Arama

Kıssadan Hisseler - Tek Mesaj #30

Misafir - avatarı
Misafir
Ziyaretçi
26 Şubat 2006       Mesaj #30
Misafir - avatarı
Ziyaretçi
Dîl beyt-i Hüdâdır, ânı pâk eyle sivâdan
Kasrına nüzûl eyler ol Sultan gecelerde...
Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretlerinin dizelerinde ifadesini bulduğu üzere: Kalb de Kâbe gibi bir beytullahtır, Allah'ın Evi'dir. Kâbe'de bile olsa insan, aslında o semavî muhtevayı kendi kalb kâbesinde duyduğu ölçüde idrak edebilir. Kalb de, Kâbe de Allah'a ubûdiyet için birer ibadetgâh olarak yaratılmıştır, yapılmıştır. Ancak akıl, şuur ve irâde sahibi olan kalb-i insânînin matmah-ı nazar-ı ilâhî hâline gelmesi ve beytullah olarak kullanılması, o şahsın tahkikî iman edip marifet ve muhabbetle donanarak, yakînî inancı doğrultusunda ihtiyar-ı cüz'îsi ile amel-i salihler ortaya koymasına bağlı olduğu gibi, insan misali zîşuur, zîakıl ve zîirade olmayan Kâbe'nin beytullah haline gelmesi ve beşeriyet tarafından beytullah olarak kullanılabilmesi de –bir açıdan- kendisine değil, küllî meşîet-i ilahiye doğrultusunda- cüz'î irade-i insâniyeye bağlı bulunmaktadır –esbâb âlemine nazaran-. Dolayısı ile beyt-i Hüdâ olan gönül, beytullah olan Kâbe'den daha üstün olmuş olur, denilebilir.
Kaldı ki İbn-i Ömer'den rivayet edilen bir hadise göre, “Rasûlullah'a: Eyne'llâhü fi'l-ardı ev fi's-semâ? Allah nerededir? Gökte mi, yerde mi?' diye sorulunca, ‘Fî kulûbi ıbâdihi'l-mü'minîn. Mü'min kullarının kalblerinde...' cevabını vermişlerdir.” [Taberânî] . Keyfiyeti bizce meçhul de olsa Allah mü'minlerin kalblerindedir. Yine "Lem yesa'nî ardî velâ semâî velâkin vesianî kalbu abdi'l-mü'mini'l-leyyini'l-vâdiı. Yeryüzüm ve göklerim beni içine almaktan aciz kaldı. Lakin beni, yumuşak huylu, halim-selim ve mütevazi mü'min bir kulumun kalbi içine aldı/kuşattı." [Taberânî; Ahmet b. Hanbel] kutsi hadisi, tasavvuf dünyasında meşhur ve evliya-i hakk ü hakikat tarafından makbul addedilmiş bir kelam-ı ilahîdir. Bu hadis-i kutsiden mülhem, onu şerhedici mahiyette İbrahim Hakkı da:
Sığmam dedi Hak arz ü semaya
Kenzen bilindi dîl madeninden.
demiştir. Nitekim Aclûnî de mezkur hadisi: "Bana iman ve kulluğu, benim muhabbet ve marifetimi (gökler ve yeryüzü alamadı) ancak halim-selim yumuşak bir mü'minin kalbi alabildi." şeklinde yorumlamıştır. [Keşfü'l-Hafa] . Bütün bunlara göre kalb, çatısı Sidretü'l-Müntehâ olan göklere ve merkezi Kâbe-i Muazzama olan yeryüzüne teraccuh ediyordu. Bu teraccuhun sebebi de, mahiyeti mechul o gizemli istiâb oluyordu. Fakat o istiâbın bilkuvvesi değil, bilfiile çıkmış, iradenin hakkıyla ulaşılmış hâlidir mü'mine o rüçhaniyeti kazandıran. Yoksa yaratılış meziyetlerinde insanoğlunun hiçbir payı yoktur. Meselenin ıskalanamaz bir yönü bu.
Ne var ki, konuya yaklaşım keyfiyetinin değişmesine göre sözkonusu İnsan-Kâbe ikilisindeki melekûtî cihetten yapılan mukayesenin neticesi de değişkenlik arzedecektir. Şöyle ki: Allah'ın varlığı yüzüyusu hürmetine yarattığı biricik Habîb'i, Mahlûkât'ın en şereflisi, Peygamberler Peygamberi, Livâü'l-Hamd'in Sahibi, Makam-ı Mahmud'un Sâkini, Burak-Mi'raç-Refref binitlerinin Râkibi, Sidre Kul ol Hz. Ahmed-i Mahmud u Muhammed Mustafa, aleyhi ekmelü't-tehâyâ (sallallâhü aleyhi ve sellem) Efendimiz ki o, bir yaratılmışın ulaşabileceğin en zirve makamı ihraz eden, imkan-vücûb arası bir taht-ı bilâmislin Sultan'ıdır. Hakikat-i Kâbe'nin hakikat-i Ahmediye'yenin tev'emi (ikizi) addedilmesi itibariyle mütekabil eşitliklerini iddia etme gibi bir mesele, bâdiye'r-re'y (evvelemirde) tercihsiz akla mümkin gözükebilse de, esmâ ve sıfat-ı ilahiyenin tecellileriyle şekillenen ruhî kıvamlarının farklılığı, takvîm ve teayyün dereceleri ve mukaddes emaneti yüklenme ayrıcalığı sebebiyle sözkonusu varsayımın mümkinü'l-vukû olmadığı âyet ve hadislerin de açık beyanlarından anlaşılıyor; binâenaleyh böyle bir tez, yanlıştır, isabetsizdir; mümkini mümkinü'l-vukû' yerine koymaktır, temelsizdir ve delilsizdir.
Kaldı ki bizatihi o Mefharatü'l-Kâinat: “Mü'min, Allah katında Kâbe'den daha hürmetlidir.” [İbn Mâce, Fiten 2; Nevâdiru'l-Usûl, 1/101] buyurmuşlardır. İslam'ın iki temel kaynağından birisi olan hadis-i şeriflerden birinin böylesi açık-seçik beyanı bu. Kâmil bir mü'min dahi nezd-i ilahîde Kâbe'den daha kıymettâr ise, Rasûllerin İmamı nasıl olmasın?! Evet ortada bir tereccuh sözkonusu ise, bunun sebeplerinin de bulunması gerekir. İnsanın sâir varlıklara tereccuhunun hikmetlerinden birisi sadedinde, sadece bir fikir vermesi bakımından şu nebevî beyan yeterli olur kanaatindeyim. Rasûl-i Ekrem Efendimiz insanın mahlukat içinde Allah'ın sevdiği varlık olduğunu haber vermiştir: Abdullah İbnu Mes'ûd radıyallâhu anh anlatıyor: "Rasûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Allah Teâlâ hazretleri aklı yarattığı zaman ona: "Gel!" dedi, o da geldi. Sonra "Geri dön!" diye emretti. O da geri döndü. Bunun üzerine akla şunu söyledi: "Ben, kendime senden daha sevgili olan başka bir şey yaratmadım. Seni, nezdimde mahlükâtın en sevgilisi olan (insan)a bindireceğim." [Kütüb-ü Sitte, Hadis No: 1659 (Rezin ilavesi)] . Demek Allah'ın en sevdiği mahluk insanoğludur ki akıl gibi en değerli bir varlık onun mahiyetine konuluyor. Bu hadis-i şeriften hareketle, insanoğluna tevdi edilen kutsal emanetin “akıl” olduğu sonucuna gidilebilir. Sultan-ı Ezel ve Ebed'in: “Biz emaneti göklere, yere, dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten kaçındılar. Zira sorumluluğundan korktular, ama onu insan yüklendi…” [Ahzab 33/72] buyruğunda insanoğlunun yüklendiği belirtilen mukaddes emanetin “akıl” ve ona bağlı olarak “düşünme” yeteneği olduğu anlaşılıyor. İbrahim Hakkı: “ Sendedir sırr-ı Hüdâ, bâr-ı emanet sende!“ derken, insanda Hüdâ'nın özel bir sırrı ve emanet hamûlesi olduğunu bildirirken, aynı zamanda herkese “kendine gel, sendeki emanetin hakkını ver” irşadında bulunmuştur.
“Mü'min, Allah indinde mukarreb meleklerden (veya bazı meleklerden) daha kerimdir, mükerremdir.” [İbn Mâce, Fiten 6; Nevâdiru'l-Usûl, 4/100] . Allah insanoğluna melekleri secde ettirmiştir. [Hıcr 15/28-29; A'raf 7/11, 172-173; Bakara 2/34; İsra 17/61-62.] İ nsanoğlu Allah'ın meleklere karşı iftihar ettiği bir mahlûkudur [ Bakara 2/31-33]. İnsan, mükerrem bir varlıktır ve mahlukâtın çoğundan üstündür [İsra 17/70] . Üzerinde Kâbe'nin de bulunduğu yeryüzünün halifesi insanoğludur. [En'am 6/25] . İnsanın, a'lâ-yı illiyyîn ile esfel-i sâfilîn arasında nihayetsiz terakkî ve tedennîlere açık bedenî-ruhî bir donanımı vardır [Tin 95/4-5; Nursi, İşaret'ül-İ'caz, s.84, 205; Mektubat, s.43] . Yerde-gökte ne varsa hepsi insanın emrine musahhar kılınmıştır [Câsiye 45/13; Hac 22/65; Bakara 2/29; Ra'd 13/2] . Kainatın ille-i gayesi ve şecere-i hilkatin en câmi', en kâmil semeresi insandır [Nursi, Lem'alar, s.80; Sözler, s.614; Şualar, s.22] . İnsan, bütün esmâ ve sıfât-ı ilâhiyeye mazhar, cami' bir âyinedir ve küllî bir tecelligâhtır [Nursi, Sözler, s.66, 129, 334, 336, 498, 578, 686; Lem'alar, s.99; Şualar, s.664; Mesnevi-yi Nuriye, s.139; Mektubat, s.367] . Bir mü'mini haksız yere öldüren, bütün insanları toptan öldürmüş demektir [Mâide 5/32] .
Daha bunlar gibi onlarca yüksek evsâfı cihetiyle insanoğluna bir kıymet biçen damad-ı Nebi Hz. Ali (kerremellâhü vecheh): "İnsanların en câhili, kendi kadrinden bîhaber olandır." demiştir. Bu kendini büyük görmek değil, belki mahiyetine bakarak yaratılış gayesinin ehemmiyetini idrak etmek için gerekli olan bir şuurdur. Yine İmam-ı Ali (ra): “Sen kendini küçük bir cisim sanıyorsun; oysa en büyük âlem sende dürülmüştür.” inci-mercan sözünü sarfetmişlerdir ki, çağın başındaki dertli ve dertli olduğu kadar da hikmetli şair Mehmet Akif bu manayı şiire şöylece dökmüştür:
Muhakkar bir varlığım diyorsun ey insan, eğer bilsen;
Avâlim sende pinhândır, cihanlar sende matvîdir.
Şeyh Galip de lafız farkıyla aynı öz manayı seslendirmiştir:
Hoşça bak zatına kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i dîde-i ekvâm olan âdemsin sen...
Mevlânâ Hazretlerinin dizeleri insanın gizemler dünyasından haber veriyor:
Sen su değilsin, toprak değilsin, başka bir şeysin sen...
Balçık dünyadan dışardasın, yolculuktasın sen.
Kalb bir arktır, can o arka akan bengisu
Fakan sen, senliğinde kaldıkça ikisinden de bîhabersin.
Bir başka yerde ise şöyle haykırır koca Mevlana: “Ey İlahî Kitab'ın nüshası! Ey Padişahın güzelliğine ayna kesilen! Âlemde her ne varsa hepsi sende var, senden dışarıda değil. Ne istiyorsan kendinden iste, kendinde ara!..” Devam ettirelim: Ey Hakk'ın tâlibi, hakikatin avcısı, sen de kalbinde çık yolculuğa. Maddî Kâbe'yi Hicaz'da, hakikat-i Kâbe'yi ise kalbinde ara!.. Kur'an'ın bir başka yazılımı sensin. Kainat kitabı sende dürülü. Her şey sende meknî, sende matvî. Bak, en kısa ve en geniş bir yol var kendi özünden Sidretü'l-Müntehâ'ya, tâ Arş-ı Muallâ'ya ve nihayet Huzûrullah'a… Bak “Gönül merdiveninden her an mi'raca yükselenler var.” “Eğer gönül sahibiysen, gönül Kâbesini tavaf et. Topraktan, taştan yapılmış olan Kâbe'nin asıl manası gönüldür. Cenab-ı Hak, görünen bilinen suret Kâbe'sini tavaf etmeyi, kirlerden temizlenmiş ve arınmış bir gönül Kâbe'si elde edesin diye farz kıldı.”
Mevlana Hazretleri bu değerlendirmesinde hiçbir yüzyılda yalnız kalmamıştır. Kimilerince Çağımızın Mevlanası olarak tavsif edilen M. Fethullah Gülen Hocaefendi de şöyle bir tespitte bulunmaktadır: "Kâbe'nin çevresindeki tavafı, tasavvufî ifadesiyle, daha çok, mübarek bir duygu, bir düşünce etrafında ve kendi içimizde derinleşme hedefli bir seyahatin ifadesi sayılan "seyr fillâh"a benzetebiliriz. Buradan hareketle sa'y mahallindeki gidip gelmeleri, halktan Hakk'a, Hak'tan halka urûc ve nüzûlün unvanı olan "seyr illallah", "seyr minallah" mânâlarıyla yorumlamak uygun düşebilir.”
Gönül kâbesini elde edebilen ehlullah, gönül Kâbelerinde eda ettikleri tavaf ile kanatlanır, o mi'rac-ı ibadet ile gönül arşına doğru urûç ederler ve Rahman'ın bir nevi hitabına mazhar olurlar, bir çeşit mükaleme-i Rahmâniye ile müşerref kılınırlar. Üstad Bediüzzaman Hazretleri gayet açık biçimde ifade ediyor ve diyor ki: "Cenab-ı Hak “Akrabü ileyhi min habli'l-verîd”dir. Herşeye, herşeyden daha yakındır. Cisimden, mekândan münezzehtir. Her veli, kalbi içinde onunla görüşebilir. (...) (Bu,) Âyine-i kalbe uzanan bir nisbet-i Rabbaniye ile bir tezahürdür ki; herkes istidadına ve tayy-ı merâtibde seyr ü sülûküne, esmâ ve sıfâtın tecelliyatına nisbeten cüz'î ve küllî o Şems-i Ezelî'nin nuruna ve sohbetine ve münacatına mazhariyeti var. Gâlib-i esmâ ve sıfâtın zılâlinde giden velayetlerin derecatı bu kısımdan ileri gelir.” [Nursi, Sözler, s.561, 562]. İşte bütün mesele bu, gönlün Kâbeleşmesi!..
Gönül Kâbe'si üzerine bir makale değil, belki bir kitap yazılabilir, belki bir kitaplık, hatta bir kütüphane dahi vücuda getirilebilir. Biz darlığımızın ve sığlığımızın sınırlarını tecavüz etmeme edebini koruma niyetimizle hareket edip icmâl ve ihtisâr üzere gitmeye çalıştık şimdiye değin. Ne “min gayri haddin”, ne de “nâçizâne” ifadeleri ile anlatımı mümkün olmayan bir acziyet ve fakriyet içre bulunduğumuzun farkındayız, çok şükür. Haddimizi aşkın bir konuda kapı aralığından gözümüze çarpan ışığı tavsif etmeye kalkışmadır bütün cür'etimiz ve cürmümüz. Demeye getirmedir bütün cümlelerimiz, bir işaretlemedir. O işaret taşları ki, hepsi sessiz birer nârâdır, birer yaralı haykırıştır… Deşmeyeyim, yok yere kan akmasın… Sözün bitişini çıkışına bağlayalım da kompozisyon tamam olsun…
Uzun sözün kısası:
Tasavvuf'a göre: “Kâbe-i dîdâr, bir sûret ve bir arazdır; Kâbe-i vuslat ise bir sîret ve bir cevher.” Yani: Şu gözler önünde arz-ı dîdâr eden Kâbe, bir surettir ve ilm-i kelâmın ifadesiyle bir arazdır; mülkî cihettir. Vuslat Kâbesi olan gönül ise bir sîrettir, bir cevherdir; melekûtî cihettir. Kalbin değerini bilmeyen, insanın değerini bilemez. Merkez-i arz olan Kâbe ile merkez-i insan olan kalb, Allah'ın evidirler. Birisi âlem-i dünyada, diğeri âlem-i insaniyette Beytullahtırlar. Konumları ve misyonları itibariyle adeta eşdeğer gibi gözükürler, en azından “ayniyet ölçüsünde misliyet”e sahiptirler. Her ikisi de Allah'ın işaretlerindendir, yani şeâir-i İslâmiyedendir, kutsal birer semboldürler. Her ikisine saygı, onların sahibi olan Allah'a saygı demektir. Erbâb-ı dîl "Ev sahibi evden daha kıymetlidir." derler ki bu, aynı zamanda o iki mâbedin Allah'a ibadetgâh olarak kullanıldığı ölçüde mezkur kıymeti hâiz olabilceklerini ima etmektedir.
Vücudun kıblegâhı Kâbe'dir, fakat kalbin kıblesi Vechullahtır. Yüzü kutsi Hicaz'a, gönlü ilahî rızaya dönük olarak gönül Kâbesi etrafında tavaf ede ede a'lâ-yı illiyyîne doğru kanatlanmış nice ehass-ı havâs veliler vardır ki, hac yahut umre için Mekke'ye yaklaştıklarında hakikat-i Kâbe yerinden ayrılır, onları istikbale koşar.. hatta onlar bedenleriyle Kâbe'nin etrafında tavaf ederken, hakikat-i Kâbe de onların rûhâniyetlerinin etrafında tavaf etmeye başlar. Başlar, zira Kâbe'nin kalbi, gönül kâbesine aşıktır, kâbe gönüllülere meftundur. Nasıl ki Mescid-i Haram İslam'ın haremgâhıdır, öyle de sinesi beytullah haline gelmiş hâs ehl-i velayetin kalbi de hakikat-i Kâbenin haremgâhı kılınmıştır. Aralarında buud ötesi bir birliktelik, bir muhabbet ve iştiyak câzibesi sözkonusu gibidir. Birinin incinmesi, diğerini dâğidâr eder; diğerinin rahatsızlığı, öbürünü ağlatır. –Allahü a'lem diyelim ve sükût edelim.-
Hülasâ-i kelam: Mü'min insanın bedenî/maddî ve ruhî/manevî kalbi, Kâbe'den ve hakikatinden daha ulvîdir, daha kıymettârdır. Gönül kâbesi, arzın kâbesinden yücedir. Öldürülmek, manevî kalbin değil, fikizî kalbin durdurulmasıdır ki şehitliği; kırılmak da, fizikî kalbin değil, manevî kalbin yaralanmasıdır ki gaziliği simgeler. Mahall-i iman olan kalbin mânen ölmesi ise, imansızlığı, günahlarla nurunu tamamen kaybedip küfür zulmetiyle ölmesini ifade eder. Dolayısıyla, Kur'an'ın bildirdiği üzere bir insanı haksız yere öldüren, bütün insanları öldürmüş gibi ağır bir günah işlemiş olunca [5/32] , bir mü'min kalbin manen öldürülmesi, yani küfür, şirk veya dalalate düşürülmesi, Kâbe hakikatinin adeta –farz-ı muhal- yok edilmesinden.. mü'min kalbin kırılması da Kâbe'nin fiziken yıkılmasından daha kötüdür. Bu böyledir, fakat hiçbir mü'min kendisini Kâbe ile kıyaslayamaz, çünkü kıyaslamak suretiyle düşeceği ucb ü kibrin ne denli vahim neticeleri doğuracağını çok iyi bilir.
Gönül yıkmak, kul haklarını ihlal nokta-i nazarından, ümmetin vahdetini ifsat zâviyesinden ve neticede ferdi öfkeye, kine, hasede, husûmete, adavete, dalalete, şirke ve hatta küfre kadar sürükleyebilmesi açısından değerlendirilirse, işte o zaman ancak meselenin dinî ciddiyeti ve uhrevî mes'uliyeti daha iyi anlaşılabilir, kanaatindeyim. Aksi takdirde bu cennet-cehennem arası kaderdenk hak ve sorumluluk, ediplerin, şairlerin ve âriflerin birer hissî duyarlılığı şeklinde algılanmaktan kurtulamayacaktır. Başta Allah Teala, sonra Rasûlullah Efendimiz, ardından Sahabe-i Kiram, müteakiben İslam uleması ve derken hemen bütün mutasavvıflar ve şâirlerin görüş birliği halinde ittifakla istikrah ettikleri bir fiil olan kalb kırma olayı, asla ve kat'â romantiklerin duygusallığına verilip geçiştirilemez, göz ardı edilemez, kulak ardına atılamaz.
Hz. Ömer'ul-Fâruk gibi gayet ciddi, vakur ve dirayetli bir halife-i sâni bile birgün Mescid-i Haram'da şöyle hitap etmiştir: “Ey Kâbe! Seni bin kez yıksam, yeniden yapabilirim; ama kırılan bir kalbi asla!” Bu sözü söylemeye niye gereksinim duyuyor? Nedir Hz. Ömer'e bu hitabı yaptıran? Kılı kırk yararcasına yaşayan ve konuşan bir Ömeru'l-Fâruk, hiç mümkün müdür ki ebediyatın mübalağasına kendisini salsın da, zımnî yalana tevessül etsin, hiç mümkün mü?!
Mevlânâ Celâleddin er-Rûmî de sırr-ı vedûdiyetin tezahürü veciz beyânında:
Kâbe bünyâd-ı Halîl-i Azeresi
Dîl nazargâh-ı Celîl-i Ekberest
"Bir kez gönül yıkmak, Kâbe'yi yıkmaktan daha kötüdür. Çünkü Kâbe, Azer oğlu Halil'in (Hz. İbrahim'in) yapmış olduğu binadır. Gönül ise Celîl-i Ekber, Yüceler Yücesi Allah'ın nazargâhıdır." irşadında bulunmuştur. Boşuna değil bunlar. Hepsi hep aynı noktayı işaretliyor:
“Gönül yapmak Halîlim,
Kâbe bünyâd etmekten yeğdir
Dîl-i mahzûnu şâd etmek
Kul âzâd etmekten yeğdir.”
Şah İsmail de bir mani kolaylığında aynı manayı seslendirmiş:
Hatâî hal çağında
Hak, gönül alçağında
Kâbe yapmaktan yeğdir
Bir gönül al, çağında.
Dârendeli Seyyit Osman Hulusi Efendi'nin, nefsine uyup Kâbe'yi yıksan dahi, zinhar bir gönlü yıkma diyen şu beyitleri ne manidardır, ne ürperticidir:
İncitme sen kimseyi, kimseye incinme hem
Güler yüzlü tatlı dil, her ağzın balı ol
Nefsine yan çıkıp da Kâbe'yi yıksan dahi
İncitme, gönül yıkma, ger uslu ol, ger deli ol
Fazilet kuru lafta değil, ve lafla hiç değil. “Bir tahrip olmuş gönlü bahtiyar kılmaktır hüner.” diyor şair. Evet: Gönlü kâbeleşmiş bir insan, asla gönül kıramaz. Bir kırsa, bin defa ağlar, gözyaşları ile kırıkların iltiyamına merhem sürer. Hiç aklına bile getirmeksizin gönülleri yıkanların göğüs kafesinde ise bir gönül kâbesinin var olduğu akla-hayale bile gelmez, getirilemez. Bu ağır tehdit sebebiyledir ki hiçbir gönlü gül kadar olsun incitmemek, dertli yüreklerin acısını hafifletmek, âh ü vâhlarını gidermek ve kalb merkezli incelerden ince bir hayat yaşamak ve yaşatmak herkesin, hemen hepimizin en tatlı bir hülyası olagelmiştir ve gelmelidir. Tabii bu, kimilerinin hayali, kimilerinin hakikati, kimilerinin ise hiçbir şeyi…
Dileriz Hz. Halîm ü Selîm, günahlarımıza hilmiyle muamelede bulunarak bizim elimizden, dilimizden ve belimizden başkalarını selamet ve emniyette eyler.. ve bizleri de mahiyet-i câmiasındaki esmâ-i hüsna ve sıfât-ı sübhâniye çekirdeklerini ism-i gâlibin riyasetinde çiçek açtırıp meyveye durdurmak suretiyle “Kalbin Zümrüt Tepeleri”nde reftâre arz-ı endâm eden Kâbe Ruhlu Sâlihler Neslinden yazar, yazar da Yunus Emre'nin:
Yürük değirmenler gibi dönerler
El ele vermişler Hakk'a giderler
Gönül Kâbe'sini tavaf ederler
Muhammed'in kösü çalınır bunda…
dediği esrâra mahrem kılarak, Muhammedî sancağın etrafında toplanıncaya kadar gönül Kâbe'sinin etrafında döne döne yükselip urûcunun ucu Sidretü'l-Müntehâ'ya, oradan Arş-ı Muallâ'ya, ve oradan da en son Huzur-u Kibriyaya doğru açılan tavaf ehli mukarreb meleğ-i insânîlerden eyler inşallâhurrahman…
O gönül kâbesinin meleğ-i insânîleri ki en büyük idealleri, yeryüzünde bir gönül devletinin kurulmasıdır; kalbin padişah, aklın vezir, vicdanın şeyhü'l-islam, latîfe-i Rabbâniyenin sadrazam, havâss-ı selîmenin nâzırân, hissiyât-ı ulviyyenin meb'usân, kuvve-i gadabiyyenin komutan, sâir kuvvelerin ordu, diğer his ve duyguların muvazzaf teb'a oldukları bir gönül imparatorluğu. Ferdin devlet, devletin fert kıymet ve ehemmiyetinde görüldüğü bir adalet-i mahzanın idaresinde; ferdin devlete, devletin de ferde hizmet ettiği onurlu, şahsiyetli ve asil bir muamelenin teşekkül ettiği; duyarlı, bilgili ve sistemli bir devlet-i aliyye-i kalbiyye, bir devlet-i şahsiyye-i maneviyye…
Son düzenleyen Safi; 3 Ağustos 2018 19:19