabi oldukları söyleniyordu. Tasfiyeciler “işçi olmak”, “halk önderi olmak”, “proleterleşmek” gibi kavramlar kullanarak aslında dar pratikçiliği teşvik ediyorlardı. Devrimci politika yapmada ısrar edenler ya “küçük burjuva devrimciliğiyle” çoğu zaman da “dönemin önceliklerini kavrayamamak”la eleştiriliyordu. Bu eleştirilerin ardından işçi sınıfı içinde yıllarca mücadele etmiş nice yoldaşımızla yollarımız ayrıldı. Asalaklıkla suçlanan bu kadroların ayrılığı ne hikmetse partinin daha saf bir parti olmasına değil daha da zayıflamasına yol açtı.

Sonra bir gün GKB feshedildi. Fesh belgesi yine profesyonel devrimciliğe yönelik bir küfürname niteliğindeydi. Belli bir süre sonra da aslında hepimizin açık partide çalışacağımızı fark ettik. Buna direnen ilişkilerini devretmeyen yoldaşlar oldu. Çoğu güç bela ikna edildi. Kimi yoldaşlar küsüp örgütten ayrıldılar. Ama dediğim gibi pek azı başka partilere gitti. “TDKP’nin üstüne gül koklamama” gibi bir niyetleri yoktu. Ama var olan yapıların kendilerine farklı bir perspektif sunmadığı da açıktı.

O dönemde dışarıdan da bizim partiyi tasfiyecilikle eleştirenlerin sayısı artıyordu. Bu eleştirilerin doğru olduğunu seziyorduk ama yine de kulak vermek istemiyorduk. Dahası bizim hakkımızda bunları yazan devrimcileri karşımıza alıyor, bizi karalamakla suçluyor, propaganda özgürlüklerini kısıtlıyorduk. Siyasi olarak yanıt veremediğimiz bu devrimcilerin söylediklerinden etkilenen genç yoldaşlaraysa hep aynı şeyleri söylüyorduk: “Bunların işi gücü yok bizimle uğraşıyorlar.” Şimdi, dün bizim TDKP’ye yönelik kapsamlı eleştiri kampanyaları düzenleyen devrimcilerin bugün KöZ karşısında takındıkları tutuma bakınca acı acı gülümsemeden edemiyoruz. Bizi devrimci eleştiriye açık olmamakla, kendilerini yok saymakla eleştiren bu yapılar şimdi aynı tutumları bize karşı takınıyorlar. Bize “işiniz gücünüz bizimle uğraşmak” diyorlar. Geçmişte biz de böyle derdik ama bunu inandığımız için değil söyleyecek laf bulamadığımız için söylerdik. Üstelik dün devrimci hareketin TDKP’ye yönelttiği eleştiriler çok daha apolitik, çok daha zorlama eleştirilerdi. Bu eleştirilerde içerik değil mantık oyunları ve belagat öne çıkıyordu. KöZ’ün politik çizgisini benimsememizi sağlayan faktörlerden biri de KöZ’ün eleştirilerinin politik içeriği oldu. Bugüne kadar KöZ sayfalarında çıkmış her polemik öyle eften püften ayrımlar üzerinde değil sahici politik ayrımlar üzerinde duruyordu. Bizi KöZ’ün arkasında durmaya iten de işte bu politik tutum oldu. Bizim bu tutuma beslediğimiz güven oldu.

Biz partiden hemen ayrılamayanlardan çıktık. Ayrılan arkadaşların gerekçelerine saygı duyuyorduk ama diğer yandan da bizi parti içerisinde bu oportünistlerle baş başa bırakmalarından dolayı öfkeleniyorduk. İçeride kalıp savaşmak mücadele etmek lazımdı. Oysa hem arkadaşların küskün tutumu hem de bizim içeride kalıp mücadele etme azmimiz yanlıştı. Arkadaşların ayrılması doğruydu. Ama küsmeleri yanlıştı. Bizim mücadele etmemiz doğruydu. Ama içeride kalmamız yanlıştı. Arkadaşlar niye oradasınız diye sorduğunda “Ne yapalım? Nereye gidelim?” diye cevap veriyorduk. Biz açık partideydik çünkü işçi sınıfı buradaydı.

Rosa Luxemburg genelde troçkistler tarafından bayraklaştırıldığından bizim gelenekten gelenler arasında pek sevilmez. Ama o zamanlar kullandığımız “en kötü örgüt örgütsüzlükten iyidir” lafının da Rosa Luxemburg’dan kaynaklandığını bilmiyorduk. Bu lafın devrimci bir parti yaratma iradesinden yoksun olanlar tarafından kullanıldığını fark etmemiştik. Ölümü düşünüp sıtmaya razı oluyorduk aslında. Oysa yasal parti içerisinde illegal bir partiyi koruma ya da yaratma mücadele verilmezdi. Ayrılıp dışarıdan müdahale etmek gerekirdi. Zira içeride kaldığımız sürece örgüt yıkıcılığı yapmama adına parti içindeki diğer devrimcilerle buluşamadık. Böylelikle tasfiyecilerin zemininde tasfiyecilere karşı mücadele ediyorduk. Elbette kaybedecektik.

Partiyse sürekli kitle mücadelesinin yükselişinden söz ediyor, açıldıkça açılıyordu. Kendi payımıza bu açılmada yaşanan dönüm noktasının Metin Göktepe’nin cenazesi olduğunu düşünüyoruz. Metin’in cenazesi bizim parti sloganları attığımız, parti adına yazılamalar yaptığımız son eylemdi. Yürüyüşteki kalabalık gerçekten etkileyicidi. On binlerce kişi Yenibosna’dan Atışalanı Mezarlığı’na kadar yürüdü. “Metin Yoldaş Yaşıyor, Parti Savaşıyor!” sloganları da son kez orada atıldı. Sonraki günlerde parti Metin’in yoldaş değil gazeteci olduğunda karar kıldı. Ellerindeki yasal parti bayraklarıyla “partimiz TDKP’miz” sloganı atan tuhaf bir kitleydik aslında.

Biz Metin’in komüniste yakışır bir biçimde gömüldüğünü düşünüyor, içimizdeki bütün sıkıntılara karşın kendimizi avutmaya çalışıyorduk. Metin’i değil de partiyi gömdüğümüzü nereden bilelim.

Metin’in davaları için Afyon’a gelip giderken her seferinde içimiz daha da sızlıyordu. Her davada daha liberal bir tutum takınılıyordu. Önce mahkeme salonuna girmekten vazgeçtik. Sonra bizi salondan gitgide daha fazla uzaklaştırdılar. Biz bu liberal tutumları kıyasıya eleştiriyorduk. O zamanlar dışarıdan diğer devrimci akımların bizim bu dava karşısındaki tutumumuza gıpta ettiklerini nerden bilelim. Biz politik hattımız liberalleşiyor diye feryat ederken, bizi dışarıdan seyredenler “Metin’in davasını kamuoyuna mal etmede başarılarımıza imreniyormuş.” Başta bu tutumları bizimle konuşan devrimcilerin politik eksikliğine kendi siyasetlerini iyi bilmemelerine veriyorduk. F-Tipleri saldırıları ya da diğer faili meçhul cinayetler karşısında bizim partiye rahmet okutan liberal tutumlar bu akımların da aslında bizden farksız olduğuna iyice ikna ediyordu bizi.

Metin’in görkemli cenazesinden itibaren parti sahneden silindi. Hepimiz iyice EP’li olduk. Başta EP içinde de TDKP’li gibi davranıyorduk. Hatta bizi yasalcılıkla suçlayanlara biz yasal değil açık partiyiz diyorduk. Meşruiyetimizi devletin yasalarından değil işçi sınıfıyla olan bağlarımızdan aldığımızı söylüyorduk. Bu iddianın ne kadar ciddi olduğu Anayasa Mahkemesi’nin açtığı kapatma davasından sonra ortaya çıktı. “Sokakta kurduk sokakta savunacağız!” sloganlarıyla Ankara’ya aktık. Bizi kıstıran polisten iyi bir dayak yemiştik ama mücadeleye devam edeceğimizi düşünüyorduk. Oysa tersi oldu bir daha böyle bir eyleme kalkışmadık.

Sonrası bilinen hikâye... EMEP herkesin gözü önünde bugünkü çizgisine geldi. 1996 sonrasında partide iki büyük kopma gerçekleşti. Birincisi EMEP’lilere adres olarak EKİM’i gösteriyordu. İkinci grupsa partinin gerçek çizgisine sahip çıkmayı öneriyordu. Ancak her iki grup da başarılı olamadı. Zira yukarıda belirttiğimiz nedenlerden ötürü EKİM’in dar örgütsel yapısı partililer için bir çekim merkezi olamazdı. EKİM’in politik hattı da “sosyalist devrim” sözü dışında partininkinden farksızdı. Hele EKİM’in bu kadar yıl bekledikten sonra çıkışındaki iddialarının hiçbirini karşılamadan parti olduğunu iddia etmesi saflarımızda iyice güvensizlik yarattı. Partinin gerçek çizgisine sahip çıkmayı önerenlerse bugünkü durumun bu çizginin mantıksal sonucu olduğunu görmüyorlardı. Nihayetinde her iki girişim de başarısızlıkla sonuçlandı.

İfade özgürlüğünün bulunmadığı dönemlerde düşüncelerini bir masal gibi anlatmak ardından da “Burada yazılanların gerçekle hiçbir ilişkisi yoktur. Tüm bunlar masaldır, hayal ürünüdür” demek pek sık kullanılan bir yöntem. Peki ya ortada devletin açıktan uyguladığı bir sansür değil de devrimcilerin kendilerine uyguladıkları bir otosansür varsa? Herkes tasfiyeciliğe doğru ilerliyorsa fakat kimse bundan söz etmiyorsa ne yapmak gerekir? Kendi payımıza bu anlattıklarımın masal, daha doğrusu kabus, olmasını isterdik. Ama ne yazık ki yoldaşlar, anlattıklarımızın tümü gerçek. Gerçek olsa bile en azından bir kez tekrarlanmasını isterdik. Ancak görünen o ki süreç aynı yönde bir kez daha ilerliyor.

Dün biz kültür merkezleri kültür dergileriyle hayatın her alanına müdahale etmek istiyorduk. Bugün devrimci akımların Taksim’deki Kadıköy’deki ve diğer merkezi yerlerindeki bürolarının sayısını bilen yok.

Dün biz sınıfın bir kesiminin mücadelesinin yükselişini sınıf mücadelesinin yükselişinin kanıtı olarak sunuyorduk. Bugün de sendikaların, üniversite öğrencilerinin çıkışından medet umup kitle hareketinin yükseldiği tespitinde bulunanlar artıyor.

Dün biz yükselen mücadele yeni ihtiyaçlar dayatıyor bu ihtiyaçlardan biri de açık partidir diyorduk. Bugün yükselen hareketi bahane ederek yeni örgütlenme biçimleri arayanların sayısı artıyor. Herkes yasal dernekler, platformlar kuruyor.
Dün biz asalaklığa karşı kampanya başlatıp aslında profesyonel devrimciliği gözden düşürüyorduk. Bugün sözümona doktrinerliğe, apolitik devrimciliğe karşı kampanyalar yine revaçta.

Dün elimizde yasal bayraklar “yaşasın partimiz” diye sloganlar atıyorduk. Bugün yine yasal platformların bayraklarını elinde tutup sahici partinin sloganlarını haykıranları gözlemek mümkün...

TDKP komünist bir parti değildi. Komünist Enternasyonal’in ilk dört kongresinde ifade bulan Bolşevizm geleneğine bağlı bir parti değildi hiçbir zaman. Aksine ortaya çıkışından beri menşevik anlayışla bezeli bir programatik ve siyasi hattı oldu. Tutarlı bir devrimci hattı da olmadı hiçbir zaman. Ama bugünkü karikatürlerinden çok daha sağlam temellere kurulmuş, çok daha ileri bir partiydi. Benimsediği siyasi hattın çürüklüğü bu sağlam temellerin hepsinin teker teker çatırdamasına yol açtı. Geriye bugünkü moloz yığını kaldı. Bir de internet sitesi elbette...

TDKP’nin kendisine benzeyen akımlardan daha önce tasfiye olması TDKP’nin zayıflığından değil savunduğu politikaların çok daha cüretkâr bir takipçisi olmasından ötürüydü. Söz konusu akımların geçmişteki TDKP karşısındaki dezavantajları bu akımların tasfiyeci dalgalar karşısında daha korunaklı kılmıştır. Ancak TDKP de korunaklı olduğunu düşünüyordu. Zaten bu yüzden TDKP’nin tümüyle tasfiye olması yılları aldı. Oysa tasfiyeciliğe karşı duyarlı bir taban ve örgütsel lafızlar tasfiyeci süreci yavaşlatsa da durduramaz. Olsa olsa bu sürecin daha sancılı geçmesini, ağır aksak ilerlemesini sağlar.
Ölülerin arkasından konuşulmaz derler. Ama Marx’ın da dediği gibi sadece yaşayanlardan değil ölülerden de çekeceğimiz var. TDKP’nin ölüsü bile peşimizi bırakmıyor. TDKP’nin kendisini nasıl tasfiye ettiğini unutanlar (daha doğrusu unutturanlar) tasfiyecilik yolunda yürüyüşlerini bu yolu sanki ilk kez onlar keşfediyormuş gibi heyecanla pazarlıyorlar. Devrimcilere gittikleri yolun orijinal bir yol olmadığını, en azından TDKP tarafından yıllar önce yüründüğünü hatırlatmayı görevimiz olarak kabul ediyoruz.

Ancak tasfiyeci dalgayı püskürtmek için tasfiyecileri ve onların peşinden gidenleri uyarmak yeterli değil. Tasfiyeciliğe karşı mücadele ancak her türlü oportünizmden kendisini arındırmış devrimci bir partinin yaratılmasıyla mümkün. Bu partinin yaratılması yolunda sorumluluklarının bilincinde olanlar öne çıktıkça tasfiyecilik bir kader olmayacak. Bu ve benzeri mektupların yazılmasına gerek kalmayacak.

Bizim öykümüz de böyle işte sevgili yoldaşlar. Öykümüzün bugün kitle eylemlerinin gürültüsü içinde tasfiyeciliğe koşar adım ilerleyen örgüt ve partilerdeki devrimci güçlere ibret olmasını diliyoruz. Devrimci örgütte, devrimci politikada ısrar edenlere sorumluluk alın, öne çıkın diyoruz.

Bütün Ülkelerin Komünistleri birleşin..




vatan devlet bölünmez.