Arama


Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
26 Eylül 2007       Mesaj #3
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
T D K P 2. GENEL KONFERANSI'NIN AÇIKLAMASI

Türkiye



TDKP'nin 2. Genel Konferansı, parti örgütlerinin ve güçlerinin, başta işçiler olmak üzere emekçiler ve gençlik içindeki ileri parti çevrelerinin en geniş ve ileri düzeyde temsilinin ve katılımlarının sağlandığı çeşitli oturumlardan oluşan bir süreç olarak gelişti ve saptadığı gündeme uygun olarak çalışmalarını tamamladı ve tam bir irade birliğiyle sonuçlandı.
Konferansımız, dünyadaki ve Türkiye'deki çok yönlü gelişmelere bağlı olarak, partimizin bir dönemeç noktasına geldiği, ideolojik-politik, örgütsel-pratik tüm alanlardaki çalışmasını yenileyerek geliştirmesinin ve taşıdığı zaaflardan arındırmasının ertelenemez bir özellik kazandığı ve partimizin, bu doğrultuda taktik platformunu, pratik örgütsel çalışmasını yenilemeye ve ilerletmeye yöneldiği, buna karşılık diktatörlüğün partimize yönelik saldırılarını yoğunlaştırdığı koşullarda gündeme geldi ve gerçekleşti.
  • Partimizin 1. Genel Konferansı'ndan bu yana;
  • Uluslararası durum ve gelişme doğrultusunu,
  • Uluslararası durumla bağlantı içinde, ülkemizdeki gelişmeleri, ve
  • Partimizin ideolojik-politik, pratik-örgütsel tüm alanlarda yürüttüğü faaliyeti merkezine alan bir gündemle toplandı.
Konferansımızın, ele aldığı sorunlara ilişkin olarak vardığı belli başlı sonuçlar şunlardır:
Uluslararası alanda:
Partimizin 1. Genel Konferansı, proletaryanın ve ezilen halkların devrimci hareketinin, 1950'li yılların ikinci yarısında girdiği yenilgi sürecinden çıkamadığı ve tahrip edici sonuçlarının bütün yalınlığıyla ortaya çıktığı ve bu sürecin devam ettiği, emperyalizmin ve dünya gericiliğinin güçlerini ve olanaklarını birleştirerek çok yönlü bir saldırı kampanyası yürüttüğü, ancak, emperyalist-kapitalist sistemi zayıflatan, genel bunalımını derinleştiren etkenlerin de geliştiği bir geçiş sürecinde toplanmıştı.
1. Genel Konferansımızın toplandığı 1990 Şubat'ından bu yana, uluslararası alanda yaşanan sürecin temel özelliğini; emperyalist-kapitalist sistemin temel çelişkilerinin giderek keskinleşmesi, genel bunalımının derinleşmesi, bunun da ötesinde genel bunalımının yeni bir aşamsına doğru, yeni bir savaşlar ve devrimler, köklü alt-üst oluşlar dönemine doğru yol aldığını gösteren olguların ve verilerin gelişerek belirginleşmesi oluşturmaktadır.
Partimizin 1. Genel Konferansından sonraki süreçte;
a- Revizyonizm destekli burjuva-emperyalist propaganda tarafından, sosyalizmin iflası, devrim ve sosyalizm mücadelesinin kesin yenilgisi olarak yansıtılan, SSCB'nin başında bulunduğu kapitalist-emperyalist blokun çözülme ve dağılma süreci tamamlandı. Bu ülkelerde, sermayenin ve burjuvazinin egemenlik sisteminin ve kapitalist sömürünün, deforme edilmiş sosyalist biçimlerle örtülmemiş, çıplak ve en yalın biçimleri ve yöntemleri toplumsal yapının tüm alanlarında egemen oldu.
b- 1960'lı yıllardan sonra dünyanın tek sosyalist ülkesi olan Arnvutluk Sosyalist Halk Cumhuriyeti'nde sosyalizm yıkıldı ve kapitalizm yeniden inşa edildi. Dünya işçi sınıfı ve ezilen halkların devrimci hareketinin, 1950'li yılların ikinci yarısında aldığı darbe ve uğradığı ağır yenilginin tahrip edici sonuçları bütün yalınlığıyla ortaya çıktı. Uluslararası plandaki devrimci mevziler ve dayanaklar da kaybedildi. Bu dönem aynı zamanda, dünya işçi sınıfının ve ezilen halkların devrimci hareketinin dibe vurduğu en zayıf dönemi oldu.
Yukarıdaki gelişmeler, emperyalizmin ve dünya gericiliğinin, işçi sınıfına ve ezilen halklara, devrim ve sosyalizm mücadelesine karşı yürüttüğü çok yönlü saldırıya ve demagojik kampanyaya yeni bir ivme kazandırdı. Kapitalizmin üstünlüğü ve kesin zaferi ilan edildi. Bu zafer, dünya işçi sınıfının ve halkların uğradığı yenilginin içteki dayanağı olan revizyonizm ve burjuva sosyalizmi tarafından da kutsandı.
SSCB'nin başında bulunduğu emperyalist blokun dağılması, Arnavutluk'ta sosyalizmin yıkılması ve proletaryanın ve halkların son mevzilerini de yitirmesi ve hareketin dibe vurması, devrim ve sosyalizm mücadelesinin kesin yenilgisi, kapitalist sistemin temel çelişkilerinin aşılması, uzlaşmaz sınıf karşıtlıklarının ve sınıf mücadelelerinin sona ermesinin, evrensel uyum, barış ve refah döneminin başlangıcı olamazdı ve olmadı da. Emperyalizmin ve dünya gericiliğinin, proletaryanın ve halkların devrimci hareketine tarihin en ağır darbesini vurduğu; tarihsel hareketin yenilgi ve gerileme sürecine girdiği 1950'li yılların ikinci yarısından bu yana geçen sürede, devrim ve sosyalizmin zaferinin maddi temeli zayıflamak bir yana, öncesiyle kıyaslanamayacak düzeyde gelişmeye ve olgunlaşmaya devam etti.
Emperyalizmin ve dünya gericiliğinin yürüttüğü demagojik propagandada temel aldığı SSCB'nin başında bulunduğu ülkeler blokunun çok yönlü bir bunalım sürecine girerek dağılması, şu ya da bu emperyalist devlete ve tekelci gruba bazı olanaklar sağlasa da, emperyalist sisteme geçici bir süre için de olsa soluklanma olanağı sağlamadı. Tersine, emperyalist-kapitalist sistemin genel bunalımını derinleştirecek çok yönlü gelişmelere yol açan bir etken oldu. SSCB'nin ve başında bulunduğu blokun dağılmasıyla birlikte;
- Kapitalist dünyanın, dünya hakimiyeti için mücadele eden ve başında birer süper devletin bulunduğu iki kampa bölünmesi ve emperyalist devletler ve tekeller arasındaki ilişkilerin ve ittifakların bu bölünme ve mücadele temelinde şekillenmesi süreci sona erdi. Emperyalist devletler ve tekeller arasındaki güçler dengesi ve ilişkileri alt-üst oldu. Egemenliği sıçramalı gelişme sonucu sarsılan ve sarsılmaya devam eden ABD, kapitalist dünyanın tek süper gücü olma özelliğini korumasına karşın, doğuda Japonya, Batı Avrupa'da Almanya ve Fransa, dünyanın yeniden paylaşımı için mücadele eden belli başlı emperyalist odaklar olarak ortaya çıktı. Olgular, SSCB'nin yıkıntıları üzerinde yeniden toparlanan Rusya'nın bunlara eklenme doğrultusunda ilerlediğini ve emperyalist devletler ve uluslararası tekelci birlikler arasında dünyayı paylaşım mücadelesinin daha da karmaşıklaşarak şiddetleneceğini göstermektedir.
- Burjuva-revizyonist çevrelerin ileri sürdüğü gibi 'Batı blokuna katılma' bu ülkelerin girdabına kapıldıkları çok yönlü bunalımın aşılmasına, dünya kapitalist ekonomisinde yeni bir atılımın unsuru olabilecek, istikrarlı bir ilerleme ve gelişme sürecine girmelerine yol açmadı. Aksine, bu ülkelerde bunalım derinleşerek, toplumsal bir çözülme ve kaosa doğru ilerlerken, üretici güçler tahrip oldu, tüm yeraltı ve yerüstü kaynakları ve toplumsal zenginlikleri, batılı emperyalist devletler ve tekeller tarafından yağmalandı.
Kapitalist dünyanın savaşların, sınıf mücadelelerinin olmadığı, evrensel uyum, barış ve ilerleme dönemine gireceğini ilan eden emperyalist propagandanın mürekkebi bile kurumadan Körfez Savaşı patladı. Başta SSCB'nin etki ve nüfuz alanı olan bölgeler olmak üzere, Adriyatik'ten başlayıp Balkanlar ve Kafkaslar'dan geçerek Orta-Asya'ya kadar uzanan ve Orta-Doğu'ya ve Afrika'ya kadar genişleyen geniş bir alan, emperyalist devletlerin ve tekellerin kışkırttığı, gerici dinsel, ulusal, hatta kabile savaşlarının birbirini izlediği bir arenaya döndü.
Burjuva-emperyalist çevrelerin iddialarının tam aksine, dünya kapitalist ekonomisi istikrarlı bir büyüme ve ilerleme sürecine girmedi. Kapitalist dünya ekonomisinin, istikrarsız ve dengesiz gelişme süreci derinleşirken, ortalama büyüme hızı beşer yıllık dilimler itibariyle ele alındığında yükselmek bir yana düşmeye devam etti. Ülkeler arasında farklılıklar olmakla birlikte, devrevi krizler ve durgunluklar arasındaki süre kısalır, kriz ve durgunluk dönemleri uzarken, tahrip edici sonuçları daha da ağırlaştı. Bu gerçek, burjuva-emperyalist çevreler tarafından da artık yadsınmamaktadır.
Dünya işçi sınıfı ve ezilen halkların mücadelesindeki düşüş ve gerileme, emperyalizmi, saldırılarını dizginlenmemiş bir saldırıya doğru ilerletme yönünde cesaretlendirdi. Sıklaşan ve tahrip edici sonuçları ağırlaşan devrevi krizler ve durgunluk, aynı şekilde şiddetlenen rekabet ve dünyayı paylaşım mücadelesi, bu saldırıya yeni özellikler kazandırdı. Emperyalist devletler ve tekeller ve bütün ülkelerdeki dayanakları, giderek sıklaşan ve ağırlaşan devrevi krizlerin ve ekonomideki durgunlukların, şiddetlenen dünyayı paylaşım mücadelesinin ve tekeller arası rekabetin yüklerini işçi sınıfının ve halkların sırtına yıkmak için ekonomik-politik saldırılarını dünya ölçeğinde;
a- Sadece geri ülkelerin değil, ileri ancak küçük ve zayıf ülkelerin de, uluslararası mali sermayenin sınırsız sömürü ve egemenlik alanı haline gelmelerine, yeni sömürgeci yöntemlerle tipik sömürge kıskacına alınmalarına,
b- Geri ülkelerin yanısıra, ileri ülkeler proletaryasının ve emekçilerinin tüm ekonomik, politik ve sosyal haklarının ve kazanımlarının gaspına doğru genişlettiler.
Sömürünün yoğunlaşması, mutlak yoksullaşma ve hak gaspları, geri ülkelerin yanısıra, en gelişmiş kapitalist ülkeler işçilerinin ve emekçilerinin de yaşamının bir parçası haline geldi.
Sadece geri ülkelerde değil, kapitalizmin örnek ülkeleri, barış, refah ve uyum toplumları olarak yansıtılan en ileri kapitalist ülkelerde de, sermayenin yoğunlaşan ekonomik ve politik saldırıları, giderek kötüleşen yaşam ve çalışma koşulları, işçiler, gençlik ve diğer ezilen ve sömürülen tabakalar arasında hoşnutsuzluk, öfke ve mücadele eğilimlerini geliştirdi. İşçi ve emekçi hareketindeki durgunluk ve sessizlik yerini, Fransa, İtalya, Belçika, İspanya, Almanya örneklerinde açıkça görüleceği gibi, son yarım yüzyılın en kitlesel ve birleşik direnişlerine, sokak gösterileri ve yürüyüşlerle birleşen grev ve genel grevlere doğru ilerleyen yeni bir canlanmaya bıraktı. Olgular, dünya işçi sınıfının nicel ve nitel olarak en gelişmiş bölüklerini oluşturan ileri ülkeler proletaryasının saflarında yeni bir hareketlenme ve uyanışın geliştiğini göstermektedir.
Uluslararası Komünist Hareketin saflarında, emperyalizmin ve dünya gericiliğinin, güçlerini ve olanaklarını birleştirerek kapsamlı yeni bir saldırı kampanyasını başlatarak sürdürdükleri koşullarda gelişen ideolojik, politik, örgütsel çok yönlü kaos ve dağınıklık yerini, uluslararası bir hareket olarak yeniden örgütlenme, zayıflıklarını aşma sürecine bıraktı. Partimizin de bir parçası olduğu Uluslararası Komünist Hareket, 1993'te Batı Avrupa'da, 1994 yılında Kito'da, 1995 yılında Paris'te gerçekleştirdiği toplantılarla saflarındaki dağınıklığı aşma doğrultusunda pratik adımlar attı.
Proletaryanın ve ezilen halkların hareketindeki canlanmayla birlikte, burjuva, küçük-burjuva sosyalizminin, kapitalizmin kesin zaferini ve üstünlüğünü açıkça ilan eden revizyonizmin kalıntılarının, iflas etmiş olan teorik ve pratik-örgütsel platformlarını yenileyerek, işçi sınıfına ve halklara yeniden dayatma ve uluslararası bir hareket olarak örgütlenme girişimleri yoğunlaştı. Konferansımız, dünya proletaryasının ve ezilen halkların devrimci hareketinin, tarihinin en büyük zaferlerinin hemen ardından en ağır yenilgisini almasının içteki dayanağı ve sorumlusu olan bu akımların yoğunlaşan girişimlerine ve bu akımlara karşı mücadelenin taşıdığı öneme dikkat çeker.
Partimizin uluslararası durum ve gelişme doğrultusuna ilişkin tezlerini onaylayan Konferansımız:
- Bir dönemin kapandığı, yeni bir dönemin başladığı;
- Emperyalist-kapitalist sistemin, yeni bir istikrar ve atılım dönemine, güç toplama dönemine değil, yeni bir kaos, çatışmalar ve istikrarsızlıklar dönemine, şu ya da bu cephede, en zayıf halka ya da halkalarda yarılma doğrultusunda ilerleme sürecine girdiği;
- Bu sürecin, genel olarak ekonomik, politik, toplumsal yönleri, özel olarak da ülkelerdeki yansımaları bakımından dengesiz, gelişme seyri açısından da inişleri ve çıkışları içeren bir süreç olarak ilerleyeceği gerçeğinin altını çizer.
Uluslararası durumdaki değişimin, ülkemiz üzerindeki çok yönlü etkileri, ülkemiz devrimi, işçi sınıfı mücadelesi açısından yol açtığı sonuçlar ve gündeme getirdiği görevler üzerinde duran Konferansımız, şunlara özel dikkat çekmiştir:
Bilim ve teknikteki devrimin ve sermayenin uluslararasılaşmasının eriştiği düzey temelinde ekonomik, politik, askeri vb. tüm alanlarda, emperyalist zincirin halkalarını oluşturan ülkeler arasındaki ilişkilerin günümüzde kazandığı boyut, özel olarak da ülkemizin emperyalizme her alanda artan bağımlılığı ve kapitalist gelişme düzeyi gözönüne alındığında, uluslararası durum ve gelişme doğrultusu diğer ülkelerin yanısıra ülkemizdeki ekonomik, politik, ideolojik tüm süreçler üzerinde yüzyılımızın ilk yarısıyla kıyaslanamayacak düzeyde bir etkide bulundu ve bulunmaya devam edecektir.
Günümüzde emperyalist zincirin halkalarını oluşturan ülkeler arasındaki ekonomik, politik, kültürel tüm bağlar yüzyılımızın ilk yarısıyla kıyaslanamayacak düzeyde ilerlemesine ve halkalar birbirine daha çok bağlanmasına karşın, ülkeler arasındaki gelişme düzeyi farklılıkları ve tekelci aşamada sıçramalı gelişmelere yol açan dengesiz ve eşit olmayan gelişme süreci devam etti. Emperyalist-kaptalist sistemin bütününde yaşanan süreç, sistemi oluşturan halkaların farklı düzeyde etkide bulundukları bir bileşke olarak teşekkül ederken, her ülkede yaşanan süreç farklı özellikler taşımakta ve sistemin bütününde yaşanan süreçten farklı düzeylerde etkilenmektedir.
Ülkemiz, genel bunalımı derinleşen, genel bunalımının yeni bir aşamasına doğru yol alan emperyalist-kapitalist sistemin bir parçası, emperyalist zincirin halkalarından biridir. Diğer halkalarda olduğu gibi Türkiye'de de, sadece proleter sosyalist devrimin değil, yarı yolda takılıp kalmayan gerçek bir halk devriminin -ki sosyalizme kesintisiz geçişi hedeflemesi ve proletarya önderliği böyle bir devrimin zorunlu koşuludur-, proletaryanın ve halkların kurtuluş mücadelesinin zaferi aynı zamanda, emperyalist zincirin halkalarından birinde parçalanması, emperyalizmin yenilgiye uğratılmasıdır. Dünya gericiliğinin başlıca dayanağı olan emperyalizm, devlet iktidarını elinde tutan tekleci burjuvazi ve büyük toprak sahipleri ittifakı ile birlikte ülkemiz devriminin, işçi sınıfının ve diğer ezilen sınıfların kurtuluş mücadelesinin önündeki başlıca engeldir. Bu nedenle, emperyalist-kapitalist sistemin genel bunalımının derinleşmesi, genel bunalımının yeni bir aşamasına doğru yol alması;
- Ülkemiz devriminin, işçi sınıfının ve emekçilerin kurtuluş mücadelesinin ve bunun mevcut koşullarda zorunlu ön aşaması olan anti-emperyalist demokratik devrimin zaferinin önündeki engellerin zayıflaması,
- Ülkemiz proletaryasının ve devriminin uluslararası müttefiklerinin ve dayanaklarının güçlenmesi,
- Uluslararası durumun ve etkenlerin Türkiye üzerinde mevcut toplumsal sistemin ekonomik, politik, ideolojik her alanda güçlenmesi ve istikrarı yönünde değil, zayıflaması ve istikrarsızlığın derinleşmesi yönünde etkide bulunduğu ve bulunacağı anlamına gelmektedir.
Proleter dünya devriminin uluslararası temeli günümüzde daha çok olgunlaşmasına ve gelişmiş olmasına karşın, dünya proleter devriminin yeni bir atılımı, emperyalizmin en zayıf halkasında ya da halkalarında yarılmasıyla başlayacak ve ilerleyecektir. Türkiye, emperyalist-kapitalist sistemin genel bunalımının yeni bir aşamasına doğru ilerlemesine yolaçan etkenlerden ve olgulardan en fazla etkilenen ve gelecekte de etkilenecek olan halkalarından biridir. Konferansımız, ülkemizin jeo-politik konumu nedeniyle özel bir önem kazanan bu gerçeğin altını çizer ve ulusal dar görüşlülüğün yol açacağı tehlikeli sonuçlara dikkat çeker.
Türkiye:
1. Genel Konferansımızdan bu yana uluslararası alanda çok yönlü gelişmelere yol açan değişiklikler, başta ABD olmak üzere emperyalizmin ve ülkemizdeki uzantıları egemen sınıfların sözcülerinin ileri sürdüğü gibi, Adriyatik'ten başlayıp Balkanlar ve Kafkaslar'dan geçerek Orta-Asya'ya kadar uzanan ve Orta-Doğu'ya doğru genişleyen yeni olanakların doğmasına yol açmadı ve Türkiye'nin uluslararası ilişkilerini ve durumunu güçlendiren bir rol de oynamadı. Aksine Türkiye açısından istikrarsızlık unsurlarını geliştiren bir rol oynadı. Aşağıdaki olgular ve gelişmeler bunu açıkça göstermektedir:
- Dünyanın, başında ABD ve SSCB'nin bulunduğu iki emperyalist bloka bölündüğü ve emperyalist devletler ve tekelci birlikler arasındaki ilişkilerin, iki blok arasındaki dünya hakimiyeti mücadelesine göre şekillendiği koşullarda, aralarındaki rekabete karşın, Türkiye batılı emperyalist blokun desteğini alan ileri bir karakoldu. Ancak SSCB'nin ve başında bulunduğu blokun dağılması, emperyalistler arası güçler ilişkisinin alt-üst olması ve dünya hakimiyeti için mücadele eden yeni mihrakların oluşmasıyla birlikte, bu durum değişti. Ekonomik, mali, askeri ve politik her bakımdan dünya hakimiyeti için mücadele eden emperyalist mihraklardan birinin kesin bir üstünlük sağlamadığı Türkiye, emperyalist devletler ve uluslararası tekelci birlikler arasında egemenlik mücadelesinin şiddetlendiği ülkelerden biri haline geldi. Askeri ve mali bakımdan ABD'ye ve onun denetimindeki uluslararası kuruluşlara, dış ticaret ve dolaysız sermaye yatırımları bakımından Batı Avrupa'ya bağımlı olma, öte yandan da Rusya'nın toparlanması, egemen sınıfların hangi emperyalist mihraka ne ölçüde uşaklık edeceklerine ilişkin açmazlarını artırmaktadır.
- Dünya hakimiyeti için mücadele eden emperyalist devletler ve uluslararası tekelci birlikler açısından Türkiye, sadece yeraltı ve yerüstü zenginlikleri, pazarı ve ekonomik potansiyeli açısından önem taşımamaktadır. Türkiye, Balkanlar, Kafkaslar ve Orta-Doğu'nun kesiştiği ve bu bölgelere hakim olmak, etki ve nüfuz alanlarını genişletmek açısından önem taşıyan bir jeo-politik konumda bulunmaktadır. Balkanlar, Kafkaslar ve Orta-Doğu ise, taşıdığı büyük ekonomik potansiyel, pazar vb. özelliklerinin yanısıra, başta zengin petrol yatakları olmak üzere, yeraltı ve yerüstü kaynakları açısından emperyalist devletler ve uluslararası tekelci birlikler için dün olduğu gibi bugün de büyük önem taşımaktadır. Bu bölgeler dünyanın, emperyalistler arası güçler ilişkisindeki değişimden en çok etkilenen, paylaşım mücadelesinin şiddetlendiği, yeni bir paylaşımın konusu bölgeler haline geldiler ve bugün de bu özelliği taşımaktadırlar.
- Türkiye jeo-politik konumunun yanısıra, ekonomik ve askeri potansiyeli ve gücü bakımından da, yeni bir paylaşımın konusu olan bu bölgelerin en büyük ve güçlü ülkeleri arasında yer almaktadır.
- Türkiye'nin de içinde yeraldığı bu bölgelerin bir özelliği de; birarada ve iç-içe bulunan farklı ulusal ve dinsel topluluklar arasındaki sorunların çözülmemiş olması, yerel burjuva - feodal gruplar arasındaki çıkar çatışmaları ve egemenlik mücadeleleriyle daha da karmaşık bir özellik kazanmasıdır. Başta Kürt ulusal sorunu olmak üzere, ulusal ve dinsel sorunların çözülmediği ülkelerden biri de Türkiye'dir. Dün olduğu gibi bugün de, emperyalist devletler ve uluslararası tekelci birlikler, etki ve nüfuz alanlarını genişletmek ve güçlendirmek, rakiplerini zayıflatmak için bu çelişmeleri ve çatışmaları kullanmaktadırlar.
1990'lı yıllar Türkiye'yi çevreleyen ülkeler ve bölgeler açısından, istikrar değil istikrarsızlık unsurlarının geliştiği yıllar oldu. Orta-Doğu, Balkanlar ve Kafkaslar; emperyalist devletler ve tekeller arası yeniden paylaşım mücadelesinin şiddetlendiği, yerel burjuva gruplar arası çelişmelerinin emperyalist devletler ve tekeller tarafından kullanıldığı ve kışkırtıldığı, gerici ulusal savaşların, burjuva gruplar arasındaki egemenlik savaşlarının birbirini izlediği, dünyanın en istikrarsız bölgeleri haline geldi. Bütün veriler ve olgular, bu bölgelerdeki paylaşım mücadelesinin devam ettiğini ve edeceğini, Rusya'nın toparlanmasıyla birlikte bu mücadelenin yeni özellikler kazanarak daha da karmaşıklaşacağını, istikrarsızlığın süreceğini göstermektedir. Türkiye, süren ve sürecek olan bu kaosun ve çatışmaların girdabına sürüklenen ve merkezinde olan ülkelerden biridir.
Egemen sınıfların tarihsel-kültürel bağlara dayanarak belli başlı emperyalist devletlerin, uluslararası mali sermaye gruplarının ve tekellerinin taşeronluğunu, aracılığını yaparak yeni olanaklara kavuşma üzerine inşa ettikleri sözde emperyalist planlarının ve girişimlerinin sonucu tam bir iflas ve hüsran oldu. Bu girişim ve planlar, yeni olanaklar sağlamak bir yana, Körfez Savaşı, Yugoslavya ve Kafkaslar örneğinde de açıkça görüldüğü gibi kayıplara (Körfez Savaşı sonrası Arap ülkeleriyle ticaretin düşmesi gibi), yeni yüklere (askeri harcamaların artması) ve egemen sınıfların karşı karşıya oldukları açmazların ve sorunların ağırlaşmasına yol açtı.
Ekonomik, askeri, politik vb. her bakımdan emperyalizme bağımlı ve giderek daha bağımlı hale gelen Türkiye, bazı 'sol' çevrelerin özellikle diktatörlüğün akıl hocalığına soyunan strateji uzmanlarının da ileri sürdüğü gibi; SSCB'nin ve blokunun dağılmasıyla birlikte oluşan yeni uluslararası koşullarda, bölgesinde bağımsız bir rol oynayamazdı. Sadece ve sadece dünya hakimiyeti için mücadele eden şu ya da bu emperyalist mihrakın maşası olarak belli bir rol oynayabilirdi ve bugüne kadar da bu rolü oynadı. Başta ABD olmak üzere emperyalistler; Balkanlar, Kafkaslar ve Orta-Doğu'da etki ve nüfuz alanlarını genişletmek için mücadele eden büyük devletler, bir yandan Türkiye'deki etkilerini artırmak için mücadele ederlerken diğer yandan da, bölgedeki çıkarlarına ve bu çıkarların belirlediği politikalarına uygun bir rol oynaması için Türkiye üzerindeki baskılarını yoğunlaştırıp, teşvik ettiler. Türkiye'nin bu rolü oynamasının, özellikle ABD emperyalizminin tercihlerine ve saldırgan politikasına uygun bir dış politika izlemesinin belli başlı sonuçları şunlar oldu:
- Politik ve askeri bakımdan bağımlı olduğu ve uşaklığını yaptığı ABD ile ilişkilerinde ambargoya varan sorunlar yaşamasının yanısıra, diğer emperyalist mihraklarla ilişkilerinde sorunlar çıkmasından ve onların yeni tehditlerinden de kurtulamadı.
- Belli başlı emperyalist devletler ve tekelci birlikler arasında keskinleşen paylaşım mücadelesinin girdabına daha çok girmek zorunda kaldı.
- Bölge ülkeleriyle ilişkilerinin daha da istikrarsızlaşmasından, komşularıyla ilişkilerinin kötüleşmesinden ve tecrit olmaktan kaçınamadı.
- Dış politikanın anti-ulusal , emperyalizm yanlısı niteliği yoğunlaştı ve çıplak gözle görülür hale geldi.
Konferansımız, egemen sınıfların ve onların faşist diktatörlüğünün, ülkemizi bölgedeki emperyalistler arası dalaşmaların girdabına çeken, ABD emperyalizminin bölgedeki çıkarlarına ve tercihlerine uygun olarak şekillenen dış politikasına ve bu politikaya karşı mücadelenin önemine dikkat çeker.
Ekonomik durum:
Bölgesinde başta ABD olmak üzere emperyalizmin en sadık dayanağı olma rolünü oynayan ve buna uygun bir dış politika izleyen egemen sınıflar, içte de, cılız bir anti-emperyalist devrim olan Ulusal Kurtuluş Savaşı'nın sağladığı kazanımların son kalıntılarının tasfiyesine, ülkenin her alanda emperyalist devletlerin ve tekellerin sınırsız egemenlik ve sömürü alanı olmasına yönelik bir politika izlediler.
Gümrük duvarları ve diğer koruyucu önlemler kaldırılırken, devlet işletmelerine, tarıma sağlanan sübvansiyonlar aşağı çekildi. Emperyalist tekellerin kar transferlerinin ve dolaylı / dolaysız yatırımlarının önündeki son engeller de tasfiye edildi. Ülke ekonomisinin, IMF ve Dünya Bankası'nın yönetiminde, tipik sömürge ekonomisi doğrultusunda gelişmesi 1990'lı yıllarda da devam etti. Tarımdaki yıkım derinleşir, bağımsız bir ekonominin temeli olan sınırlı sayıdaki sanayi işletmesi, emperyalist tekellere devredilir, devredilmeyenler de teknolojinin yenilenmemesi, yeni yatırımların yapılmaması sonucu sönmeye terkedilirken, ticari sektörde de emperyalist tekellerin denetimi ve egemenliği güçlendi.
1990'lı yıllar, istikrarlı bir büyüme, en ileri ülkelere yetişme ve geri kalmışlık zincirini kırma yılları olarak ilan edilmesine karşın ekonomi, 1. Genel Konferansımızdan bu yana geçen 5 yıl içinde de, kısa süreli canlanma ve büyümeyi izleyen küçülme ve durgunluk sürecinden çıkamadı. Bu süreçten çıkmak bir yana, son 5 yılda ortalama büyüme hızı 1980'li yılların birinci ve ikinci beşer yıllık ortalamalarına göre düşerken, istikrarsız ve dengesiz gelişme daha da derinleşti. Ekonomisi 1994 yılı başlarında mali sektörde ve birkaç ay gibi kısa sürede başta ticaret ve sanayi olmak üzere tüm sektöre hızla yayılan ve 1980'li yıllar bir yana son yarım yüzyılın, sonuçları itibariyle de en ağır ekonomik krizi sürecine girdi. Ekonomi, krizin tüm yüklerinin işçi sınıfının ve tüm ezilen ve sömürülen yığınların sırtına yıkmasına da bağlı olarak 1995 yılında tekrar canlanma ve büyüme sürecine girmekle birlikte, bütün veriler, ekonominin yeni bir krize doğru ilerlediğini göstermektedir.
Enflasyon oranı, dış ve iç borçlar, toplam yatırımların artış oranı, dış ticaret ve ödeme dengeleri gibi temel ekonomik göstergeler 1980'li yıllarla karşılaştırıldığında, olumlu değil, olumsuz yönde gelişti. Ekonomi, iç ve dış borçların faiz ve ana taksitlerinin, ancak yeni borçlanmayla ve devlet işletmelerinin emperyalist tekellere ve yerli işbirlikçilerine yok pahasına peşkeş çekilmesiyle sağlanan gelirlerle ödenebildiği bir mali iflasın eşiğinde bulunuyor. Toplam yatırımlar içinde de üretken yatırımların payı hızla düşerken, rantiye gelirler hızla büyümeye devam ediyor.
Şehir ve kır yoksullarının yanısıra, ekonominin tüm sektörlerinde orta ve küçük işletmelerin de durumu hızla kötüleşti ve bu süreç devam ediyor. Başta sanayi ve tarım olmak üzere, ekonominin tüm sektörlerinde küçük ve orta işletmelerin bir bölümü iflasa sürüklenirken, ayakta kalabilenler üzerinde de tekellerin, mali sermayenin boğucu boyunduruğu daha da yoğunlaştı. Büyük toprak sahiplerinin ve tarım burjuvazisinin etkisinde gelişiyor olsalar da, Adıyaman, Bursa, Malatya ve Muğla'daki köylü hareketleri, küçük ve orta mülk sahipleri arasında da hoşnutsuzluk ve öfkenin kabardığını, henüz yaygınlaşmamış ve süreklilik kazanmamış olmakla birlikte, mücadele eğilimlerinin geliştiğini ve diktatörlüğün, emperyalizm ve egemen sınıflarının bu tabakalar arasındaki toplumsal temellerin sarsıldığını göstermektedir. Bu, içinden geçmekte olduğumuz sürecin (önümüzdeki dönemde daha da gelişecek olan) özelliklerinden biridir. Henüz bütün sonuçları ortaya çıkmamış olan AB ile gümrük birliğine girilmesi, IMF ve Dünya Bankası programlarının uygulanması, küçük ve orta mülk sahibi tabakalar arasındaki yıkımı ve emperyalizmin, tekellerin boğucu baskısını daha da artıracaktır.
Kürdistan'da başta köyler olmak üzere yerleşim merkezlerinin yakılması ve boşaltılması bir yandan tarım ve hayvancılıktaki yıkımı derinleştirir, köylülüğün durumunu daha da kötüleştirirken, diğer yandan da köyden şehre göçe yeni bir ivme kazandırdı. Başta Kürt köylüleri olmak üzere milyonlarca emekçi, işsizliğin, yoksulluğun kol gezdiği ve geleceğe ilişkin hiçbir güvencenin bulunmadığı büyük şehirlere göç etmek zorunda kaldı. İşsizler ordusu ve yarı-proleter kitleler, Türkiye tarihinde görülmemiş bir hızla büyüdü ve bu süreç devam ediyor.
1989 grev ve gösterileriyle yeni bir ivme kazanan işçi hareketindeki yükselişle birlikte gerçek ücretlerde sağlanan artış, yüksek enflasyon karşısında hızla aşınarak gerçek ücretlerin ve gelirlerin sonraki süreçte düşmesine yol açtı. Geçici ve kısa süreli dalgalanmalar olmakla birlikte; işçilerin, tüm emekçilerin gerçek ücretleri ve gelirleri, 1990'lı yıllarda düştü. 1994 yılı bu bakımdan da bir dönemeç oldu. 1994 krizinden bu yana geçen iki yıl, son yarım yüzyılda gerçek ücretlerde en hızlı düşüşün yaşandığı, ezilen ve sömürülen sınıfların yaşam ve çalışma koşullarının en hızlı kötüleştiği yıllar olma özelliği taşımaktadır.
Türkiye kaçınılmaz hale gelen yeni bir ekonomik kriz ve yeni saldırılar sürecine, emekçilerin, tüm ezilen ve sömürülen sınıfların yaşam ve çalışma koşullarında nispi de olsa bir iyileşmenin sağlandığı bir dönemin ardından değil, son yarım yüzyılın en hızlı mutlak yoksullaşma sürecinin yaşandığı bir dönemin ardından girmektedir. Bu, içinden geçmekte olduğumuz sürecin ve önümüzdeki dönemin en önemli ayırdedici özelliklerinden biridir.
Politik durum:
1990'lı yıllar, egemen sınıfların ve faşist diktatörlüğün kitle temelinin, sosyal temelinin zayıfladığı, uluslararası ilişkiler ve durumunun yanısıra ülke içinde de karşı karşıya olduğu açmazlarının derinleştiği ve sorunların arttığı yıllar oldu. Aşağıdaki olgular ve gelişmeler bunu açıkça göstermektedir:
1990'lı yıllarda da, demokratikleşme ve liberalleşme demogojilerine karşın, demokratik hak ve özgürlüklerin tanınması (ve bunun bir unsuru olan Kürt ulusal sorununun çözülmesi) ve yasal, anayasal güvence altına alınması doğrultusunda bir adım atılmadığı gibi, baskı ve terör daha da yoğunlaştırılıp yaygınlaştırıldı. Diktatörlüğün saldırı ve baskı aygıtları sürekli güçlendirildi ve yetkileri artırıldı. Tüm kurum ve kuruluşlarıyla parlamentonun, burjuva demokrasisinin gerçekleşmesinin bir aracı olmadığı, aksine, halkları aldatma, faşist diktatörlüğe demokratik bir görünüm verme ve perdeleme işlevine sahip, kukla bir kurum olduğu daha da açığa çıktı. Burjuva-düzen partileri arasındaki dalaşmalar da giderek şiddetlenirken, siyasal partileri, hükümeti ve parlamentosuyla 'temsili' kurumlar, tarihinin en itibarsız döneminden geçiyor.
Burjuva düzen partileri arasındaki dalaşmaların şiddetlenmesi, kitlelerin dikkatini gerçek sorunlardan uzaklaştırmak için kullanılmasına karşın, kirli çamaşırların, yolsuzlukların, çok yönlü yozlaşma ve çürümenin kısmen de olsa açığa çıkmasına yol açan bir gelişmedir.
1990'lı yıllarda, burjuva-düzen partileri arasındaki güçler ilişkisi değişti ve TBMM'nin işlemez hale gelmesine kadar ilerleyebilecek, hükümet krizlerini ve yeni erken seçimleri sürekli gündemde tutacak bir özellik kazandı. Tüm kısıtlamalara ve anti-demokratik seçim yasasına karşın, son seçimden de, burjuva-düzen partilerinden hiç biri emperyalizmin ve egemen sınıfların özlemini duydukları güçlü ve istikrarlı bir hükümetin kurulmasını sağlayacak bir güç ve kitle desteğiyle çıkamadı. Düzen karşıtı bir söylem ve dinsel motifler kullanarak oy oranını artıran RP de dahil, burjuva-düzen partilerinden hiç biri, kitleler arasında kabaran hoşnutsuzluk ve öfkeyi yatıştıracak ve gericiliğin tüm güçlerini emperyalizmin ve egemen sınıfların halka saldırı politikası etrafında birleştirebilecek bir kitle desteğine ve gücüne sahip olma özelliği taşımamaktadır.
Tüm kurum ve kuruluşlarıyla parlamentonun yetkileri ve ülke politik yaşamındaki rolü ne kadar sınırlanmış olursa olsun, yukarıdaki gelişmeler egemen sınıfları ve diktatörlüğü zayıflatan, açmazlarını artıran bir rol oynamaktadır. Ancak bu olgular, kendi başına, emperyalizmin ve tekelci burjuvazinin ve büyük toprak sahiplerinin egemenlik araçlarını, politik hakimiyetini felce uğratan, sarsan bir gelişme olma özelliği de taşımamaktadır. Çünkü gerçek ya da fiili yönetim bir yana, Türkiye'de siyasal partileri, hükümetleri ve diğer kurum ve kuruluşlarıyla mevcut parlamento, görünürde bile ülkeyi yöneten bir güç değildir. Emperyalizm, tekelci büyük burjuvazi ve büyük toprak sahipleri ve onlarla birleşmiş, kaynaşmış ve içiçe geçmiş olan generaller, polis şefleri ve militarist-bürokratik cihazın diğer yönetici kurumlarının oluşturduğu oligarşi ülkeyi sadece pratikte, fiilen değil görünürde de yöneten gerçek güçtür. Konferansımız bu gerçeğin altını çizerken, parlamentodaki ya da burjuva-düzen partileri arasındaki dalaşmaları ve güçler ilişkisindeki değişimi, politik krizin, devrimci bir durumun göstergesi ya da temel unsurlarından biri olarak ele almanın tam bir parlamenter ahmaklık olduğuna dikkat çeker.
Emperyalizmin ve egemen sınıfların temel egemenlik aracı olan devletin, ordu ve polis gibi temel aygıtlarının işlemez hale gelmesine yol açacak bir gelişme ve parçalanma olmamasına karşın, çok yönlü bir çürüme ve klikler dalaşması gelişmektedir. Patlayan skandalların, yolsuzlukların, rüşvetin, ortaya çıkan çetelerin ve mafya gruplarının bir ucu muhakkak polis ve orduya dayanmakta ve bu artık saklanamamaktadır. Başta polis olmak üzere, sürekli yeni birlikler ve düzenlemelerle güçlendirilen, sınırsız yetkilerle donatılan diktatörlüğün saldırı aygıtlarının dizginsiz terörü ve ardarda patlayan skandallar, kitlelerin kendi öz tecrübeleriyle bu kurumların ve devletin gerçek işlevini görme sürecini hızlandırmakta, kitlelerin uyanış içindeki kesimleri arasında, bu kurumlara ilişkin gerici ön yargıların yıkılmasına yol açmaktadır. Yaşam koşulları hızla kötüleşen memurların alt kesimleri arasında hoşnutsuzluk ve öfkenin kabarması, bürokrasinin üst tabakalarından ayrı bir güç olarak örgütlenmelerinin ilerlemesi, memur hareketinin gelişmesi ve işçi hareketiyle birleşmeye doğru eğilim göstermesi; polis ve orduyu kapsamamakla birlikte devlet aygıtındaki çözülmenin bir belirtisi ve diktatörlüğü zayıflatan bir etken olması bakımından da önem taşımaktadır.
1990'lı yılların en önemli gelişmelerinden biri de; kitleler arasında mevcut rejim çerçevesinde, kendiliğinden ve tedricen de olsa, yaşam ve çalışma koşullarının iyileşebileceğine, demokratik hak ve özgürlüklerin kazanılabileceğine ilişkin beklentilerin zayıflaması, geleneksel burjuva-düzen partilerinden kopuş ve yeni arayışlara yönelme sürecinin ilerlemesi, özellikle ileri işçiler arasında ayrı bir parti olarak örgütlenme eğiliminin gelişmesi ve güçlenmesi olmuştur. Bu gelişmeye karşın, ileri işçilerin ezici çoğunluğu arasında dağınıklık ve örgütsüzlük aşılamadı ve devrimci bir işçi partisinde örgütlenmesi gerçekleşmedi. Bu, hareketin istikrarlı bir gelişme ve ilerleme sürecine girememesinin ve 1992-93 yıllarındaki durgunluğun, 1994-95 yıllarındaki canlanmaya karşın aşılamamasının ve açık işçi kitle hareketinin son 10 yılın en zayıf dönemini yaşamasının temel nedenlerinden biridir.
Öte yandan, açık işçi ve emekçi kitle hareketinin yanı sıra Kürt halk hareketinin, 1995 ortalarından bu yana yeni bir durgunluk ve dağınıklık sürecine girmesinin nedenleri, 1991-94 yılları arasındaki durgunluğun nedenlerinden bir yönüyle ayrılmaktadır. Zira sözkonusu dönemde, işçi ve emekçi sınıflar ve Kürt emekçi kitleleri açısından, yaşam koşulları 1990-91 yıllarında olduğu gibi nispi bir iyileşme göstermedi; aksine daha da kötüleşti. Yanı sıra, 'demokrasi' kampanyaları, beklenti yaratacak ve kitle hareketini baltalayacak bir etken olamadı. Açık kitle hareketi, esas olarak kendi içinden baltalandı:
Geleneksel liberal 'sol' grupların ve sendika bürokrasisinin işçi ve emekçi kitleleri umutsuzluğa sürükleyen eylem çizgisi ve anarşizan 'sosyalist' akımların büsbütün çürüme sonucunda vardıkları terörizm, kitle hareketini dağıtan, ileri kesimlerle geriden gelen yığınlar arasındaki ilişkiyi tahrip ve politik ortamı ve kitleleri provoke eden tasfiyeci bir rol oynadı. Kürt miliyetçi akımının Türk-Kürt düşmanlığı eksenine oturan ve 1991'lerden itibaren emperyalist güçler arasındaki çıkar mücadelesinin yörüngesinde yeniden şekillenen 'çalışması', Türk emekçilerini sermayenin provokatif faaliyetine açık bir pozisyona iterken, Kürt nüfus arasında da, artan hoşnutsuzluk ve bıkkınlığı umutsuzluğa dönüştüren bir etken oldu. Bu koşullar altında mücadele eden ileri işçi örgütleri, tüm bu olumsuz faktörleri etkisiz hale getirme ya da tahrip edici sonuçlarını en asgariye indirme yeteneğini gösteremedi. Birbirini karşılıklı besleyen ve güçlendiren bu faktörler, emekçi kitlelerin düzenden kopuşları, 1995-96 yıllarında daha da derinleşmesine karşın açık kitle mücadelesinin durgunluk göstermesine ve nüfusun alt tabakaları arasında dağıtıcı bir umutsuzluk yaşanmasına yol açtı.
Olgular ortadadır: Terörcü saldırılar, gençlik adına yapılan eylemler, 1 Mayıs'ta örnekleri ve sonuçları açıkça görülen sorumsuz yağma ve saldırı eylemleri, sendikal platformlara yönelik provokatif girişimler, emekçi sendikalarındaki yeni bürokratik çöreklenme vb. olgular ve bunların kitleler arasında yarattığı duygular bilinmektedir. Diktatörlük, bu türden girişim ve eylemleri ve bunların emekçi sınıflar arasındaki geriletici ve moral bozucu etkilerini, kitle mücadelesi sonucu fiilen kazanılan mevzileri (örneğin kitlesel yasadışı gösteriler) gaspetmek, saldırıların yoğunlaştırılması ve yasaların daha da faşistleştirilmesi için kullandı.
Kitle hareketindeki durgunluk mutlak bir olgu değildir. Kitle hareketinin, patlamaları da içerebilecek yeni bir yükseliş sürecine girmesinin, tüm ezilen ve sömürülen sınıfların birleşik mücadelesi olarak gelişmesinin koşulları ve işçi ve emekçi hareketini tahrip eden, geriye iten etkenlerin üstesinden gelmenin olanakları gelişmeye ve olgunlaşmaya devam ediyor.
Diktatörlüğün saldırı ve baskı aygıtları sürekli güçlendirilmesine ve baskı ve terör yoğunlaştırılmasına karşın, kitle mücadelesindeki düşüş ve yükselişe bağlı olarak fiilen kullanılan demokratik hakların alanı genişlemeye devam etti. Türkiye, ezilen ve sömürülen sınıfların yaşam ve çalışma koşullarının hızla kötüleştiği, acil ekonomik ve politik taleplerinden hiçbirinin gerçekleşmediği, kitleler arasında hoşnutsuzluk, öfke ve mücadele eğilimlerinin geliştiği, buna karşılık egemen sınıfların ve hükümetin ekonomik ve politik saldırılarını yoğunlaştırdıkları, yeni saldırı paketlerini gündeme getirmek ve uygulamak için en uygun anı kolladıkları bir süreçten geçiyor. Koşullar, tekelci büyük burjuvazinin ve büyük toprak sahiplerinin, başta IMF ve Dünya Bankası olmak üzere, emperyalizm destekli ekonomik ve politik saldırılarının yoğunlaşacağı, tüm ezilen ve sömürülen sınıfların yaşam ve çalışma koşullarının daha da kötüleşeceği bir doğrultuda gelişmektedir. Bunun kaçınılmaz sonucu ise ezilen ve sömürülen kitleler arasında hoşnutsuzluk, öfke ve mücadele eğilimlerinin gelişmesi, ezenle ezilen, sömürenle sömürülen, yönetenle yönetilen sınıflar, emekle sermaye arasındaki çelişmelerin daha da keskinleşmesidir.
Türkiye'de devrimle karşı-devrim, emekle sermaye, ezilen ve sömürülen sınıflarla emperyalizm ve egemen sınıflar ittifakı arasındaki mücadele henüz kesin bir hesaplaşma özelliği kazanmamış olmakla birlikte, süreç buraya doğru ilerlemektedir. Bu düz bir çizgi olarak gelişmemekte, iniş ve çıkışları içeren bir özellik taşımaktadır.
Bütün bunlar, yığınların birleşik mücadele ve direniş cephesinin örülmesinin önem ve aciliyetini artırmaktadır. Partimiz, sağ ve 'sol' oportunist gruplardan farklı olarak, birlik sorununu, 'solun birliği' ya da 'sol gruplar arasındaki bir ittifak' sorunu olarak görmemektedir. İşçi sınıfı ve hareketiyle bir bağı olmayan bu türden gruplar ve aralarındaki 'birlik' ya da 'ittifaklar', gerek üzerinde bulundukları platform ve gerekse de eylem çizgileriyle, hareketi birleştiren ve ilerleten değil, tam tersine onu zayıflatan ve baltalayan tasfiyeci bir rol oynamaktadırlar. Partimizin birlik konusundaki temel politikası, işçi sınıfının parti birliğinin yanı sıra, geniş işçi yığınlarının mücadele birliğinin ve işçi merkezli bir Emek (ve Halk) Cephesi'nin yaratılmasıdır. Bunun bugünkü araçları ise, oluşmuş işçi platformları, sendikalar ve diğer toplumsal örgütlerdir.
İşçi sınıfının, sermayenin ve diktatörlüğün ardı arkası gelmeyen saldırılarına karşı güçlü bir mücadele cephesi yaratmada, saldırıları püskürtme ve kurtuluş yolunda ilerlemede en temel silahı partidir. Konferansımız, işçi sınıfının günlük hareketine, başta işçi sınıfı olmak üzere yığınların devrim için hazırlanması ve örgütlenmesine azami yardımı yapma, bunun için gerekli bütün araç ve olanaklardan sonuna kadar yararlanma yeteneğini gösterecek, işçi sınıfının uyanış içindeki ana kitlesini kucaklayan kitlesel partisinin ve komünist işçilerin çelikten disipline sahip örgütünün yeniden inşası görevlerine dikkat çeker.
1. Genel Konferansından bu yana partimizin bütün alanlarda yürüttüğü faaliyeti değerlendiren Konferansımızın vardığı başlıca sonuçlar şunlardır:
TDKP, dünya proletaryasının ve ezilen halkların devrimci hareketinin 1950'li yılların ikinci yarısında aldığı yenilginin tahrip edici sonuçlarının bütün yalınlığıyla ortaya çıktığı, yenilgi ve gerileme sürecinin devam ettiği, emperyalizmin ve dünya gericiliğinin saldırılarını yoğunlaştırdığı ve proletaryanın ve halkların devrimci hareketinin dibe vurduğu 1980'li yılların sonları ve 1990'lı yılların başlarında da, proletaryanın kurtuluşu davasına sadık kaldı ve bu davadan sapmadı. Partimiz, emperyalizmin ve burjuvazinin ve bütün ülkelerdeki dayanaklarının kazandığı zaferin ve proletaryanın ve halkların, devrim ve sosyalizm mücadelesinin uğradığı yenilginin geçici niteliğine ve emperyalist kapitalist sistemin tam da kesin zaferini ilan ettiği dönemde genel bunalımının derinleştiğine ve bunun da ötesinde yeni bir aşamasına doğru ilerleme sürecine girdiğine dikkat çekti. Ülkemizde ve dünyada emperyalizmin ve burjuvazinin her türden revizyonizmin yoğunlaşan saldırıları ve baskıları altında, sahtesi ve gerçeğiyle devrim ve sosyalizm adına ortaya çıkan tüm akımların, örgütlerin ve partilerin sarsıntı geçirdiği, dağıldığı ya da parçalandığı bir dönemde TDKP, saflarında sarsıntıya, emperyalizmin ve sermayenin sosyalizm maskeli uzantısı akımların ortaya çıkmasına olanak tanımadı. Tam da çok yönlü saldırıların ve baskıların yoğunlaştığı bir süreçte, Şubat 1990'da toplanan 1. Genel Konferansı'nda tam bir irade birliğiyle, emperyalizmin ve her türden revizyonizmin çok yönlü saldırısına karşı mücadele etme, dünya proletaryasının tüm tarihsel kazanımlarını savunma, işçi sınıfının tam ve kesin kurtuluşu gerçekleşene kadar mücadele etme kararı aldı ve bunu uyguladı. Parti saflarında ve çevresinde ortaya çıkan burjuva, küçük burjuva sınıf dışı eğilimlere karşı mücadele etti ve onların partiyi yolundan saptırma girişimlerinin gelişmesine olanak tanımadı. Hatalarından ve pratiğinden dersler çıkararak, sadece ülkemiz işçi sınıfına karşı değil dünya işçi sınıfına karşı yükümlülüklerini yerine getirmek için de içtenlikle mücadele etti.
Tüm zayıflıklarına ve eksikliklerine karşın, gençliğe özel bir önem veren ve işçi hareketinin yönetim, bilinç, örgütlenme ve mücadele düzeyinin ilerletilmesine en azami yardımı faaliyetinin merkezine alan TDKP, başta işçi hareketi olmak üzere kitle hareketindeki yeri, ilişkileri vb. ile tüm alanlarda diğer akım ve örgütlerden ayrıldı. Devrim ve sosyalizm adına yola çıkan tüm akımlar burjuva liberalizminin ya da bireysel terörizmin yolunda ilerler, işçi hareketi karşısında tasfiyeci bir rol oynarken, partimiz, işçiler arasında faaliyet yürüten, işçi hareketini ilerletme olanağına sahip tek akım durumuna geldi.
Partimiz saflarında ve çevresinde özellikle gizlilik ve güvenlik gerekçesinin ardına sığınan, işçi hareketinin ihtiyaçlarına uygun bir değişimi ve ilerlemeyi düşünce, yaşam ve çalışma tarzında gerçekleştirmeyi göze alamayan, geleneksel solun işçi hareketinden ve ihtiyaçlarından koparılmış sözde yeraltı çalışmasının temsilcisi pratik oportunizm, burjuva liberalizminin başta örgüt disiplini olmak üzere çeşitli alanlardaki yansımaları ve diğer zayıflıklar; partimizin koşullardaki ve işçi hareketindeki gelişmelere bağlı olarak, şiarlar, örgüt ve mücadele biçimleri ve yöntemleri arasındaki ilişkilerde gerekli değişiklikleri ve yenilenmeyi zamanında gerçekleştirmesini engelledi. Partimiz gerek işçi hareketindeki ilerlemenin gerekse partimizin yürüttüğü faaliyetin geliştirdiği tüm olanakları ve araçları en azami düzeyde kullanma yeteneğini gösteremedi. Bunun da ötesinde, bu olanaklar, özellikle diktatörlüğün saldırılarının partimiz üzerinde yoğunlaştığı, bu saldırıların partinin yeniden inşası ve yenilenmesindeki gecikme sonucu etkili olma olanağı bulduğu, bu koşullarda kayıpları en aza indirmek için olağanüstü tedbirlerin alınmak zorunda kalındığı son yıllarda, örgütümüzün bünyesinde taşıdığı bu eğilimlerin ve zayıflıkların gelişme ve serpilme olanağı bulması sonucu baltalandı.
Koşullardaki değişim, başta uyanış içindeki ileri işçiler olmak üzere işçiler arasında gelişen ayrı bir sınıf olarak örgütlenme eğiliminin olgunlaşma düzeyi, partimizin bugüne kadar yürüttüğü faaliyetin birikimi ve işçi hareketindeki yeri ve etki düzeyi, hatalar ve zayıflıklar da taşısa yakın zamana kadar partimizin çalışmasını ilerleten propaganda, teşhir-ajitasyon ve örgütlenme faaliyetinin, bu faaliyeti yürütürken kullandığı biçimler ve araçlar arasında öngördüğü ilişkinin, örgütlerinin ve kadrolarının mevzilenmesinin eskidiğini, bir bütün olarak yenilenmesinin, gündeme gelen yeni biçimler ve araçlarla geliştirilmesinin zorunlu hale geldiğini göstermektedir. Bu değişim eski örgüt ve perspektifin korunması temelinde biçimler ve araçlar arasında yapılacak kısmi değişikliklerle başarılamazdı. Değişim, ancak ve ancak partimizin açık ya da gizli her alanda yeniden inşası, güçlerinin arınması ve yenilenmesi gündeme alınarak gerçekleştirilebilirdi. MK'nin bu perspektifle aldığı tüm kararları ve partimizin attığı pratik adımları onaylayan konferansımız, partimizin yeniden inşası ve her alandaki faaliyetinin koşullardaki değişime uygun olarak yenilenmesi ile tüm parti güçlerinin kendilerini aşmada ve arınmada gösterecekleri yetenek, en önemlisi de işçi sınıfının ve gençliğin taze güçleri ile yenilenmesi ve çelikten bir disiplin ve irade arasındaki tayin edici ilişkiye dikkat çeker.
İşçi sınıfının devrimci partisi, faşist diktatörlüğün hüküm sürdüğü Türkiye gibi ülkeler bir yana, en demokratik ve istikrarlı burjuva cumhuriyetlerinde de faaliyetinin ve işçi hareketinin geleceğini güvence altına almak için sağlam bir yeraltı örgütüne ve temeline sahip olmak zorundadır. Demokratik hak ve özgürlüklerin kazanılmadığı ve yasal anayasal güvence altına alınamdığı ülkemizde, işçi sınıfının devrimci partisi, sadece hareketin geleceği açısından değil, bugününü ve işçi hareketine en ileri düzeyde yardım etme ve etkide bulunmanın yasalarla kısıtlanmamış ve sınırlanmamış devrimci bir çizgide gelişmesini güvenceye almak açısından da sağlam ve sürekli güçlenen bir yeraltı örgütüne ve temeline sahip olmak zorundadır.
Açık ve yasal olanaklardan sonuna kadar yararlanma ve bu alandaki çalışmayı güçlendirmenin yanı sıra, devrimi hazırlama ve örgütleme faaliyetinin kesintisizliği ve başarısının güvencesi olarak, hareketin ihtiyaçlarına yanıt verecek özelliklere sahip bir illegal örgütlenmenin yeniden inşası ve güçlendirilmesi, bugünün temel öneme sahip bir diğer görevi durumundadır. İhtiyaç olan, işçi hareketinden kopuk, onun ihtiyaçlarına cevap vermekten uzak, kendi kendinin nedeni ya da 'amacı' haline gelmiş, yozlaşmış bir sözde illegal örgüt değil, işçi hareketine ve örgütlerine yüzlerce, binlerce bağla bağlı, dayanıklı, mümkün bütün araç ve olanaklardan yararlanma ve karşı devrimin azgınlaşan saldırıları karşısında da devrim ve sosyalizm mücadelesini örgütleme ve yönlendirme yeteneğine sahip bir illegal örgüt ve illegal çalışmadır. Başta partimizin örgütlü güçleri olmak üzere sınıfın bilinçli kesimlerinin önündeki en önemli görevlerden biri de, yasal olanaklardan en azami ölçüde yararlanırken yasadışı çalışmada yetkinleşmek ve yasadışı örgütü güçlendirmek, sınıfın uyanış içindeki kitlesinin yasadışı örgütte örgütlenmesini teşvik etmek ve örgütlemektir.
Geleneksel 'sol'un bugün tümüyle tasfiyeci bir platformda bulunan sağ ve 'sol' kanatlarının savundukları gibi, yasal ve yasadışı örgütlenme ve çalışma, biri diğerini dıştalayan ya da birbirinin alternatifi olan değil, tam tersine, aynı amaca bağlanmış tek bir çalışmanın birbirini tamamlayan ve güçlendiren farklı yönlerinin bir birliğidir. İşçi hareketinin bilinç, örgütlenme ve mücadele düzeyi bakımından ilerlemesinin bugünkü görevlerine, en etkili araçları ve biçimlerine dolayısıyla da, işçi hareketine sırt çevirerek; işçi hareketinin ilerlemesine yardım edilmeyeceği gibi, sağlam ve sürekli güçlenen bir yeraltı örgütü ve temeli de inşa edilemez.
Konferansımız, fabrika ve işletmeleri temel alan devrimci bir çalışmanın örgütlenmesi ve ilerletilmesi temelinde, işçi sınıfının açık-yasal (ekonomik-siyasal) alandaki örgütlenmesine azami desteği vermenin ve güçlendirmenin, buralarda en enerjik biçimde çalışmanın yanısıra ve bunun bir parçası olarak, işçi sınıfının mücadelesinin ilerletilmesi ve örgütlenmesinin en etkili araçlarından birisi olan açık işçi basınını desteklemenin ve güçlendirmenin, onu günlük çalışmada en etkin bir biçimde kullanmanın önemine dikkat çeker.
Örgüt, Kadın, Kültür, Gençlik, Yurtdışı Örgütleri ve Ulusal soruna ilişkin kararlar alan Konferansımız, tüm parti örgütlerinin ve güçlerinin, ileri işçilerin, geleceğimiz olan gençliğin, TDKP 2. Genel Konferansı'nın kararlarını tam bir içtenlik ve büyük bir özveriyle uygulayacaklarına olan inancını ve güvenini belirtir.

Türkiye Devrimci Komünist Partisi (TDKP)