Arama

Cansel Elç;in - Tek Mesaj #3

_PaPiLLoN_ - avatarı
_PaPiLLoN_
Ziyaretçi
5 Ekim 2007       Mesaj #3
_PaPiLLoN_ - avatarı
Ziyaretçi
Marie-Claire Mayıs Sayısı... Cansel Elçin Röportajı...

Cansel Elçin'le 11 Saat...

Titiz,çocuksu, deneyimsel, tartışmaya açık, iyi eğitimli, egolarından çok kendini büyütmeyi hedefleyen, meraklı, ne istediğinden çok ne istemediğini gayet iyi bilen bir oyuncu ile tam 11 saat süren bir fotoğraf çekimi yaptığınızı düşünün...Cansel Elçin ve ötesi kendi sözcükleriyle sizlerle buluşuyor...


11 saat süren bir fotoğraf çekimi yaptığınızı düşünün...

Zahmetten, aksiliklerden, anlaşmazlıklardan değil de keyifli mizansenlerden dolayı uzayıp giden...Gün sonunda "farkındamısınız? Tam 11 saattir çekim yapıyoruz" deyip, gülümseyerek bizzat şaşkınlığını dile getiren Cansel Elçin altını çizdi bunun. 19 yy ait bir saray, 1960 model
Plymouth model bir araba ile küçük çapta bir dizi çektiğimizi söylemek mümkün. Öyleki; çekim yerinde bulunan konuklar baş parmaklarını havaya kaldırarak, Hatırla Sevgili'den bir bölüm çektiğimizi zannederek "bravo...Harikasınız. Çok başarılısınız, lütfen böyle devam edin" şeklinde uzayıp giden muhteşem komplimanlarda bile bulundular. Hiç kimse ama hiç kimse bir fotoğraf çekimi için orada bulunduğumuzu fark etmedi. Çünkü Cansel Elçin poz vermedi, oynadı...Lütfen bu ayrıntıya dikkat edin...Bu ayrıntı; gayet önemli bir ayrıntı. Hem çekimi yapan bizler için, hem onun için, hem de dergiyi elinize aldığınızda algıda seçicilikle farkı ayırt edecek olan sizler için."Benim yönetmenim şu anda jamtul" diyerek işe koyuldu. Editoryal çekimleri nasılda çok sevdiğini, mesleğine nasılda tutkuyla bağlı olduğunu, konu aşk olduğunda nasılda uzaklara daldığını, onunla aynı şevke sahip insanlar arasında nasılda beklenilenin çok ötesini verdiğini bizzat gözlemledik. Uzun yıllar sayısız çekime imza atmış kişiler olarak bu kadar keyifli ve özel bir çalışmaya ender rastladığımızı söylememiz mümkün. Hayran kaldık. Adidas ayakkabıları ve yeşil parkasıyla adım attığı Adile Sultan Sarayı'nda her ince detayın izini sürdü. Kimi zaman çok uzaklara gitti, kimi zaman yaşadığımız çağı sorguladı, kimi zamansa sonu gelmez düşündürücü hikayeler anlattı. En önemlisi gerçeklik duygusuydu... Ona merak duygusu yön veriyordu. Bunu çok az kişide hissedebilirsiniz. Gerisi kendi sözcükleriyle onda...


MARİE-CLAİRE: Youtube'de bir İngiliz; sizi aşk ve guruda oynayan Matthew Macfayden'dan sonra en sevdiği aktör ilan etmiş. Farklı internet sitelerinde de yine İngilizler çok sinematoğrafik bir yüzünüz olduğundan söz ediyorlar. Nedir İngilizlerin size olan bu hayranlığı? Orada tanındığınızın ve beğenildiğinizin farkındamısınız?

CANSEL ELÇİN: Bunu bilmiyordum... Bir röportajmı vardı?

MARİE-CLAİRE: Hayranlıklarını dile getiriyorlardı. Hatta merak ettim yazılanlar Türklere ait olabilirmi diye. Mesaj attım ve İngiliz olduklarını teyit ettim.

CANSEL ELÇİN: Yurt dışına birkaç röportaj yaptım. Özellikle Londra ve Kıbrıs bağlantılı röportajlar. Biliyorsunuz ATV de bütün dünyada izleniyor. Avusturyadan,Azerbeycansan, Fransadan, Almanyadan, AMERİKA Birleşik Devletlerinden hatta Japonyadan veriler geliyor. Ondan kaynaklanıyor olabilir. Ancak bu kadar olduğunu bilmiyordum. Şaşırdım şimdi. Bu gayet sevindirici öyle değil mi? Futbolcularımız, futbol takımlarımız tanınıyordu. Şimdi oyuncu olarak bizler catharsis (sanatın hisleri durulaştırmadaki etkisi) yaratabiliyoruz.

MC : Hayatınızın bir döneminde sizde o etkiyi hissederek, cesur bir kararla mutlu olduğunuz yöne ilerlemişsiniz.

CANSEL ELÇİN: Evet;doğru... Ben Ekonomi ve Sosyal bilimler okuyordum fakat bir yılın sonunda bıraktım. Annem, Babam, ben ve Ağabeyim birlikte çalışmak zorundaydık çünkü. Önce import-export işleriyle uğraşıyorduk. Sonra daha genişledi işimiz ve tekstil oldu; her türlü ürünü getiriyorduk. Fransızcam iyi olduğundan benim çok yardımım oluyordu. Sonra 24 yaşında canım sıkılmaya başladı ve bıraktım. Ağabeyim tek başına götürmeye başladı.

MC: Neydi canınızı sıkan? Yaptığınız işimi sevmediniz?

CANSEL ELÇİN: Aslında seviyordum çünkü ailece çalışıyorduk. Ayrıca ticaret çok farklı bir süreç. Fransa büyük bir ülke Türkiye'den bir numune ürün götürüyorsunuz, sonra o ürünü pazarlıyorsunuz, bir nevi marka yönetimi bu. O ürünü satın alması için karşınızdaki kişiyi ikna etmeye çalışıyorsunuz, sipariş alıyorsunuz. Sipariş aldığınız takdirde gidiyorsunuz Türkiye'de yaptırıyorsunuz. Ardından kamyonlar geliyor ve zamanında teslim etmek üzere yüklüyorsunuz. Uzun bir süreçten sonra mağazaların raflarında yerini alıyor. Gün geliyor sizin aracı olduğunuz üründen satın alan kişilere rastlıyorsunuz. Bu çok güzel bir histi. Bunu yapmak dahası ailece yapmak daha güzel bir histi fakat muhatap olduğum insanlar hoşuma gitmiyordu ve ticarette konuşulan tek konu para oluyordu. Bu da bir şekilde canımı sıkıyordu, kendimi iyi hissetmiyordum. O yüzden her akşam 19.30 da tiyatro dersleri almaya başladım. 22.30 a kadar devam ediyordu. Yavaş yavaş kendimi tiyatroya bıraktım. Ona doğru akmaya başladım. Ticareti ise tamamen noktaladım.

MC: Herşey bir merakla mı başladı?


CANSEL ELÇİN: Kendimi çok iyi hissediyordum orada. En önemli neden buydu. Karşılaştığım, tanıştığım yada çalıştığım insanların konuştuğu dil çok başkaydı. Hiç kimse bana neyi nasıl yapmam gerektiğini öğretmiyordu ama yinede çok şey öğreniyordum. Elimizdeki sahne nasıl oynanmalı? Karakterlerin başına neden anlatılan olaylar geliyor? Yazar neden falanca ayrıntıyı öngördü? Bunları tartışıyorduk...Karakterlerin psikolojisini, neden-sonuç ilişkisini anlamaya çalışıyorduk. Bir tür edebi, psikolojik analiz. Hem karakterleri ve nedenleri tartışıyorsunuz hemde oyunun müziğini yani dilini özümsüyorsunuz hep birlikte...Bir sahne nasıl oynanır yada nasıl oynanmalıdır sorusu çok kötü bir sorudur. Oysa; Neden oynanmalı sorusu? çok daha farklı bir bakış açısı getirir ve daha derin bir çalışma gerektirir. İşte bu nedenle oyunculuğu çok sevdim ben. Nasıl oynamalıyım? Sorusundan çok Neden oynamalıyım? Sorusunu sordum hep. O günlerde kendi kendime tiyatroyu neden bu kadar çok sevdiğimi sormuştum. Hayatımın geri kalan kısmında neden bu işi yapmak istiyordum? Aldığım cevaplar doğrultusunda da kararımı verdim. Artık tiyatroyla birlikte yaşayacaktım.

MC: Ticaret yaptığınız zamanlarda çok iyi para kazandığınızı, hatta birde porche ile gezdiğinizi. Ancak sonra zor durumda kalarak sattığınızı ve şoförlük yaptığınızı iddia edenler oldu. Bu doğrumu yoksa mitomanca bir yaklaşım mı?

CANSEL ELÇİN: Yaşadığım sürece ne porche um oldu nede o kadar büyük paralar kazandım. Bazı insanlar hayatı yada başkalarını nasıl görmek istiyorlarsa o yönde hikayeler uyduruyorlar. Bu da onlardan biri. Ancak şu var! Bir oyuncu için dünyadaki en kötü şey oynayamamaktır.

MC: Oynayamamak derken?

CANSEL ELÇİN: İşini yapamamak...Bana hep; Biri seni arayıp da iş versin diye oturup telefon beklemeyeceksin, her gününü dolduracaksın, hiç boş kalmayacaksın diye öğrettiler. Biz öyle arkadaşlardık ki; içimizden biri gidiyordu reklam filmi çeviriyordu ve kazandığı parayla tiyatro yapmaya devam ediyorduk. Fransada da Türkiye deki gibi tiyatrodan çok fazla para kazanılmıyor. O yüzden küçük meslekler yapmak gerekiyor, yani zamanınızın tamamını almayan meslekler...Ben bir cafe de çalıştım, bir başka arkadaşımda restoranda çalışıyordu. Şoförlükte yapıyordum ama o çok enteresandı çünkü patronum beni çok seviyordu. Dolayısı ile saatlerini istediğim gibi ayarlayabiliyordum. Müşteri geliyordu "yarın çalışamam" diyebiliyordum ve bir başkasını takviye ediyordum. Gidiyordum tiyatro dersleri alıyordum, provalarım oluyordu, castinglere gidiyordum. The Ritz'i bilirsiniz Paris'in hata dünyanın en iyi otellerinden biridir. Orada şoförlük yapıyordum. Fransa'da bütün oyuncular küçük meslekler yaparlar...Bu bana içime sinmeyen rolleri reddetme şansıda tanıyordu. Çünkü hayatımı devam ettirebilecek parayıda kazanabiliyordum. Ara işler yani. Orada da çok şey öğrenebiliyorsunuz, hayatı yakından tanıyorsunuz. Mesela ben şimdi bir taksi şoförünü oynayabilirim. Özel bir şoförü...Taksi şoförü değildim önemli bir otelin The Ritz'in şoförüydüm. İstesem taksi şoförlüğüde yaparım ve bir taksi şoförünüde oynayabilirim…

MC:Türkiye'de gençler ara işler yapmak yerine keşfedilmeyi bekliyorlar!

CANSEL ELÇİN: Kiranızı ödeyecek, karnınızı doyuracak yada bir oyuncu için kendini besleyecek sosyal hayata dair bir kazanç olması lazım. Bu düşünülmüyorsa ya gelirleri vardır yada umursamıyorlardır. Bu isteklede alakalı tabi. Ben yeniden ticarete başlayabilirdim. Ailemle giderdim ve bir mağaza dahi açabilirdim. Oysa hafta sonları pazarcılık yapıyordum. Elde kalan ürünleri pazarda satıyordum. Yeteri kadarda kazanıyordum. Hatta tiyatro afişleri için para yetmemişti onları bu parayla almıştık. 300-400 euro para biriktirdim ve afişleri aldık, gidip hemen onları yapıştırdık.

MC: Tiyatronun A dan Z ye her şeyiyle ilgilenmek zor olmuyormuydu? Tamam bu saygı duyulacak bir yaklaşım fakat oyuncu olarak azda olsa stres yüklemiyormuydu size?

CANSEL ELÇİN: Çok daha stresli oluyorsunuz. Aslında bir oyuncunun prodüksiyonla ilgilenmemesi gerekir çünkü çok fazla enerji harcıyorsunuz. Tiyatro kiralıyorsunuz, afişleri hazırlıyorsunuz, sağa sola dağıtıyorsunuz, akşama da tamamıyla canlandıracağınız karakterle ilgilenmeniz gerekiyor. Fransa'da 120 tane tiyatro, yaklaşık her sezon 250 tane tiyator oyunu var sergilenen. İnsanları oyununuza getirmek, izlettirmek çok önemli.

MC: O zamanki Cansel Elçin'le şu anki arasında kesin bir çizgi varmı?

CANSEL ELÇİN: Değiştim tabi...İnsanlar değişirler. Bende seneden seneye değiştim. Birini tanıyorsunuz, bakıyorsunuz dört beş yıl sonra bambaşka biri. Herkesin bir kaseti var, o kaset bitiyor ve başa sarabilir ve yeniden doldurabilirsiniz. O kaseti çalıştırmak gerekir, süreside insanla alakalı. İnsan illişkileride işte o kasetle doğru orantılı. Değişebilirsiniz; iyi yada kötü. Bu hayatın neler getirdiği ile de çok bağlantılı. Benim Türkiye'ye yerleşmem büyük bir karar, önemli bir değişiklikti. Kolay adapte olabildim çünkü. Türkiye zaten benim ülkem. Kendimi evimde hissettim. Ben kolay adapte olan bir insanım. Gittiğim ülkelere,şehirlere şöyle bir bakarım burada yaşayabilir miyim diye; olabilir derim sonra. Önyargılı davranmam. Bence nerede çalışıyor ve var oluyorsanız orası sizin ülkenizdir. Burada çalışıyorum ve artık burası benim ülkem.

MC: Hiç özlemini duyduklarınız yok mu Paris'le ilgili?

CANSEL ELÇİN:Özlediğim şeyler oluyor; o zaman gidiyorum. Geçenlerde gittim ilk defa Paris'e döndüğüm zaman kendimi bir yabancı gibi hissettim. Çok garip; Alt tarafı iki buçuk saatlik mesafe Paris. Türkiye'de insanlar yeterince seyahat edemiyor, etmiyor. Oysa dünyanın her yeri herkese ait. Sınırlara karşıyım ben.

MC: Hani hep derler ya; Doğduğun yer mi, doyduğun yer mi? Diye. Ne kadar Türk ne kadar Fransızsınız? Nasıl bir karma Cansel Elçin?

CANSEL ELÇİN: Her ne kadar Fransa'da eğitim almış olsam da Türk olma originim ağır basıyor. Ben Türk'üm...Bazen burada Fransız kültürüm ağır basıyor. En basiti arabanın arkasına oturunca emniyet kemerimi takıyorum. Taksi şoförü dönüp ne yapıyorum diye bakıyor. Oysa Türkiye'de yaşayan birçok insan gibi bende takmayabilirim ama bunu da kaybetmek istemiyorum. Sigara içmiyorum, sigaradan nefret ediyorum, bence dünyanın en kötü şeyi sigara içmek.Fransa'da kapalı alanlarda yasak. Burada kimi zaman şaşırıyorum.

MC: Hiç içmediniz mi?

CANSEL ELÇİN: Gençken içtim ve ne kadar kötü olduğunu anladım. Burada insanlar sürekli sigara içiyor. Hem restoranlarda, iş yerlerinde. Hemde çok içiyorlar. Biraz kendileriyle ilgilenmeliler. Araba kullanmamaya çalışıyorum, çok trafik var çünkü. Demirden kasalara bindiğim zaman tedirgin oluyorum, yavaş gitmeye çalışıyorum, kemerimi bağlıyorum. Bu korkuyla alakalı...Kayak yaparım, hızı severim. Paris'te carting yaparken kolum kırılmıştı ama orası farklı bir alan. O iş için yapılmış...Bir pist yani. Ama bu ülkedeki duygusallığı hiç bir şeye değişmem. Çok daha fazla heyecan var. İnsanların çalışkan olması ve bakış açıları. Çok çalışkanlar Türkler, farkında değilsiniz ama günde 12 saat çalışıyorsunuz ve sadece 15 gün tatiliniz var. Fransızlar dünyanın en tembel insanları herhalde. Haftada 35 saat çalışıyorlar ve iki ay tatilleri var. Türkiye çok genç, bu da çok hoşuma gidiyor. Beyoğlu'nda çalan acayip müzik grupları var ve her türlü müzik yapılıyor. Müzikten gerçekten anlayan insanlar da var. Konsere gidiyorsunuz full, restoranlar full, her yer dopdolu...Avruplılar çok dikkat etmeli. Düzgün yolda giderse Türkiye çok ilerleyecek ve optimist bir bakış açısı gelişecek...

MC: Hatırla sevgili ve Ahmet karakteri adeta bir fenomene dönüştü. Bu kadar benimsenen bir karakterden sıyrılmanız zor olacak mı?

CANSEL ELÇİN: Geçen yıl Kırık Kanatlar'daki Yüzbaşı Cemal için de bunu söylemişlerdi. Hayır korkmuyorum...

MC: İşin içinde aşk var...Çok saf, asla sonlanmayan, küçük şeylerle bile kendini var eden...Bir hayal gibi. İnsanlar Ahmet ve Yasemin'in aşkını sanki kendileri yaşıyorlarmış gibi izliyorlar...

CANSEL ELÇİN: Ben de Ahmet ve Yasemin'e hayranım. Bende aynı şaşkınlık içindeyim. Düşünüyorum.... Nasıl yaşansın ki öyle bir aşk şimdi? Asla o günlerde ki gibi doğal olmayacak. Ahmet Kıbrıscık'a giderken yol boyunca sadece Yasemin'i düşünüyor. Yol çok güzel bunun farkında fakat düşüncelerinde yalnızca o var. Hayatın anlamı Yasemin. Yokluğu bir anda varlığı demek oluyor. Şimdi ben iki gün üst üste sabahtan gece yarısına kadar Şile'de çekimde olacağım. Bununla da kalmayacak araya yığınla irili ufaklı iş girecek. Düşünmem gereken birçok konu olacak. Birini Ahmet kadar derin hissedebilirim, düşünebilirim de fakat asla o günlerdeki gibi olmaz. O kadar kesintisiz olamaz. Ahmet Yasemin'e "Gel yaşadığım kasabayı gör. Yolu zahmetlidir ama çok güzeldir" diyor. Ne kadar güzel sözler bunlar. Ne kadar güzel bir paylaşım, hayatına ortak etmek için ne kadar özel sözler. Davet var, zorluğu dile getiriş var ama aynı zamanda sonunda bir güzellik olacağını da vurguluyor. Israr yok, teklif var. Hiçbir zorlama yok. Sadece bir ümit var. O zaman cep telefonu yok, msn yok, insanlar günlük tutuyorlar, mektup yazıyorlar, daha geniş ve özenli zamanlara sahipler. Hayatta aşkın doğallığını, kendine özgü yapısını cep telefonu ve msn kadar zedeleyen başka bir şey yoktur heralde. İkisini de kullanmıyorum. Telefonla konuşmayı sevmiyorum, bazen çok gerekli olduğunda dahi msne girmiyorum. Beceremiyorum; bir şey beni engelliyor. Paylaşımlar azalıyor. O yüzden unutulan bir şeye dokunduğu doğru dizinin. O kadar doğal ki yaşanan aşk şaşkınlık uyandırıyor. Oysa hiç şaşırmamamız gerekirdi...

MC: Ahmet aşkta duyduğu hayal kırıklığı nedeniyle küçük bir kasabada bir nevi inziva hayatı yaşamayı göze alıyor. Aşk için sizde yapar mıydınız yada yaptınız mı?

CANSEL ELÇİN: (Uzun, çok uzun bir süre önündeki kağıda bir şeyler karalıyor, sessizlik giderek artıyor ve çok uzaklara gidiyor. Sonra kararlı bir ifadeyle kafasını kaldırıyor) Bunu bende yaparım ve yaptım da. O durum inzivadan çok bir buluşmadır aslında. Onunla daha fazla bir arada olmak için bahane edilen...

MC: Yalnız kalabilirmisiniz? Aşksız geçirdiğiniz dönemler olur mu?

CANSEL ELÇİN: Oldu ve oluyor... Zaten ben yalnızlığı seven bir insanım gayet hoşuma gidiyor yalnızlık.

MC: Hayata tutunmak için aşk ilk sıradamıdır sizce?

CANSEL ELÇİN: Aşk değil fakat kendim önemliyim. Eskiden bu şekilde düşünüyordum. Birlikte olduğum insanları daima ön planda tutuyordum, daima onlara doğru yürüyordum. Sonra biri bana bunun hiçte doğru olmadığını söyledi. Bu şekilde davranarak fark etmeden hem kendimi hemde karşındakini mutsuz edeceğimi anlattı bana. Biraz kendinle ilgilenmelisin dedi. Düşündüm ve ona hak verdim.

MC: Bunu bencillik anlamında söylememiştir mutlaka.

CANSEL ELÇİN: Elbette söylemedi. Bu gidip en güzel yemeği tek başına yiyeceğim anlamına gelmiyor. Ancak şu var. Birini idealleştirmek yada ilgiyi daha çok ona yoğunlaştırmak doğal değil. Doğruda değil... Neyi isteyip istemediğinizi iyi bildiğinizde, biraz da kendinizi düşündüğünüzde ki bu bencilce bir kendine düşkünlük değil, özgüveniniz artıyor. Birlikte olduğunuz kişiyi olduğu gibi seviyorsunuz, oda sizi nasılsanız öyle seviyor. Bunu çözdüğüm anda daha mutlu ilişkiler yaşamaya başladım.

MC: Bir aktörsünüz... Beğenilme hissi mutlaka vardır içinizde.

CANSEL ELÇİN: Cansel ayrı bir dünya... Onunla şu anda hiç ilgilenmiyorum ben. O konuda zamanım da yok. Sabah gidiyorum akşam geliyorum. Kendim konusunda gayet sıkıcı bir insanım yani. Cansel umurumda bile değil. Onu kendi haline bıraktım. Ancak egosantrizm kesinlikle vardır oyuncularda. Buna ihtiyaçları da vardır ama özde o ihtiyaçta olduklarını kendilerinin de bilmesi gerekir. Bilmiyorlarsa işte o çok kötü... Benim oyunculuğumun buna ihtiyacı var; diyorsanız bunu biliyorsanız bir sorun yok ama yinede doğal değil bana göre. Çünkü sinemada televizyonda icat edilen teknolojiler sayesinde bir oyuncu kulağının içine kadar her yerini görebiliyor. Gözünüzün içine, gözbebeğinize dahi girebiliyorlar. Gerçek yaşamda insan arkasını göremez, oysa biz orda ensemizi, saç diplerimizi dahi görebiliyoruz. Normalde aynaya bakmakla eş değer değil. Çok şaşırtıcı."Ne oluyor bana?" diyebiliyorsunuz. Ben işimi seviyorum, titizim, her şeyi bir anda kabul etmem. Neden yapmam gerektiğini sorgularım. Dediğim gibi orada kendimizi hiç görmediğimiz bir şekilde görüyoruz, o yüzden gerçeklik duygusunu aramaya çalışıyorum.