Arama

Şiir Nehri -2- [Arşiv] - Tek Mesaj #5429

Fırtına - avatarı
Fırtına
Ziyaretçi
24 Aralık 2007       Mesaj #5429
Fırtına - avatarı
Ziyaretçi
Yaralanan Kuşlar



Evlerimiz; ağaçların kollarında, koltuk altlarında, doruklarında, çatılarda, bacalarda… Yüksek olan her yerde.

Bizimki ormanın içinde. En büyük ve en yaşlı çınar ağacının koltuk atında. Ne demekse bilmiyorum ama köklü bir aileymişiz. Benim için köklü aile olmaktan daha önemlisi genç olmak.

O kadar gencim ki! Yaralanmaktan, ölmekten, yaşamaktan, kaybolmaktan korkmuyorum. Oysa çok fazla genç avcılar tarafından vuruldu. Hem de gözlerimin önünde. Avcıların gençlerin peşinde olduğunu biliyorum. Yaralanan, ölen ne kadar yakınım olursa olsun, sanki sıra bana gelmeyecekmiş gibi hissediyorum. Hani yakının kanser olur üzülür, ağlarsın ama sıra sana gelene kadar anlamadığını hissedersin. İşte öyle bir şey.

Pencereden komşunun oğluna bakıyorum. Evlerimiz karşılıklı. Onun da bana bakmasını seviyorum. Birlikte büyümeye çalışıyoruz. Onların evi de çok güzel. Birbirimizi görünce; önce o, sonra ben takla atıyoruz. Kanadıma çarparak yarenlik yapıyor;

“Seni seviyorum, kaçalım mı? ” diyor.
“Kaçalım” diyorum.
“Uçalım, uçalım, uçalım. Gökyüzünün en yükseğine çıkalım. Kaybolalım” diyor.
“Kaybolalım” diyorum.

Kanatlarımızı açıp bütün havayı içimize doldurup, yan yana havalanmaya başlarken, nerden geldiğini anlamadığımız kurşunlarından biri onun şakağından giriyor, benim şakağımdan çıkıyor. Avcıları aynı anda görüyoruz. Kaçmaya çalışırken kanatlarımızdan vuruyorlar. Hızla düşüyoruz. Düşerken çarpışıyoruz ve hızım kesildiği için sert düşmüyorum

Ölmüyorum ama yaralanıyorum.

Yerde yaralı bir sürü kuş var. Kanadımı sürükleyerek aralarında onu arıyorum, bulamıyorum. Zaman yaralananlar için hem hızlı hem de yavaş geçiyor.

Yaralarımız bizi bozuyor. Zaten bozulalım diye kafamıza ateş ediyorlar. Kafamızda önce tedbir, sonra kendini düşünme, sonra bana ne, sonra da korku oluşmaya başlıyor. Bu durumu kabul etmek istemeyen bazı yaralılar yaralandıklarını inkâr ediyor. Ben onlara, onlara da bana acıyor. Gerçek olan ise hiç birimizin uçamadığı.

Yaralılar apartman veya en iyi ihtimalle gökdelenler üzerinde yaşamaya başlıyor. Kendi etraflarında havalanabiliyorlar. Göç edemedikleri için kışın donuyorlar. Donarken de metal haline geliyorlar. Sonra hurdacıya veriliyorlar.

Ölmediğimi şans sayıyorum. Metal haline gelene kadar onu arayacağım.

Umudumu keserken başkalarında onu arıyorum. Ararken değişiyorum. Zaman geçtikçe onu bulsam da tanıyamayacağımı anlıyorum.

Herkes gibi ben de değişiyorum. Kanatlarım değişirken kararıyor. Kafama yediğim kurşun içindekileri zedeliyor.

Yıllar geçtikçe onu bulma umudumu kaybediyorum. Yine de hüzünlü bekliyorum.

Hurdacı;
“Üzülme bana verildikten sonra neyde yaşamak istersen onda yaşarsın” diyor.
“Nasıl? ” diyorum.
Sıralıyor;
“Emaye, çelik, alimunyum… ne olmak istiyorsan onda yaşarsın” diyor.
“O halde ne yapmak istiyorsanız, yapın” diyorum.

Kara kanatlarım, kömürleşmiş kafamla beklerken, zamanımın geldiğini düşünen hurdacı metalleştirmeye götürüyor.

Metalleşme işlemi çok kolay. Hiçbir şey hissetmiyorsun. Çünkü acılarını yaşarken, gelmeyen sevgiliyi beklerken, uçamaz ve apartmanın çatısına mahkûm olmuşken, yavaş yavaş farkında olmadan sertleşiyor ve metalleşiyorsun. Hurdacı sadece bekleyişini sonlamak için götürüyor.

Metalleştikten sonra; avcıların uçanları nasıl vurduğunu yıllardır izlediğim apartmanın tepesinde bir süre kalıyorum.

Ve bir gün hurdacıya gidecekleri apartmandan aşağı süpürüyorlar.

Düşerken bir kuşla çarpışıyoruz. Birlikte aşağı iniyoruz.

Yerde bir şeyler söylemeye çalışıyor. Gücümü toplayarak metalik sesin ne dediğini anlamaya çalışıyorum.

“Gözlerin bir içim su,
İçim yandı doğrusu” şarkısını onun sesinden dinliyorum.

Anlıyorum ki;
Ne yaparlarsa yapsınlar gözleri asla metalleştiremiyorlar.


Gülcan Yıldız