Arama

Cemil Meriç - Tek Mesaj #2

MYDMR - avatarı
MYDMR
Ziyaretçi
13 Aralık 2007       Mesaj #2
MYDMR - avatarı
Ziyaretçi
Cemil Meriç, kendini, yazar ve hocayım. Başlıca işim düşünmek ve düşündüklerimi cemiyete sunmaktır, diye tanımlayan özgün bir fikir adamıdır.1916 da Hatay'da doğdu. Ailesi Balkan Savaşı sırasında Yunanistan’dan göçmüştü.
Fransız idaresindeki Hatay’da Fransız eğitim sistemi uygulayan Antakya sultanisinde okudu. Tercüme bürosunda çalıştı, ilkokul öğretmenliği ve nahiye müdürlüğü yaptı. Hatay hükümetini devirmeye çalıştığı suçlamasıyla yargılanıp hapis yattı.1940’da İstanbul Üniversitesine girip Fransız dili ve edebiyatı öğrenimi gördü. Mükemmel düzeyde Fransızca okuyup yazan Meriç, İngilizceyi anlıyor, Arapçayı kendi ifadesiyle söküyordu.Elazığ’da(1942-45) ve İstanbul’da(1952-54) Fransızca öğretmenliği yaptı.1941’den başlayarak İnsan,Yücel, Gün, Ayın Bibliyografyası dergilerinde yazmaya başladı. İÜ’de okutmanlık yaptı.(1946-63), Sosyoloji bölümünde ders verdi(1963-74).1955’de gözlerindeki miyopinin artması sonucunda görmez oldu, ama olağanüstü çalışma ve üretme temposu düşmedi. 20.Asır, Dönem, Yapraklar, Yeni İnsan, Kubbealtı, Türk Edebiyatı dergilerinde yazıları yayımlandı. Hisar dergisinde Fildişi Kuleden başlığıyla sürekli denemeler yazdı.1974’de emekli oldu ve yılların birikimini ardarda kitaplaştırmaya girişti.1984'de önce beyin kanaması, ardından felç geçirdi,13 Haziran 1987 de vefat etti. İlk telif eseri Balzac üzerine küçük bir incelemeydi. Hint Edebiyatı(1964) daha sonra Bir Dünyanın Eşiğinde başlığıyla iki kez daha basıldı. Saint Simon, İlk Sosyolog İlk Sosyalist, 1967’de çıktı.1974’den sonra yayımlanan kitapları şunlardır:
Bu Ülke(1974), Umrandan Uygarlığa(1974), Mağaradakiler(1978), KırkAmbar(1980), Bir Facianın Hikayesi (1981), IşıkDoğudan Gelir(1984), Kültürden İrfana(1985).
Fransız edebiyatından yaptığı çevirilerin yanı sıra, Uriel Heyd'in Ziya Gökalp, Türk Milliyetçiliğinin Temelleri (1980), Thornton Wilder'in Köprüden Düşenler (1981) ve Maxime Rodinson'un Batı'yı Büyüleyen İslam(1983) adlı eserlerini de türkçeye kazandırdı.
Cemil Meriç'in "Bütün Eserleri" toplu halde basılırken, daha önce yayımlanmamış iki kitabı daha yayınlandı:
Jurnal 1 (1992) ve Jurnal 2 (1993)
Cemil Meriç’in kimisinin izini kendisinin de kaybettiği ve kitapçıda kayboldu diye andığı çok sayıda çevirisi de vardır.

Cemil Meriç'in Victor Hugo'dan çevirdiği şiir...
Bu kitap şu tecelliden doğdu:
rüya gördüm, çağların duvarı uzuyordu
önümde. granitle etten bir yığındı bu.
bağrına uğultusu sinmişti milyonların
endişeden kaskatı kesilen o duvarın
loş oyuklarda vahşi gözler parıldıyordu,
yığınlar, kabartmalar, nakışlar oynuyordu,
zaman zaman önümde açılıyordu duvar.
yeşimden somakiden ve altından saraylar.
uluların, bahtiyarların otağ kurduğu,
cihangirlerin kandan, buhurdan kudurduğu
inler görünüyordu, seher yeliyle nasıl
ürperirse bir ağaç, o duvar da muttasıl
öyle ürperiyordu. alınlarında burçlar,
alınlarında altın başaklardan sorguçlar,
muammanın üstüne bağdaş kuran birer sır
gibi çöreklenmişti ...



Fildişi Kule


Cemil Meriç; 12 Yıl Sonra
Mehmet Akif Ak
"ÖLÜRSE TENLER ÖLÜR, CANLAR ÖLESİ DEĞİL"



O'nu bir Haziran günü Üsküdar Meydanındaki Valide Gülnus Sultan Camii'nden almış Karaca Ahmet'teki ebedi evine taşımıştık. Bu, O'nun son taşınmasıydı. Taşınmalar, Ustamızın hayatında hep önemli olaylar olmuştu. Yaşadığı evler, mahalle ve semtler, O'nun ve ailesinin hayatında çok canlı hatıralar halinde yaşatılırdı ve bunlar bizlere hararetle anlatılırdı. Taşınmaları O'nun için çok önemli kılan bir diğer husus da KİTAPLARDI... Ah o Kitaplar!... Öpülüp koklanan, baş üstüne konduktan sonra okşanan kitaplar... Bir yerden bir yere taşınmak onlar için ne üzücü, eziyet verici bir şey olmaktaydı... Tütüncü Mehmet Efendi Sokaktaki evi kat karşılığı yıkıp "yapmak" isteyen müteahhitlere nasıl da direnmişti. Kitapların çekeceği eziyeti düşünüyordu. Herhalde bir diğer sebep de Lamia hanıma gidiş yolunun uzaklaşacağı korkusuydu. Nerede tutulacağı belirsiz yeni bir evden bizim gibi öğrenci ve dostlarından birisinin refakatinde gitme maceralarının yaşanacağı korkusu... Ama sonunda bu kat karşılığı inşaat baskısına daha fazla direnememiş ve teslim olmuştu. Aile, yine Göztepe'de, minibüs yolunda, Marmara Üniversitesi'nin karşısına düşen sokaklardan birinde yeni bir eve taşınmıştı. Müteahhit sonunda amacına ulaşmıştı... Fevziye Ablanın asla başkalarıyla paylaşılmamış ve O'nu çok yücelere eriştirmiş binlerce hüzün ve acı ile dolu bir hayattan sonra bu dünya hayatına veda etmesinden sonra herhalde Tütüncü Mehmet Efendi Sokak'taki evin müteahhide teslim edilmemesi için çok da önemli bir sebep de kalmamıştı... Her insan, gerçek değerinin anlaşılabilmesi için ölümünü beklemek zorundadır. Bu mütearife, Fevziye Abla için de fazlasıyla kendini kabul ettirdi. Cemil Meriç, Fevziye'siz bir hayatın hiç de o kadar önemsenecek bir şey olmadığını O ölünce anladı.


Yukarıdaki başlık, O'nun Fevziye Abla ile buluşmaya gittiği günün ertesinde yazdığım yazının da başlığı idi. O günden sonra Cemil Meriç için tek satır bir şey yazmadım. Bunun doğru ya da yanlış bir şey olup olmadığını bugün için bilmiyorum. Ama eğer bu bir yanlış idiyse bu yanlışı işlemede yalnız değilim İlk halka diyeceğimiz insanlardan Halil ( Açıkgöz ) hariç, aile dışında görünmekle beraber gerçekte aile içinden olan hiç kimse, İzzet Abi ( Tanju ), Ali Özgüven, Cengiz Abi (Aydın), Cevat Özkaya, Muhsin Demirel gibiler de benim gibi hep sustular... Ki bunların hepsi de eli kalem tutan insanlardır... Yazmadılar, yazmıyorlar...


Acaba yazdıklarının tümü basılmış ve basılmakta olan bir fikir adamının, mutlaka yakınları tarafından da yazılıp tanıtılması, onun gerçek anlamda anlaşılabilmesi için bir zaruret midir? İnsanların özel hayatları unutulup gidiyor, fikirleri ise kitaplarda yaşamağa devam ettiğine göre, bir fikir adamının yakınları ile onunla kitapları yoluyla yakınlık kurmuş olanlar arasında , fikir adamının anlaşılabilmesi noktasına ciddi bir farklılık olmamalıdır denebilir. Sanırım pek çok fikir adamı için geçerli olan bu husus, Cemil Meriç söz konusu olduğunda geçerliliğini kaybediyor.


İzzet Abi, O'nu anmak için düzenlenmiş bir toplantıdaki konuşmasına şu cümleyle başlamıştı: "Hayatta iken beynini bu kadar ağır işlerde kullanmış Cemil Meriç gibi birinin beyin kanamasından ölmesi kadar tabii bir şey olamazdı herhalde." Hiçbir dostu ve yakını Cemil Meriç'e İzzet Abi'den daha yakın olduğunu ileri sürme cesareti gösteremez. Bu denli yakınlığa rağmen Cemil Meriç'in fikir ve üslup büyüsüne kapılmamış, pek çok konuda O'nunla farklı şeyler düşünmüş ve bu düşüncelerini üstelik diklenerek seslendirmiş ve pek çok kere Cemil Meriç'in üstelik ayağa kalkarak ve bağırarak yaptığı saldırılara muhatap olmuş ve bunları göğüslemiş İzzet Tanju gibi bir adamın hala Cemil Meriç'i yazmamış olması fikir tarihimiz için çok ciddi bir kayıptır. Böylesi kavgalara rağmen iki dost arasında ayakta kalan ve eskidikçe sağlamlaşan, anlaşılması ve anlatılması güç bir sevgi ve dostluk örneği!.. Dahası var; İzzet Abi, Cemil Meriç için bugüne kadar yazılmış, söylenmiş şeylerin neredeyse tamamının yanlış olduğu kanaatini taşımaktadır. Bunu yakından bilen birisi olarak O'nun , hala Cemil Meriç'i yazmamakta ısrar edişini anlamak mümkün değil.



İzzet Tanju'nun bu ihmali, bizim gibilerin de Cemil Meriç'i yazmayışına, birazcık geçerli ama gerçek boyutuyla ele alındığında ise geçersiz bir bahane olmaktadır. Çünkü İzzet Tanju da dostu ve üstadı gibi korkulacak bir adamdır. Cemil Meriç yakınlarının O'nu yazmaya cüret ettiklerinde acaba İzzet Tanju ne der diye düşünmemeleri imkansızdır. Halil Açıkgöz cesur çıktı; çok eksik ve yetersiz de olsa bir kitap yazdı. Peki bu adamlar neden korkulacak kişilerdir?


CEMIL MERIÇ; KORKULAN ADAM



Cemil Meriç, hayata iken Türk enteliyansiyası tarafından terk edilmiş bir adamdı. Bunun bence iki sebebi vardı. Bir kere Batıcı-Sol kiliseler, aralarından çıkmış olduğunu düşündükleri bu ele avuca sığmaz "kafir"i ilk küfür alametlerinden hemen sonra aforoz etmişlerdi. Artık yeniden "iman" etmedikçe O'nu aralarına almaları mümkün değildi. Sağ tekke ve kiliseler ise, bu "mühtedi"yi kabullenmekle beraber, Avrupa kanı taşıyan "mühtedilere" gösterdikleri aşk derecesindeki mahabbeti O'ndan esirgediler. ( Cemil Meriç'in farklı kiliseler bakımından küfür ya da hidayeti meselesi üzerinde ayrıca durulması gereken çok önemli bir konudur. )


Cemil Meriç'in Türk entelijansiyası tarafından terk edilmesinin bir başka sebebi de onlar tarafından "diktatörlük" şeklinde algılanan bazı tavırları olsa gerektir. Büyük Türk Müfessiri Zemahşeri'nin Hicaz'da yüksek bir yere çıkıp "Ey Arap nesli! Gelin, atalarınızın lisanını benden öğrenin" deyişine benzer azamet gösterilerine Cemil Meriç'te de rastlarız. O da uyandırdığı intibalara bakılacak olursa Zemahşeri gibi fikir aleminin etrafına korku salan bir kabadayısı idi. Ama her kabadayı gibi şöhretine uygun bir kişiliği olup olmadığı tartışmaya açıktı.


Şüphesiz bu kabadayı asabiyetinin temelinde O'nun bir âmâ iken ulaşabildiği mertebelerin gözleri görenlerce hayal bile edilememesi bir yana tümüyle görmezlikten gelinmesinin yol açtığı kırgınlığı ve kızgınlığı aramak gerekir.


"Marifet, iltifata tabidir", O'nun çokça tekrarladığı bir sözdü. En ufak bir ilgi ve iltifattan buna duyduğu açlık sebebiyle aşırı ölçüde etkilenirdi. Hele bu ilgi bir bayan tarafından gösterilmişse... (Hanım entelektüeller arasında bildiğim kadarıyla Mina Urgan'dan başka hasmı yoktu.) Fakat Üstad'ın büyük bir açlıkla beklediği ve fazlasıyla hak ettiğine inandığı ilgi ve iltifat, bir-iki istisna bir kenara bırakılacak olursa, O'ndan hep esirgendi. Yeni çıkan her kitabını son derece övücü ithaf yazılarıyla imzalayarak belli başlı bütün yazarlara, gazetecilere, bazı politikacılara gönderirdi. Çoğu zaman listeyi bizlerle beraber hazırlardı ve yazılarını bize yazdırır, imzaları bizim yardımımızla bizzat kendisi atardı. Her yeni kitap için en az elli adet olarak imzalanıp gönderilen bu kitapları alanlardan ancak iki veya üç kişi cevap verme zahmetine katlanırdı.


Bu, gerçekten anlaşılması güç bir durumdur. Burada Cemil Meriç'in değer verdiği, ama kendilerinden karşılık göremediği kişiler ile ilgili uzun bir liste verecek değiliz. Bu insanlar, kendilerini bilirler. Fakat bulardan bu bağamda anlamlı olacak birkaç kişiyi anmak gerekir. O'nun yakın dostu Kemal Tahir'le bozuşmasına ve ölene kadar küs kalmasına sebep olan Attila Ilhan'dan asla karşılık görmediğini biliyorum. Keza Şerif Mardin, Adalet Ağaoğlu, Nazlı Ilıcak, Tarik Buğra, Murat Belge, Mete Tuncay ve daha birkaç yazara karşı ümitsiz bir aşk beslemeye devam etti. Günün birinde bunlardan bir karşılık geleceği hasretiyle bekledi. "Ahmet Hamdi Tanpınar'in ihtiyacı olan adam bendim, benim de O'na ihtiyacım vardı; ama bir gün olsun oturup uzun bir sohbet imkanımız olmadı" derdi. Hilmi Yavuz ve Selim İleri, minicik de olsa O'nun hararetli dostluk teşebbüslerine zaman zaman karşılık vermişlerdir. Çetin Altan'ı hiç bahse değer bulmadı. Yasar Kemal içinse ne düşündüğü malum. Ahmet Kabaklı, Ergün Göze, Ayhan Songar gibi bazı kimselerle sadece törenlerde karşılaşıyor olmaktan muzdaripti ama bunlara yukarda sayılanlar kadar da yakınlık duymazdı. O hayatta iken hiçbir yazısı ve kitabı ile ilgili doğru dürüst bir tanıtım ve eleştiri-inceleme yazısı çıkmamıştır denebilir. Oysa Cemil Meriç, sürekli boğuşmak, kucaklaşmak, sevişmek isteyen kabına sığmaz aklı, hissiyatı ve heyecanı daima ayakta bir adamdı. Sevmek ve kavga etmek için hep ortada hazır vaziyette idi ama ölene kadar kendi çapına uygun insanlar bulamadığı kanaatini taşıdı. Bunun acı bir gerçek olduğuna bende inanıyorum.


İlgi ve iltifat beklediği çevrelerden ve kişilerden bunu bulamayınca ailesinin ve hakiki dostlarının ilgi ve iltifatını O'na yeterince değerli ve anlamlı gelmiyordu. Hatta denebilir ki, gaybı maşuklarından görmediği karşılığın hasıl ettiği kızgınlığın hırsını zaman zaman en yakın dostlarından çıkarırdı.


Kitaplarının korsan baskıları da hesaba alınacak olursa yüz binlerce satıldığını ve adı etrafında bir efsane örülmeye başlandığı şu günlerde ne kadar farklı bir Cemil Meriç resmi verdiğimin farkındayım. Bu resmin, Jurnal'lerdeki Cemil Meriç'e çok uyduğunu düşünüyorum. Mahmut Ali Meriç'in Jurnal'leri yayınlamış olmasını, doğru ve çok isabetli bir karar olarak görüyorum. Cemil Meriç, budur. O'nun ismi etrafında oluşturulmağa çalışılan efsanenin böyle sürmesi halinde, Cemil Meriç'i hiçbir zaman layıkıyla anlaşılamaz ve hele hele asla aşılamaz kılacağını düşünüyorum. Buna kimsenin hakkı yok. Allah'ın sayısız acılarla doldurduğu hayatının bütün anlarını bir ermiş feragatiyle ilme, irfana sarf etmiş ve kendini milletine kurban olarak adamış bir tefekkür adamını bütün boyutlarıyla tanımak, anlamak, anlatmak O'na ilgi duyan herkesin, özellikle de yakınları olmuş kişilerin görevidir.


Sadece birkaç çizgi ile vermeye çalıştığımız bu çok yetersiz Cemil Meriç portresinden sonra birkaç cümleyle de O'nun fikir ve üslup dünyasına girmek istiyoruz.


CEMIL MERIÇ ÜSLUBUNU TAKLIT MÜMKÜN MÜ?



Cemil Meriç, yazılarında üslubunun soy ağacını yeterince anlatmıştır. O'nun benzerine çok az rastlanan lisan ve üslup titizliği sonunda ortaya çıkmış bulunan eserleri, yazı hayatımız içinde öncesi olmayan ve sonrası da olamayacak olan nev'i şahsına münhasır örneklerdir. Bize göre taklit edilmesi kadar sürdürülmesi de bir o kadar imkansızdır. Burada adını anmayacağımız bazı yazarların bu yolda gösterdikleri gayretin, kendilerince nasıl değerlendirildiğini bilmeyiz ama az çok Cemil Meriç okumuş herkes gibi biz de bu gayreti boşa kürek sallamak olarak görüyoruz.
Böyle bir taklit çabası pek çok bakımdan anlamsızdır. Bir kere, Cemil Meriç'in üslubunun Türkçe'miz için bir son aşama, bir mükemmeliyet zirvesi olarak görülmesi imkansızdır.
Cemil Meriç'in üslubundaki ilk özellik hiç şüphesiz ki okuyucu için kapılmaktan kurtulunması zor bir "büyü"dür. Bu büyünün esrarı ise sadece O'nda mahfuzdu ve bu esrarın başkalarına öğretilemeyeceği de belli idi. Bu üslup, önemli ölçüde şiirdir. Şiirde ne varsa Cemil Meriç üslubunda da o vardır; bu, sestir, musikidir, çığlıktır, inleyiştir, sızlayıştır, yeri geldiğinde ise sükuttur. Fakat Cemil Meriç'in nasıl olup da tefekküre ait konuları şiir tavrıyla ama nesir şeklinde yazdığı bize göre bir meçhul olarak kalacaktır.
Fildişi kule, dâvâsız sanat meczuplarını barındıran miskinler tekkesi.