İslâm Hukuku Müeyyideler Sistemidir
Her hukuk sisteminin kendine özgü müeyyideleri vardır ve olmak zorundadır. Aksi takdirde buna " sistem" adını vermek imkânsızdır. Müeyyide konusunda öncelikle dikkat edilmesi gerekli olan hususlar, müeyyidelerin tesbiti ve onların uygulanışıdır. İslâm hukukunu özellikle müeyyideler alanında sair hukuk sistemlerinden ayıran bazı şeyler vardır. Bunlar:1) Bazı müeyyideler sayıları az dahi olsa ilâhî kaynaklıdır. Had cezalarını bu kısma örnek olarak verebiliriz. Bunlar değişmez ve değiştirilemez hükümlerdir. Zaman ve mekana bağlı olarak değişen anlayışlar bunların kabul veya reddinde herhangi bir rol oynamaz. Zira bunlar doğrudan Allah'ın muradını yansıtmaktadır.
2) İlâhî iradenin boş bıraktığı alandaki müeyyideler İslâm fukahası tarafından tesbit edilmiştir. İslâm hukukunun bütünü nazara alındığında bu, çok büyük bir yekûn teşkil eder. Bu tespit çalışmalarında fukaha, elbette belli kayıtlarla sınırlıdır. Mesela, ortaya konan şeyin, ilâhî kaynak ve hedefe uygunluğu, bu çerçevede aranan ilk şarttır.
3) Ahlâkîlik İslâm hukukunda çok ağırlıklı bir yer kaplamaktadır. Bunun kaynağı ise imandır. İmanlı ve ahlâklı bir ferdin, hukukî öğretilere saygılı davranacağı izahtan varestedir. Onun için hukuk sistemleri içinde müeyyideleri olabildiğine hafif olan ve o ölçüde de az müracaat edilen tek sistem İslâm hukukudur. Teorik planda ele alındığı zaman, bu yargıya itiraz edecek selim akla sahip bir insan tasavvur edemiyorum. Pratikte -aynı şeyi- özellikle son dönemler itibarıyla söyleyebilmek oldukça zor. Ama bu alanda tarihe geçmiş sayfalar üzerinde yapılacak bir gezinti ile yukarıdaki yargı rahatlıkla ispatlanabilir.
4) Hukukî öğretileri hayata hakim kılarak, muhalif davranışlarda bulunanlara müeyyideler uygulayacak olan üst otorite devlet, daha doğrusu devletin yetkili organlarında çalışan kişilerdir. İnsan faktörünün devreye girdiği her yer ve her şey sû-i istimale açıktır. Özellikle bu, devlet gücünü arkasına alan kişi ve kurumlarda daha da büyüyebilir. Günümüzde hem de " hukuk devleti" olduğunu ilan ve iddia eden devletlerde bunun nice misallerini görüyoruz. Fakat ilgili ve görevli kişilere devleti/gücü elinde bulundurduğu için birşey yapılamamaktadır. Bu problem İslâm hukukunda nasıl çözülecektir? Bu çizgide sözü fazla uzatmaya hacet yoktur. İslâm hukukunda bütün insanlar, makamı, mevkii, rütbesi ne olursa olsun, kanun önünde eşittir. Hz. Peygamber'in (sav), "Kızım Fatıma dahi hırsızlık yapsa, elini keserim" beyanı ve bu minval üzere nice uygulamalar, bunun en büyük delilidir. Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer'in ilk halife seçildikleri zaman, halka okudukları ilk hutbe -kamuoyuna deklare ettikleri sözleri veya hükümet programları benzetmesi de yapılabilir- bu esasları ihtiva etmektedir. Dolayısıyla, İslâmî prensipler doğrultusunda ortaya konan sistem gereği ister seçilmiş, isterse atanmış olsun, kanuna karşı sû-i istimalde bulunan herkes, aynı müeyyidelere muhatap olmak zorundadır.
Bahsini ettiğimiz bu husus hayalî ve farazi varsayımlardan ibaret değildir. İslâm tarihinde buna nice örnekler göstermek mümkündür. Fakat hemen itiraf edelim, buna muhalif hem de en üst düzeyde uygulamalar da gösterilebilir. Yalnız bu noktada hata, İslâm hukuk kaidelerinde değil, onları tatbik alanına sokmayan/sokamayan kişilerdedir.